- 743 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ESKİ ZAMAN SÖYLENCELERİ
Balkondan aşağı doğru sarkan mavi menekşelerin ve sarı sardunyaların hayatıma yön veren izlerini taşırdım. “İz” sözcüğü unutulmayan bir olay gibi algılanır. Ve ardından da nedense incinme kelimesi taşınır zihinlere. Oysa gördüğüm çiçekler beş duyu organımdan birini hatırlattı bana. “Koku.” Anımsadığım olayların üzerinde birikip onları su gibi yüzeye doğru itiyor, sabah kalktığımda yaşam menekşe tadında başlıyor, sardunyaların beyin kıvrımlarında dolaşan toprak ve yaprak karışımı kokularıyla harmanlanıyordu. Bütün bunlar beni fi ile başlayan tarihe götürür, geçmişten yaşadığım ana dönerken o muazzam akışın bir parçası oluverirlerdi.
“Bu benim işte.”
Diye düşündüğüm zamanın ortasındaydım. Yaşımın kaç olduğu önemli mi? Balkonum da kış boyunca sararıp solan sonra tekrar açan nebatlar gibi duyumsuyorum kendimi. Aşağıya sarkan sepetlerin ağırlığı kadar hüznüm var. Ya o koca telli duvaklı akasya ağacı? İçgüdüsel bir haykırışla evde kalmış gelinlik kızların sonlarını anlatıyor, acı ile burkulan yüzünü kimseye göstermeden beyaz çiçekleriyle pek mutlu görünüyordu. İlkbahar başlangıcında hep böyle hüzünlü hissederim kendimi. Oysa akasya ağacı bir çok romanda mutlu bir tasvirle kendini anlatmıştır okurlara. Gelin duvağını taşıyan ve bir ömür ona bakarak mutlu olduğu zamanları hatırlayan ne çok insan vardır. Kim bilir? Hep romanlar hüzünle mi bitti? Sevdiğine kavuşan kadınlar yok muydu onların içinde? Vardı elbette. Ama daha çok annem zamanından kalan sararmış kitapların mürekkebi silinmiş yazılarında kalmıştı. Şimdi yaşamın hızlı akıcılığında birer birer kayboldular.
Bizi ayıran beton parçasının arkasında orta yaşın üstündeki komşularım bu havada dışarıda kahvaltı etmeyi tercih etmişler, çayın buhar kokan sıcaklığında kahvaltılarını yapıyorlardı. Hamurlu yiyecekleri sevmezdim. Göz ucuyla onlara bakıp iştahla yedikleri kızartmaları süzdüm. Onlar da beni hemen görmüşler:
“Günaydın.” Diyerek kahvaltıya çağırmışlardı. Perhiz de olduğumu söyleyerek ret etmeyi düşündüm önce. Sonra benden yaşça büyük iki kadının ısrarlarına dayanamayarak onların yaşadığı yere yan daireye geçmeye karar verdim. Uzun süren kıştan bu yana ilk kez pırıltılı güneşi görünce bende de sohbet etme isteği olmuştu insanlarla. Yayınevinin bitmez tükenmez kitapları arasında kaybolmak yerine bu kez komşu kapının içerisine süzülerek kayboldum. İki öğretmen kardeşin evini annelerinden kalma eşyalar süslüyordu. Benim en çok sevdiğim eski şifonyerin gıcırdayan cilâsı meşesine bakımlı bir anlam kazandırmıştı. Eski el eşya satanlarda gördüklerim bakımsız kalıyordu yanında. Sahiplerinin titiz hallerinden belliydi ona değer verdikleri. Kulpları bile özenle yenilenmişti. Evimi modern eşyalarla donatmama rağmen buraya geldiğimde kendimi farklı bir huzurda bulurdum. Yüzyıl öncesinden günümüzün penceresine tıklayıp içeri giren bu antik eşyaları başkasında görmeyi daha çok seviyordum. Şifonyerin oymalı aynasında kendimi düzelterek balkona geçtim. Yuvarlak cam masanın etrafını çeviren ferforje sandalyelerin üzerinde kırmızı kalpli şilteler gömülme arzusu yaratıyordu insanda. Kardeşlerden küçüğü büyük cam fincana bergamotlu çayımı doldurdu. Bu havalarda bu çayın lezzeti üstüne konuşmak yerine içmek gerekiyordu. Balkondaki pembe sardunyaların arasında geniş bir kırın ortasında olduğumu hissederek çayımı yudumladım. Aşağıdan gelen çimen kokusu genzime doldu bergamotlu çayla birlikte. Hava güzeldi. Orhan Veli’nin “Beni böyle güzel havalar mahvetti” satırı şu an ki halimle uyum içindeydi. Odadaki saate takıldı gözlerim. Roma rakamlı saatin pötikareleri arasında hızla akıp giderken zaman ben de sabah mahmurluğunu bırakmış, tik takların akışında çimenlerin arasında çıplak ayakla yürümek için izin istedim.