- 642 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Puanlı Pantolon
Sucuklu yumurta yapan bir kadınım ben. Sucukları doğruyorum ince ince. Güzel kokular salacaklar az sonra, bunu hatırlayıp gülümsüyorum durmadan. Dışarıdan tek tük arabalar geçiyor. Bir çocuk annesine sesleniyor. Kaç adım ötede o anne? Çocuğunu görecek kadar mı açtığı uzaklık adımlarıyla? Yoksa almış başını götürmüş mü ayakları onu anneliğinden çok uzaklara? Birkaç yıl öncesinin o uçarı, hiçbir şeyi takmayan asi ruhunu mu giyinmiş ilerledikçe sokaklarda?
Sucukları koyuyorum tavaya, cızır cızır pişiyorlar sesleriyle beni ta eskilere götürerek… Çocuk çocuk bakıyorum o zamanlar dünyaya. Daha bir derinden duyumsuyorum dokunduğum her şeyi. İzler bırakıyorum durmadan. İlle çekiştirip duracağım temas ettiğim şeyleri, bana uzak köşelerini yok edip benden bir parça yapana dek sürdüreceğim bu yoğurma işlemini. Bir hamur yapacağım çevremi saran her şeyden. Benim hamurum diyeceğim, benim dünyam…
İşte dünyanın ellerimle yoğurduğum bir hamur olduğu o güneşli yıllarda kahvaltılarda bol bol sucuklu yumurta yerdik… Ve annem beni bir yere götürdüğünde asla onu göremeyeceğim kadar açmazdı mesafeyi. O da yerinden kalkıp bensiz bir köşeye salmak ister miydi ruhunu kimi zamanlar acaba? Anne, eş, abla, teyze kimliklerinden soyunup en dipteki, en kendisine benzeyen kimliğinde esip geçmek sokakları, yükselmek yukarılara...
O yüzden mi resim yapmaya bu kadar meraklıydı annem? Bir sürü tablosu süslüyordu evin duvarlarını. O bizden, yuvasından, komşularından, akrabalarından oluşan küçücük dünyasında nefessiz kalan ruhuna açtığı minicik birer pencereydi belki de o resimler. Onlar sayesinde biraz da olsa mola verebiliyordu gerçekte olduğundan çok azını var eden o kadın olmaya. Çünkü eğer olduğu gibi var olsaydı bu dünyada, her rengini cömertçe sergileyebilse, tıpkı resim yaparkenki gibi özgürce esebilseydi; hiçbir zaman tam bir anne olamayacaktı belki. Ben saçları okşanmamış, küskün, küçük bir kız olarak yetişecektim. Anne diye seslenmekten çoktan vazgeçmiş, kahvaltımı yapacaktım sucuk kokusundan bihaber… Hadi diyelim sofrada sucuk da var, ama anne eli değmemiş bir sucuk olacaktı o. Gülümseyen bir anneyle bütünleşmeyecekti zihnimdeki resimde.
Sergiler açan, ünlü bir ressam olsaydı annem, ben şimdi bu ocağın başında sucuklu yumurta yapar mıydım acaba? Küçük kızımın okula gitmek üzere evden çıkmadan önce midesine giren şeylerin ruhunu da besleyen türden olmasına gösterdiğim özende miktar yönünden ne oranda bir değişim olurdu? Gözümün önünden art arda geçen şen şakrak, pırıltılı kadın yüzleri “abartıyorsun” diyorlar bana.
Mesela teyzem gibi olsaydı annem… Geçiştirseydi yemekleri, üç öğün kahvaltıyla… Puanlı pantolonlar giyse, allı pullu incikler boncuklarla süsleseydi boynunu, bileklerini… Tangolar, şiirler söylese; bir köşeye çekip beni, gözlerinden hınzır bir pırıltı, “ee anlat bakalım” deseydi, aşkı ima ederek… Sık sık değiştirseydi mobilyaların yerini, sürekli değişen ruh halinin bir yansıması olarak… Çevresine aksetseydi durmadan… İçi dışı bir, yeri geldiğinde güneşiyle ısıtsa, yeri geldiğinde estirseydi sert poyrazlarını… Yaşam denen şeyin cisimleşmiş hali şeklinde devinip dursaydı bin bir renk saçarak… Çok şey değişir miydi hayatımda? O da uzaklaşan annelerden mi olurdu çocuğunun sesini duyamayacak kadar?
Asla hayır! Evet, bir şeyler değişirdi, bu kesin… En başta da mutfakla olan ilişkim… Bu kadar çok vakit geçirmezdim belki orda. Bu kadar çok pasta çeşidi bilmezdim mesela. Ama çocuklarıma olan sevgimin derecesinde en küçük bir değişim olmazdı. Farklı yaklaşırdım belki, yaralarına farklı merhemler sürer, farklı şekilde dokunurdum onlara. Ama tüm bunların içini dolduran o duygu yine aynı yoğunlukta olurdu. Çünkü teyzemin bana olan sevgisinden biliyordum: Farklı şekilde sevmek başkaydı, daha az sevmek çok başka…
Her şey gibi sevgi de ait olduğu insanın tarzına göre ayrı ayrı ifade şekilleri alıyor, o insanın hayata verdiği cevaplardan biri oluyordu. Teyzemin puanlı pantolonu gibiydi bazı sevgiler… Ne kadar yoğun da olsalar, ait oldukları insanı var etmeye devam ediyor, onun rengini taşıyorlardı.