- 565 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
DELİ ZEYHAN!
Birkaç defa daha yanılmıştık sevdaya, sevmeye ve sevilmeye. Her yanılgının altından bir şeyler çıkmasına yine akıl-sır erdiremezken, her şeyi bilen insanlardan da sürekli bir şeyler duyma zorunluluğunda kalmıştık. Her gelenin aynı şeyleri tekrar ettiği, her gidenin de bir öncekinin sözlerinden alıntı yaptığına ve aslında ayrılıkların ve hoş gelmelerin de monoton bir şekilde ilerleyişi ve oluşum aşamalarında da aynı metotlarda dönüşüm göstermesine de tanıklık ediyorduk.
Sürekli nedenlerin arkasına sığınarak yaşamak, sebeplerin ortak yönlerinde ilerleyiş içerisinde bulunmak ve sonlara doğru gelindiğinde de lüzumsuz pişmanlıkları dile getirmekti yaptıklarımız. Altından tonlarca yalanlar çıkardığımız, fakat genel olarak doğrularla yaşama arzusunda boğulup harman olduğumuz sevdaların, karanlık yönlerinde ışık tutmaya çalışmanın yorgunluğunda yoğrulduk. Bir o kadar da canımızı yaktığını anladığımız şeyleri ‘’Hayırlısı’’ buymuş diyerek de devam ettiğimiz için her seferinde kendi içimizde boğulmalarımıza da sessizliğin hükmünde tutulu kaldık.
Sabaha huzurla uyanmak isterken, her yanı çürümüş tahta misali gıcırtılarla inlettik kulaklarımızı. Pas tutmuş demir misali, işlev görmez diyerek birer yığın halinde hurdalıkların köşe başlarında yerimizi aldık. Umutlar biçtik, hayaller sıraladık zihinlerimizde. Her başlangıcın bir sonu, her sonun da bir başlangıcı vardır diyerek çizdiğimiz yollarda başka yönlere saptığımızı anladığımızda, çekilmemiz gerektiğine kanaat getirerek ya hayalleri yarıda bıraktık ya da kendimiz yarıda bırakıldık. Gözyaşlarımız sel olup akarken, buğulu buğulu bakındığımız hayatımızda her seferinde, her şeyde bitmelerin var olacağını doğruladığımız halde avutmak zorunda kaldık kalbimizi.
Mutluluğu huzuru insanlardan beklemek çok aptalcaydı. Kim verebilirdi ki sana bunları? Her zaman yoksunduk sevgiye. Mutluluğa aç, sevilmeye susamış.
Ve mutluluk kendindeydi. Yaptıklarına pişmanlık duymamak, yapacaklarına da her zaman istekli olmak. Zaman ilerledikçe bir kez daha doğru bildiklerimi yapmanın mutluluğu içerisindeydim. Her şeye değerdi ve her şeye değiyordu. Mutsuz olmak bile mutlu ediyordu insanı. İşte en çok da buna gülüyordum. İnsanların beni aptal görmesine gülerek karşılık verdiğimde, asıl aptal olanların onlar olduğunu ve aptal olduklarını bilmemelerine de kahkahalarımı gizli tutamıyordum. Ne kadar aptalca değil mi?
Konuya nereden başlayacağını bilmeyenlerin, her konuda bildiklerini sıralaması kaçınılmazdı. İnsanları dinlerken, dinlenildiğimizi zannederek sürekli bekleyiş içerisinde duraksatıldık. Sürekli bir şeylerden bahsederek yeni cümleler kurmak için sıraladık kelimelerimizi, devrik cümleler arasında kaybolduk.
Annem acı iyidir diyerek yemeğe bol bol katardı biber salçasını. ‘’İnsanı zinde tutar, enerjik ve dinç olursun, üşümezsin’’. Yanında iki tane de büyüğünden soğan doğrar ekşisini bol dökerek koyardı her yemeğin yanında. Yemeğin acısına ayran çözüm olurdu, bazen de buz gibi soğuk su. Olmadı; ekmeği tıka basa doldurduk ağzımıza. Yemeğin acısına çözüm vardı da, hayatın acısına çözüm yoktu. Yâr yarasıyla yanan bedenime ne gitmek çözümdü, ne de kalmak. Gitmek isteyip de olduğum yerde saymalarım da haddini aşmışken, sürekli bir şeylerin telaşı içerisinde dolanıp duruyordum kendi etrafımda. Söylesene anne;
‘’Bu acı nasıl geçer?’’.
Yine her zaman ki gibi cevabı pat diye yapıştırırdı annem.
‘’Acıyı veren Allah, tatlısını da verir. Derdi veren Allah, dermanını da verir.’’
İnsanların beden yansımalarında kendilerine dair bir şeyleri belli etmemelerine karşılık olarak, içinde bulunduğu yapının ve kalitesinin de farkında olamıyoruz bazen. Farkı ve çeşitliliğinden türeyerek meydana gelen kaosun içerisinde adımlar atmak, bazen ilk adımda getiriyor sonunu, bazen de ortalarına gelindiğinde.
Sonuna ulaşmanın imkânsız olarak görünmesinin sebeplerini genelde karşısında arayan insanların, etrafına saçtığı saçmalıktan ibaret tavırlarını ve en başta gelen hal ve hareketlerini ‘’insandır sonuçta’’ diyerek katlayıp bir kenara koyduğumuz için, birçok kez kalp kırıklığı ve can sıkıntısı ile baş başa kalabiliyoruz.
İnsanlık dersi verenlerin, bir hoca gibi karşımızda ezber sisteme kurban gitmiş öğrenci olarak görmeleri, bir o kadar da garipsenmiş bir durum olarak görünüyor gözümüzde. Aslında tüm bu olanların da sorumlusu olarak yine başyapıtında bizler yer alıyoruz.
İyilerin ‘’kötü’’, kötülerin de ‘’baş tacı’’ yapıldığı bu sosyal yaşamda; hayatın burukluğunu ve bozuk tadını en bahtsız şekilde ve en adi bir biçimde monoton olarak yaşamanın azmindeyiz.
Bilinmeyenlerin bilindik, bilinenlerin de sıradanlaşmış bir kategoride ayrılışına boş boş bakınıyoruz. Yenik arzularla ve isteklerle farklı bir yaşantı farklı bir hayat diyerek başlangıç yapmak istediğimiz anlar oluyor. Geçmişi unuttum derken en başından başlıyorsun yine olduğu gibi. Sonra bir bakmışsın içinden çıkamaz oluyor, çıkamadığın gibi de tekrardan yaşatıyorsun bedenine acıları.
İnsanı anlamak için konuşmaya, dinlemeye gerek yoktur.
Yalnızlığın damarlarına işlemişliğini gözlerinden anlarsın.
Yıkılması zor, bir o kadar da narin.
’
TUNAHAN TOKSOY
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.