Fevka'ttâbia - 4
İhtiyarın anlattıklarıyla şaşkına dönmüştüm. Anlatırken o anları adeta yaşıyordu. Etkilenmemek elde değildi. Ayrıca bildiğim olayları bilmediğim bir şekilde anlatıyordu. Merakım da gitgide artmıştı:
-Ee, peki Kutuz o şekilde ölünce Baybars nasıl sultan oldu?
-Kutuz hemen ölmedi. Bir gün daha can çekişti. Baybars onu kurtarmak için elinden geleni yapsa da başarılı olamadı. Kutuz son anlarında komutanları toplayarak iktidarı Baybars’a bıraktığını açıkladı ve hayata gözlerini yumdu.
-Kimse karşı çıkmadı mı? Yahut Kutuz’un ölümüne dair sorular sorulmadı mı?
-Bir gün önce moğolların başına gelenler, ardından Kutuz’un ölümü herkesi sindirmişti. Karşı çıkmak ya da soru sormak şöyle dursun Baybars’ın gözünün içine bile bakamıyorlardı. Baybars artık farklı olduğunu biliyordu. Adamları da benzer durumu paylaşıyorlardı. Baybars’ı artık hiç yalnız bırakmıyorlar, gece uyurken bile yakınından ayrılmıyorlardı. Adeta...
-Adeta?
İhtiyar konuşmayı kesti ve kafasını kaldırıp uzaklara doğru bakmaya başladı. Sanki bir şeyler dinliyormuş gibi bir süre çevreye bakındı. Sonra aceleyle anlatmaya devam etti:
-Yenilmez Moğolları yenmek gerek orduda, gerekse müttefiklerde oldukça olumlu bir hava estirmişti. Baybars böylesine büyük ve morali yüksek bir orduyu başkente döndürmek yerine bölgeye çöreklenmiş haçlı krallıklarına yöneltti. Akka kalesi dışında tüm haçlı kırıntılarını ortadan kaldırdı. Çünkü hepsi direnmeden birer birer düşmüşlerdi. Ancak Antakya Prensliği, Prensleri şehirde olmamasına rağmen şehri teslim etmeyi reddetti ve şehir kuşatma altına alındı. Şehrin surları gerçekten de bir kuşatmaya uzun müddet dayanacak kadar büyük ve sağlamdı. Ayrıca şehre gönderilen elçi, şehrin altı aydan fazla dayanacak erzağının olduğunu söylemişti. Zaten uzun süreden beri seferde olan ordu için altı aylık bir kuşatma oldukça fazlaydı. O tarihte Avrupa’da olan Prens’in de destek kuvvetlerle dönmesi muhtemeldi. Komutanlar kuşatmayı kaldırıp diğer prensliklere ya da Kilikya Krallığına yönelmeyi öneriyorlardı. Elbette sırada Moğollara büyük destek veren Kilikya vardı. Ancak arkalarında bir Haçlı Prensliği bırakmak Baybars’ın işine gelmiyordu.
Öncesinde kendi iradesi dışında alevlenen içindeki ateşe artık hükmedebiliyordu. O sıra bu doğaüstü duruma böyle diyordu. "İçimdeki ateş" çünkü tüm damarları alev alev yanıyor, yüreği kor oluyordu. Bir gece yanındaki yirmi adamıyla surlara tırmanıp şehre girdiler ve şehrin savunmasında bulunan herkes Moğollarla aynı akıbeti paylaştı. Bu kez Baybars olaylara müdahil olmak yerine sadece yönetiyordu. Adamlarını tek bir göz ya da parmak işaretiyle yönlendiriyor, çoğu zaman konuşmadan bile anlaşabiliyorlardı. Ayrıca içlerinde yanan ateş alevlendiğinde aralarında unutulmuş Mısır dilini konuşuyorlardı. Baybars zaten bu dili öğrenmişti ama adamlarının nasıl buna bir anda vakıf olabildiklerine bir açıklama getiremiyordu.
Sabah Baybars’ın ordusu şehrin kapılarını açık ve halkı teslim olurken buldular. Derhal Baybars’a haber verdiler. Şehre girdiklerinde askerler ve komutanlar şehri savunan bir tek asker dahi kalmadığını gördüler. Hepsinin kafaları gövdelerinden ayrılmış, iç organları dışarı dökülmüştü. Halksa kendilerine dokunulmaması için yalvarıyor, ne isterlerse yapmaya hazır olduklarını beyan ediyorlardı. Baybars şehri teslim aldıktan sonra ilk iş olarak Antakya Prensine bir mektup gönderdi ve mektubunun sonuna şunları ekledi; "Eğer burada olanlara şahit olsaydın, annenden hiç doğmamış olmayı dilerdin..."
Antakya’da yaşananların haberi bir veba gibi hızla tüm bölgeye yayılmıştı. Artık Baybars ve ordusunun gittiği yerlere önce korku siniyordu. Bu yüzden kalan haçlı prenslikleri ve Kilikya Ermenileri fazla direnemeden boyun eğdiler. O dönemde Baybars hiç bir savaşı kaybetmedi. Moğolları bir çok kez daha püskürttü, ardından Antakya’nın intikamını almak için gelen oldukça büyük bir Haçlı Ordusunu bozguna uğrattı. Böylelikle bölgedeki tek hakim güç konumuna geldi. Moğollarca katledilen Abbasi Halifesinin oğlunu da Kahire’ye getirterek nüfuzunu artırdı. Bayrağına da bir pars motifi işletti. Ancak bazıları onun bir pars motifinden çok kurt motifi olduğunu söylüyorlardı. Özellikle açıklanamayan bazı...
İhtiyar yine sözünü keserek çevreyi dinlemeye başlamıştı. Uzakları görmeye çalışıyor, gölün diğer yakasını gözleriyle süzüyordu. Oldukça huzursuz görünüyordu. Sonra tekrar bana döndü:
-Neyse fazla uzatıyorum. Artık ülke en güzel dönemlerini yaşıyordu. Baybars şehirleri baştan aşağıya imar etmiş, halk nezdinde de korku yerini sevgiye ve saygıya bırakmıştı. Refah ve mutluluk artmış, yollar güvenli hale gelmişti. Ancak her şey göründüğü kadar güzel değildi. Baybars’ın yirmi adamı huzursuzdu. Sebebi ise artık savaş olmamasıydı. Baybars savaş ortamı sayesinde bir şekilde adamlarının ihtiyacını karşılayabiliyordu. Ancak savaş yokken bu kana susamışlığın çaresi yoktu.
-Gerçekten Baybars’ın adamlarının kana susamış vahşilere dönüştüğünden mi bahsediyorsun?
-Hayır Baybars’ın adamlarının birer canavara dönüştüğünden bahsediyorum?
-Peki bunun sebebi ne?
-Yıkık tapınakta maruz kaldıkları şey yüzünden olmalı diye düşünüyorum.
-Ama Baybars da aynı şeye maruz kalmıştı.
-Evet, ancak Baybars güçlü ve iradeli bir adamdı. İçinde yanan ateşi kontrol edebildiğini farkettiğinden beri bunu bir amaç değil araç olarak kullanmaya başladı. Bununla adamlarını kontrol edebildiğini farkettikten sonra ise savaşların sonucunu etkileyen bir unsur olarak kullandı. Baybars sürünün lideriydi, diğerleri ise bir kurt sürüsü. Ama artık elinden bir şey gelmiyordu. Adamlarının görünüşleri iyiden iyiye değişmeye, korkunç bir hal almaya başlamıştı. Tıpkı o gece orada gördüğü silüet gibi, tıpkı antik Mısır resimlerinde olduğu gibi...
Aylarca buna bir çare aradı. Yine eski yazmalara, çevirilere gömüldü. Boş yere harabelerde sorularına cevap aradı. Ancak hiç bir şey bulamadı. Belki de Akhenaten ile aynı akıbeti paylaşacaktı. Tıpkı onun gibi oğlu tarafından gömülecekti belki de. Bir süre sonra artık aramaktan vazgeçti. Ne yapabileceği konusunda uzun uzun düşündükten sonra kendini de adamlarını da Kahire’den uzaklaştırmaya karar verdi. Çünkü her ne kadar adamlarına hükmedebilse de onları öldürmesi imkansızdı. Binlerce ok ve kılıç yarasından kendisi de dahil her seferinde sağ salim çıkmışlardı. Onlar artık kadim efsanelerde adı geçen, Kıpçak ninelerin çocukları korkutmak için anlattığı İt-Barak’tı.
-İt-Barak...
-Evet, kurt-insan arası bir varlık...
-Ama dün o adamın dediği...
-Dinle... Sonra Baybars doğduğu diyarları hatırladı. Aslında hiç unutmamıştı. Alabildiğine uzanan bozkırları, uçsuz bucaksız arazileri, insanın az olduğu bölgeleri... Evet, kuzeye, Deşt-i Kıpçak’a gidecek, adamlarını da oraya sürecekti. Tıpkı Akhenaten’in "Denizci Kavimler"le olan mücadelesi gibi Baybars da ülkesini Moğol belasından kurtarmış, amacına ulaşmıştı. Gençliğindeki gibi iktidar hırsı da yoktu artık. Daha fazla buralarda kalıp telafi edilemez sıkıntılara neden olmak istemiyordu. Oğlu Berke’ye bırakacaktı tahtı. Vasiyetinde varisinin Berke olduğunu, kendisinin dönmemek üzere buralardan ayrılacağını, arkasından yas tutulmamasını ve aramaya kalkışılmamasını yazarak bir gece adamlarını da alarak kuzeye doğru yola çıktı...
Obadan gelen davul sesleriyle irkildik. Ardından bağırışlar ve çığlıklar yükseldi. Heyecanla ayağa kalktım. Obaya doğru koşmak üzereyken ihtiyar beni kolumdan yakalayıp kuvvetle savurdu.
-Otur şuraya!!!
-Ne yaptığını sanıyorsun? Bırak yardıma gidelim!
-Otur dedim! Daha bitmedi! Sana tüm bunları neden anlattığımı düşünüyorsun?
-Bir parça yemek...
-Bir parça yemek demek? Bu kadar ahmak olduğunu baştan anlasaydım anlatmadan önce iki kez düşünürdüm. Şimdi beni dinle. Başka birine anlatamazdım çünkü ya beni deli diye kovarlar ya da zincire vururlardı. Senin mollalara anlatmayı zaten aklımın ucundan bile geçirmedim. Ama sen, senin dinlemek için geçerli bir nedenin var... Uzun zamandır Kıpçak’ı korkutan İt-Barak sürüsünün hepsi bu gece burada olacak. Çünkü sürünün lideri burada. Hepsi bir aradayken yok edilmeliler.
-Ama yok edilemediklerini söylemiştin.
-Evet öyle sanıyordum. Ama bir çözüm buldum. Yani sanırım. Doğu’da Asya’nın bozkırlarında bir şamandan öğrendim. Dediğine göre güzün son dolunayında hepsi bir aradayken liderlerinin kalbine porsuk ağacından bir kazık saplamak gerekiyor.
-Porsuk ağacı mı? Neden porsuk ağacı? Hem onu nereden bulacaksın?
-Uzatma, işte burada, al.
-Ben mi? Liderlerinin yanına bile yaklaşamam, ben bir savaşçı değilim.
-Ben sana yardım edeceğim, çok kolay olacak, al şunu ve beni takip et.
İhtiyar önde ben arkada koşarak obaya girdik. Hava henüz kararmıştı ve çığlıklar, bağırışlar had safhadaydı. Bazı çadırlar yanmaya başlamıştı. Korku ve heyecandan kalbim yerinden fırlayacaktı. Tugorkan’ın çadırının önüne geldiğimizde Tugorkan ve hanımı da dahil tüm askerlerin ellerinde yaylarla beklediklerini gördük. O anda o şeylerden biri bey çadırının tepesinde belirdi. Hemen hemen iri ve kaslı bir insana benzeyen kısa tüylerle kaplı bir vücudun üzerinde kocaman kurt kafası olan, elleri ve ayakları geniş pençeleri andıran bir garabetti bu. Kocaman dişleri ve sarı gözleri bulunduğumuz yerden bile belli oluyordu. Aniden yaratık aşağıya, askerlerin arasına atladı ve aynı anda geri kalan on dokuz tanesi de onu takip etti.
İhtiyar "Acele et" diye bağırarak, karmaşanın arasına daldı. Liderlerini nasıl tanıyacağımı bilmiyordum. Hepsi birbirine benziyordu. Yaratıklar askerleri parçalıyor, sağımızdan solumuzdan oklar vızırdıyordu. Sonra ihtiyar aniden durdu ve anlamadığım bir dilde haykırdı. İhtiyarın bağırmasıyla bütün yaratıklar bir anda buz kesmiş gibi durdular. Ben de donup kalmıştım. İhtiyar bana dönerek "Hadi" dedi. Anlamaz gözlerle yüzüne baktım.
-"Ahmak, kazığı göğsüme sapla" diye bağırdı. Tugorkan, Hanımı, Togan ve askerler şaşkınlıkla bana bakıyorlardı.
Ben "ama, ama" diye sayıklarken yanıma gelip beni sarstı. "Sapla şu kazığı" diye tekrar bağırdı. O sıra yaratıklardan biri durumu anladı ve hırlayarak üzerime atladı. İhtiyar beni çekse de pençesi sırtımı boydan boya kesti. Bu durumu gören bütün yaratıklar hareketlendi, hepsi üzerime çullanmak üzereydi ki can havliyle kazığı ihtiyarın göğsüne sapladım.
Sırtımdaki yara yüzünden güçlükle doğruldum. Kafamı kaldırdığımda yaratıkların hepsi yerde can çekişiyorlar, inleyerek, yalvaran gözlerle bana bakıyorlardı. İhtiyara baktım, titriyor ve bir yandan bana gülümsüyordu.
-Bir an... Bir an hiç yapamayacaksın sandım.
-İhtiyar... Bana adını söylemedin...
İhtiyar kafasını iki yana sallayarak sessizce "ahmak" diye mırıldandı ve gözlerini kapatmadan önce son sözünü söyledi.
- Mısır beni El’Melik ez’zahir rukneddinül’Bundukdarî diye bilir. Ama sen bana Baybars de.
Son.
YORUMLAR
Sevgili Fatih yazının son bölümünü cepten okumuştum malum biraz sıkıntılı oluyordu o şekilde okumak şimdi bilgisayar ekranından okumanın rahatlığıyla öykünün tadını çıkardım.
Oldum olası tarih beni derinden etkilemiş ve efsanevi bir hayal dünyasına sürüklemiştir. Nerede bir tarihi yapı bir harabe görsem geçmişe gider o çağlarda insanlar nasıl ve ne gibi hisleri geçirirler içlerinden diye düşünür ve korku, kaygı, sevinç, hüzün vs gibi duyguları nasıl yaşarlar hep merak ederdim. Merak ederim derken insanın başına ne gelirse diye başlayan espriyi aklından geçirme lütfen ben gerçekten çok merak ederim ve çok heyecan verici bulurum.
Dostum lütfen yeni bir öykünün startını verip kurgulamaya başlayın ve güçlü kaleminizden okuma keyfini bizlere yaşatın.Çünkü epey bir ara verdiniz açığı kapatmak gerek.:)
Kaleminize emeğinize sağlık
Saygı ve sevgilerimle.
grafspee
Yeni bölüm nerede kaldı diye beklerken finalle geldi.
O kadar canlı bir anlatım yapmışsın ki böyle bir olayın tarihi bir gerçek olmadığını bilmeme rağmen yine de en azından böyle bir efsanenin var olup olmadığı sorusu kafama takıldı Hakikaten var mı böyle efsane? Eğer yoksa hemen belirteyim muazzam bir kurgulama yeteneği.
Yeni öykülerinde buluşmak dileklerimle.
Selam ve sevgiler.
grafspee
Önceki bölümleri okumadım ama bu bölüme bakarak konuşursam belli ki yeteneğiniz var.Beğendim.Yazgıcınıza sağlık.
grafspee
Önceki bölümlerini okumadım hikayenin.
Ama, en kısa zamanda okuyacağım.
Bu bölümü yorumlarsak;
önce tarihin hoş kokusunu aldım,
sonra da gizemli bir efsanenin tam orta yerinde kaldım.
Yazarın sunum biçimi de çok güzeldi.
İnsanı hikayeye bağlamayı biliyor.
Tebrik ediyorum.
grafspee
Cok guzel bir sondu kesinlikle.. Öncelikle böyle kaliteli bir hikaye için kendi adıma teşekkür ederim. Hem emek, hem bilgi, hem de zeka ürünüydü.
Ve son şaşırttı. Ancak ihtiyar haklıydı, dinleyen kişi ahmak. Ben bile anladim kim olduğunu, sapla dedigi anda:) ancak tam olarak neden ona anlattığı açıklamaya rağmen biraz muallakta kalmis. E ama normal tabi ki bazi kopukluklar. Selamlar.
grafspee
teşekkür ederim ilginize, selamlar, saygılar.