- 496 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Isınmış Gibi
Sorun ne? Yani böyle durduk yerde havayı tüketen o sıkışmışlık, penceresizlik hali… Gökyüzünü bir ucundan bile tutamayacak kadar grileşmesi içimdeki bulutların… Oturduk, çay içiyoruz balkonda. Kaşıkların bardağa temas ederkenki şıkırtısı bile yetmiyor bahar güneşini hissettirmeye. Ayrılmaz ikili değil midir oysa bu şıkırtılar ve bahar güneşi?
Bir şey var eksik kalan… Gölge olan, güneşli şeylere… Şu küçük yaramaz bile def edemiyor onu dudağımdaki gülümseme kıvrımından. Komşunun küçük oğlu Can vazgeçmiyor mücadeleden, bir şeyler sorup duruyor. Gölgeleri sevmiyor her çocuk gibi. Daha dün ona üzümlü kek uzatan, tazecik zihnine hayatla ilgili yerleşmeye başlayan o resme bir parça tebessüm katan o teyzeyi istiyor yine.
Ama dün olup da şimdi olmayan bir şey var o teyzede. Ya da tam tersi, dün olmayıp da şimdi peyda olan… Ortaya çıkışıyla darmadağın eden her şeyi…
Annesi Ceyda oralı değil yüzümdeki güneşi kapatan bulutlarla… Öyle bir bakışı var ki insana; kime, neye baksa onu bir aynaya çeviriyor hemen… İletişim halinde olan iki insanda ister istemez oluşan o aynadan çok farklı, sahibine zerre yer açmayan içinde… Sadece Ceyda’yı gösteren…
Aslında onun bu umursamaz hali işime de gelmiyor değil… Oğlu gibi didik didik etmiyor içimi. Görüntüye odaklanıyor sadece. Yalayıp geçiyor bakışları. Üzerinde durmadan baktığı şeyin… Bir gedik bulup derinlerine girmeden…
Dünden farkı olan ne var ki? Ya da dün farkında olmadığım ama bu güneşin altında gölgede kalan her şey gibi birdenbire ortaya çıkıp insanı kendiyle yüzleşmek zorunda bırakan hangi pürüz, hangi eksik gedik..? Bu balkonda oturmam mı değiştirdi, acıdan uzak kılan, bin bir güçlükle tutturduğum o açıyı? Koca bir kış girdi balkonla arama. Güneş ve çağrıştırdığı şeyleri bir resim haline getiren koca bir mesafe…
Dışarıyı da içimden farksız hale getiren, üşümüşlüğümü böyle acımasızca yüzüme vurmayan gri bulutlar vardı. Durduk yerde kahkahalar atmıyordu mesela hiç kimse. Herkeste bir parça vardı o üşümüşlükten. Şimdiki gibi yalnız değildim.
Ama bahar geldi sonunda işte! Isınmış gibi davranmak zorundayım yani. Ellerim buz gibi oysa. Bu küçük afacan fark etmesin diye uzak tutuyorum ondan ellerimi. Yüzüm ısınıyor ama yine de. Boynum, kollarım… Ellerime geldiği anda kesintiye uğruyor o sıcak akış. Güneş bozguna uğruyor.
Neden aşk en çok baharda hatırlanır ki?! Uyanan tomurcuklara benzerliğinden mi? Ben unutmak istiyorum oysa. Ezip geçmek tomurcukları… Ama yüzümde öyle güzel bir güneş var ki… Ve öyle güzel bir bahar…
Yüzüm, ellerimde somutlaşan yalnızlığı yok eden bir kapı oluyor sanki bana. Güneşe geçit veren bir pencere… Isındıkça bir şeyleri kaybediyor içinde; beni diğerlerinden ayıran, tekleştiren… En başta da ben’i… Eriyorum tüm buzullarımla birlikte, eridikçe başka birine dönüşüyorum, başka bir şeye… Biz’leşiyorum. Ceyda oluyorum… Ya da hemen yanında oturan cin bakışlı şu küçük oğlan… Sokağın karşısındaki duvarda oturup fısır fısır konuşan, sundukları o mahremiyet görüntüsüyle aşkı fısıldayan iki genç sevgili...
Güneşin gözleri kamaştırması gibi bir durum hâsıl oluyor yani bahar gelince. Şekilleri, sınır çizgilerini kaybediyor; her şeyi birbirine eklenmiş, bütünleşmiş olarak görmeye başlıyorsun bazen.
O zaman şu iki gencin fısıltılarındaki yoğun duygunun yokluğu çok da acıtmamaya başlıyor içini. Onların da içinde olduğu bir bütüne az önce dâhil oldun çünkü… Sınır çizgileri yok oldu. Onların rüzgârda uçuşan saçları arasında seninkiler de var.
YORUMLAR
Sizin öykülerinizi severek ve büyük bir keyifle okuyorum... Paylaşmanız vesilesiyle bu güzel yazınızı okumak imkanım olduğu için mutluyum... Güzel paylaşımınıza, edebiyata verdiğiniz emeğe ve yaşattığınız okuma keyfine teşekkürler... Tebriklerimle... Saygıyla...