- 534 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
DUYGU’NUN ÖYKÜSÜ-6
KÜÇÜK PRENSİN KÜVÖZÜ
Önce kendimi asansörle yukarılardaki karanlıktan aşağılardaki aydınlığa doğru inerken hissediyorum. Sonra hastane odasındaki yatağımda derin bir uykudan uyandığımı sanıyorum. Ondan sonra da bilincim açılmaya başlıyor.
Bir takım sesler duyuyorum.
“Pens!”
“Neşter!”
“Tampon!”
“Nabız?”
Neler oluyor? Bir ses duyuluyor gaipten. Ses: “Elinizi çabuk tutun! Narkozun etkisi bitiyor. İlave bir şey yapmadan kapatıverelim şurayı!” diye talimatlar vermekte... Narkoz? Bu kelimeyi bir yerlerden tanıyorum. Aman Allah’ım, bu da ne! Bu ani acı da nereden çıktı böyle? Dayanılacak gibi bir acı değil. İnlemeye başlıyorum. “Ah! Ah…”
Bir kadın sesi, “şu turnikeyi tutsana kızım!” diye çıkışıyor.
Bir kızcağız, “özür dilerim hocam!” diye karşılık veriyor.
Bu nasıl bir acı böyle, Allah’ım! Canım o kadar çok yanıyor ki, bağırıyorum duyulmuyor. Parmağımı oynatmayı deniyorum olmuyor. Kafamı oynatmayı deniyorum olmuyor.
“Hey! Ne yapıyorsunuz bana? Uyandım ben… Ah!”
Kimsenin bir şey duyduğu yok. "Allah’ım ne zaman bitecek bu? Sesim neden duyulmuyor?” Çaresiz bu çilenin bitmesini bekliyorum.
Bilincim gitgide daha da açılıyor. Daha çok fark etmeye başlıyorum olanı biteni. Bir ameliyathanede olmalıyım. Sanırım karnımı dikiyorlar. Tabii ya! Sezeryanla doğum yapmak için buradayım. Nasıl da unutmuşum!
Aklıma doğurduğum çocuk düşünce acılarımı hissetmez oluyorum. Duyuramadığım sesimle bu defa da "Çocuğum nerede?" diye sesleniyorum. Ağlıyorum. Sağ gözümün kenarından bir damla yaş akıyor. Bağıra çağıra ağladığımı sanıyorum fakat duymuyorum ağlama sesimi. Kimse duymuyor. Beni duymuyorlar ve canlı canlı dikmeye devam ediyorlar. Nihayet bitti sanırım. Karnıma bir şey yapıştırdıklarına göre bitti. Evet! Evet! Bitti. Oh, çok şükür Allah’ım.
Belki beş dakikaya sığan bu işlem o an bir ömür gibi geliyor bana.
Üzerinde yattığım ameliyat sedyesini yerinden hareket ettiriyorlar. Ayılma odasına götürüyorlar. Soğuk bir yer. Bu kez soğuktan titreye titreye kurtulmanın sevinciyle ağlıyorum.
Hemşire geliyor başıma, yüksek sesle, "Duygu!" diye sesleniyor. "İyi misin?"
Bir kez daha hareket ettirmeye çalışıyorum kafamı. Evet, bu kez başarıyorum. Sanırım narkozun etkisi yavaş yavaş yok oluyor. Gözlerimi açıyorum hafiften. "Beni canlı canlı diktiniz," diyorum.
Gülümsüyor hemşire, "rüya görmüşsündür," diyor.
"Hayır görmedim, canlıydım" demiyorum. Nasılsa inanmayacak bana. Oğlumu soruyorum. “Çok merak ediyorum. Sağlığı nasıl?”
"Gayet iyi" diyor.
Susuyorum. Almak istediğim cevabı aldım nasılsa. Oğlum çok şükür sağlıklı doğmuş. Az sonra onu kucağıma alacağımın hayallerini kurmaya başlıyorum.
Asansörden çıkıyoruz. Kimse yok beni karşılayan. Herkes bir yerlerde... İlk doğumumla hiç alakası olmayan durumlarla karşılaşıyorum. Annem geliyor yanıma. Gözleri ağlamaklı. Herhalde mutluluktan ağlıyordur diye düşünüyorum. "Sağlığı nasıl" diye soruyorum.
"İyi" diyor sadece.
Bir gariplik var bu işte. “Özgür nerede? Niye gelmiyor?” diye sorarken Sezai abim geliyor yanımıza. O da bir garip görünüyor. Evet, evet, bu işte bir gariplik var. “Özgür gelsin! Çağırın şunu!” dememle birlikte Özgür de içeri giriyor. Ona, "Bir şey mi oldu, doğru söyle" diyorum.
"Yok bir şey yahu, şimdi getirecekler bebeği," diyor.
"Doğru söyle Özgür, bir şey yok değil mi?"
"Yok" deyip çıkıyor odadan.
Bir nebze rahatlamış gibiyim. Sanırım bir şey yok gerçekten. Oh, çok şükür! Anneme laf atıyorum. " Tipi nasıl? Kime benziyor? Tatlı mı?"
"Aynı Ali Kemal’e benziyor, çok tatlı" diyor.
Canım yavrum, bir an önce getirseler de görsem. İlk hamileliğimdeki gibi hemşire kucağında bebeğimle içeri girecek ve ben onun ağlama sesini duyacağım diye beklerken Özgür giriyor içeri. "Hani niye getirmiyorlar bebeğimi?" diyorum.
"Ciğerlerinde problem varmış. Oksijen vereceklermiş, önemli bir şey yok" diyor.
İnanmıyorum, ısrar ediyorum, ağlıyorum.
"Birazdan doktor gelip bilgi verecek" diyor.
Ben çocuk doktorunu beklerken Sinem hoca giriyor içeri. "Biraz zor bi doğum oldu Duygucum. Rahim duvarın yırtılmış. Diktim," diyor. "Bebeğinde enfeksiyon kapmış. Ciğerlerinde problem varmış. Bir süre yoğun bakımda tutacaklarmış," diyor. O an ömrümden bir on yıl gitmiştir diyebilirim.
"Neymiş? Ne enfeksiyonuymuş?" diyebiliyorum, boğazıma dökülen gözyaşlarıyla.
"Pinomani olmuş bebeğin. Nerden kaptı bilmiyorum. Sende öyle bir enfeksiyon çıkmamıştı önceden yaptığımız tahlillerde" diyor.
Duymuyorum bile. Aklımda ‘pinomani’ sözcüğü dönüp duruyor. Doktor gitse, hemen internetten bakacağım. Az sonra gidiyor. Hemen telefona sarılıyorum, internete "Pinomani" yazıyorum, hiçbir şey çıkmıyor. "Panomani" yazıyorum, "punomani" yazıyorum, yok çıkmıyor. En sonunda buluyorum, sözcüğün yazılışı "pnömani" imiş. Hemen okuyorum. Okudukça ölüyorum. "Tıp dilinde Pnömani halk arasındaysa zatürre olarak bilinen hastalık. Akciğer parankim dokusunda meydana gelen iltihaplanma sonucu oluşan daha çok küçük çocuklar ile yaşlılarda görülen, eşlik eden başka bir hastalığı olmayan hastalarda, günlük yaşamı sırasında ortaya çıkabilen, kronik bir rahatsızlık sahibi olan kişilerde daha ağır bir şekilde görülen ve zaman zaman ölümle sonuçlanabilen ateşli bir hastalıktır…" diye yazıyor. Yastığa gömülüp avazım çıktığı kadar ağlıyorum. Özgür sakinleştirmeye çalışıyor. Sakinleşemiyorum, olmuyor. Yoğun bakımda bebeği olan annelere ayda bir kez bebeğinin yanına girme izni veriyormuş hastane yönetimi. Beni de bebeğimi görmem için götüreceklerini söylüyorlar. Bekliyorum. Az sonra bir hasta bakıcı geliyor odaya. Özgür, ben, Sezai abim, kuzenim Caner ve eşi Gülden, iniyoruz yoğun bakıma. Kapı açılıyor. Hemşire içeri alıyor beni. Önlük giyiyorum. Ellerimi yıkayıp dezenfekte ediyorum. Ağır adımlarla sağa sola bakıp yoğun bakımın içinde ilerliyorum. Etrafta bir sürü bebek hepsi hasta, küvözde. İçim yangın yeri. Daha önce camın önünden geçerken bakıp, "ay, ne tatlı bebekler," dediğim yoğun bakım burası. En sonunda ilerleye ilerleye bebeğimin küvözü yanına geliyorum. Minicik bir şey yatıyor içinde. Her tarafında hortumlar. Ağlıyorum. Hemşire var yanımda. Kolumdan tutuyor düşmeyeyim diye. Utanıyorum ağlarken, ama tutamıyorum gözyaşlarımı. Eline dokunuyorum bebeğimin, "annem" diyebiliyorum sadece. Sessiz hıçkırıklarla ağlıyorum. Hemşirenin gitmesini istiyorum. Gitmiyor... Kablolarla bağlı olduğu için kucağıma vermiyorlar. Sadece eline ve göbeğine dokunabiliyorum. Minicik bir el. Herşeyi o kadar minik ki… Bembeyaz teni var. Bu gercekten çok tatlı. "Zaman doldu" diyor hemşire. "Biraz daha " diyorum. "Tamam" diyor. Gözümü ayırmadan bakıyorum oğluma. Dua okuyorum, üflüyorum. Elini elimden hiç ayırmıyorum. "Bitti artık, tamam,”diyerek beni çıkışa doğru yönlendiriyor hemşire hanım. Tekrar ağır adımlarla terk ediyorum yoğun bakımı. Kapıda abim Sezai ve Özgür var. Beni alıp odaya çıkarıyorlar. Yatağıma yatıyorum. Perişanım. Herkes moral vermeye çalışıyor, ama duymuyorum.
Tekrar Sinem hoca giriyor içeri. "Nasılsın" diyor.
"İyi değilim. Çok kötüyüm ve çok kan kaybediyorum" diyorum.
"Öncelikle" diyor. "Çocuk iyileşecek, kendini sakın üzme. Bu yoğun bakımdan neler çıktı Allah aşkına Duygu" diyor.
"İnşallah hocam " diyorum kısık sesle.
"Yüzün bembeyaz" diyor. Yanındaki hemşireden test istiyor benim için. Hemşire bazı testler yaptıktan sonra Sinem hoca tekrar geliyor. "Biraz kan kaybettin Duygu’cuğum. Vücudunda 7 litre kan kalmış. Acil kan vermemiz lazım sana" diyor. Az sonra 4 poşet kan veriliyor arka arkaya.
Kalbime kan pompalanmadığı için kriz geçiriyormuşum küçük çapta. Özgür çok korkmuş. En son Özgür’e bakarken gözümün biri sağa biri sola bakıyormuş
Gece oluyor. Uyuyamıyorum. Bebeğim aklımdan bir türlü çıkmıyor. Özgür duymasın diye sessiz sessiz ağlıyorum, Yataktan kalkıyorum zar zor.
Kapıdan çıkmaya hazırlanırken Özgür, "Nereye gidiyorsun?" diye sesleniyor.
"Biraz yürüyeceğim" diyorum. Gözyaşlarımı saklayarak çıkıyorum. Asansöre binip aşağıya, yoğun bakım ünitesinin önüne geliyorum. Zile basıyorum. Hemşire açıyor kapıyı. Üzgün gözlerle bakıyor bana. "Bebeğimi gösterir misiniz bana? Lütfen, sadece bir dakika" diyorum boğazıma düğümlenen göz yaşlarıyla.
"Tamam" diyor hemşire. Perdeyi açıyor.
Yüzünü göremiyorum bebeğimin. Küvöz camın oraya çok uzak. Bir sürü kablo içinde sürekli inip kalkan bir göbek görüyorum. Nefes alırken can çekişiyor sanki. Ağlıyorum, ağlıyorum… Dua ediyorum, Allah’a yalvarıyorum. "Ne olur iyileşsin bebeğim. Bütün bebekler. Hepsi iyileşsin. Hiç bir anne ağlamasın. Allah, kimseye evlat acısı göstermesin. Perdeyi kapatıyor hemşire. Tekrar ağlayarak odaya çıkıyorum. Bu kez tutamıyorum kendimi. Yatağa gömülüp bağıra çağıra ağlıyorum.
Öyle böyle dört gün sonra taburcu oluyorum. Hastaneden çıkarken kucağım boş. Onu orada bırakıp gitmek psikolojisi o kadar berbat ki, güçlü olmaya çalışıyorum. Ali Kemal olmasaydı sanırım aklımı kaybederdim. Eve giriyorum. Annem açıyor kapıyı. Yanında yardımcım Gül var. Ali Kemal çok seviniyor bizi görünce. Hemen yanağına bir öpücük konduruyorum. "Geliyorum annecim şimdi" diyorum. Banyoya gidip ellerimi yıkayıp üstüme temiz bir şeyler geçiriyorum. Malum hastaneden geldim. Kucağıma gelmek istiyor Ali Kemal, "alamam, kaldıramam ki annecim" diyorum. Oturuyorum hemen koltuğa, kucağıma veriyorlar. Öpüyorum, sarılıyorum, kokluyorum oğlumu. İki oğlumu da kokluyorum sanki o an…
Ondan sonra ki tüm günler evde Ali Kemal’le ve her gün 2 kez hastaneye gitmekle geçiyor. Baktığımız camdan küvöz o kadar uzaktı ki 20 gün boyunca bir daha yüzünü göremiyorum küçük oğlumun. Olsun iyileşsin de… Hastaneye gidip geldikçe diğer küvözde yatan bebeklerin anne babalarıyla akraba gibi oluyorsunuz. Herkes kendi hikayesini anlatıyor. Bir bebek var. Adı "Can". 25 haftalık ve 900 gram. Başka bir bebek. Adı "Elif". 500 gram doğmuş. Bizden aylar önce gelmişler hastaneye. 60., 70. günleri. Ben ağladıkça camın önünde "ağlama" diyor Can’ ın annesi. "Sen Can’ ın halini bi görseydin. Hem bu yoğun bakımda kimsenin bebeği ölmemiş daha" diyor. İçime su serpiyor. "Bir şey olsaydı Elif’e olurdu korkma" diyor Elif’ in annesi. Yaşamaz demişler Elif için ama o hayata tutunmuş resmen. Daha neler neler... Çok acı. Bir anne geçiyor kucağında bebeğiyle camekânların arkasından. Camdan yansımasını görüyorum. "Ay ne tatlı bebekleeer" diyor. Kendimi görüyorum o kadında. Utanıyorum.
Gel zaman, git zaman iyileşiyor benim oğlan. Taburcu olacağız hastaneden. Bir yandan çok mutluyum, bir yandan gözlerine bakamıyorum diğer annelerin. Onlarda çok seviniyorlar çıkmamıza ama gözleri buruk. Bende burukluk yaşıyorum. Benim yerimde olmak için her şeylerini vermek isteyeceklerinden eminim.
Çıkmadan önce emzireceğim bebeğimi. İlk kez buluşacağız. Yirmi gün boyunca kafasının sadece üstünü görebildiğim bebeğim kucağımda olacak az sonra. İnanılmaz mutluyum. Muhteşem hissediyorum kendimi. Yoğun bakım kapısında bekliyorum. Bekliyorum, bekliyorum; kimsenin kapıyı açtığı yok. Butona basıyorum, kimse gelmiyor. Zaten her an her isteğim anında olsa şaşarım. İlla bir aksilik olacak! Ve kapı açılıyor…
*
DUYGU’NUN ÖYKÜSÜ-6 Yazısına Yorum Yap
"DUYGU’NUN ÖYKÜSÜ-6" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.