YALNIZLIĞIN İLACI
FERDA-32-
Gülten, beyaz, küçük elleriyle, yakalığının altından gümüş renginde bir zincir çıkarıp, zincirin ucundaki figürü gösterdi;
’ Bak!’ dedi, Ferda’ya, ’ Sen de ister misin?’
Bu, başının çevresinde hilal ay olan bir bozkurttu; Ağzı yukarı doğru açık, uluyan bir bozkurt. Ferda, bu narin, pembe beyaz güzel kızın boynunda, siyasi bir simge olan ve vahşiliği çağrıştıran bir görüntüyü aykırı buldu.
’ Bilmem, kaç para ki?’ Hafifçe dokundu Ferda, kolyeye.
’Babama üç tane aldırdım, bu da senin,’ dedi Gülten, çantasından kağıt bir kutu çıkararak, Ferda, şaşırdı; Kadir amca niye ona bir kolye alsın ki? Samimi arkadaşı ve komşusu olan birinden hediye almamak ayıptı; hem bozkurt kolyesi, Gülten’in boynunda, birkaç dakika içinde, siyasi anlamından sıyrılıp, stili olan zarif bir süse dönüşmüştü. Ferda, teşekkür edip kolyeyi aldı, ama içinde bir huzursuzluk vardı. Şimdi, bir tarafa ait olmuş olacaktı; kafasında sürüyle cevapsız soru varken bir tarafa dahil olmak doğru muydu? Mahir solcuydu; Şimdi burada olsa ne derdi? Solcu olmak nasıl bir şeydi? İki tarafın fikirlerini de bilmiyordu ki; bu yüzden fikirleri değil de kişileri kıyaslayabilirdi ancak. Gene de kolyeyi alıp taktı; o da Gülten gibi yakalığının altından geçirerek gizledi bozkurdu.
Yavaş yavaş, herkes, kendi safını belirliyordu. Erkekler arasında, zengin ve yakışıklı olmak, forslu olmaya yetmiyordu; siyasi görüşünü ateşli bir şekilde savunmak gerekiyordu. Bozkurt kolyeli olanlarla olmayanlar tek tek kendilerini göstermeye başladılar. Anketlerin de içerikleri değişti; hangi görüşteysen sorular ona göreydi. Böylece, defterler de saflara ayrıldı. Hasan’la Ferda’nın tekrar konuşması bugünlere rastlar. Hasan bir gün, elinde bir kitapla geldi Ferda’nın yanına; kitabın üstünde, Türeyiş Destanı, yazıyordu. Hasan, bu kitabın okunması gerektiğini söyledi. Tommiks Teksas dışında bir kitap okumayan Hasan, bir başka olmuş, değişmişti. Ferda, Hasan’ın gözlerinde, özel bir bakış görmeyince içi ferahaldı. Kitabı hemen aldı, çünkü, Hasan’la muhalefet etmek istemezdi, bir gün: ben Ferda’yı çıplak gördüm, diye birine fısıldayabilirdi Hasan.
Cuma günü, her zamanki gibi, paydostan önce İstiklal Marşı okunacaktı. Ferda’nın sevdiği hocalardan biri olan fizikçi Mahmut hoca, aynı zamanda müdür yardımcısıydı. Okulun önündeki merdiven yükseltisinde durmuş bağırıyordu; öğrenciler bir türlü düzene girmiyordu. Mahmut hoca birden öyle bağırdı ki, tüm kasabada yankılandı sesi;
’ Sizin, kanınızdan şüphe ederim ! ’
Hocanın baktığı tarafa döndü herkes, meğer birkaç öğrenci marştan önce gizlice okul bahçesinden çıkmış gitmişti. Ferda, bu, ufak tefek, sürekli pantolonunu yukarı yukarı çeken, fizik hocasından bu kadar yüksek ve sert bir sesin çıkmasına hayret etti. Sonra İstiklal Marşından kaçan öğrenciler tesbit edilip disipline gönderilmişler.
Okulun çehresi başka başka renklerle değişirken, yılsonu da geldi. İkinci sınıfta alan belirlemek için dilekçe vereceklerdi. Okul idaresi tatile çıkmadan dilekçelerinizi verin, dedi. Ferda, Fen bölümünü seçti; çünkü Ali hoca ve Gülten yüzünden edebiyata olan derin bağlılığını yitirmişti. Bir de artık, Gülten’le aynıu sınıfta olmak istemiyordu. Fen bölümünü seçmesinin bir sebebi de, hakikaten fizik dersine duyduğu meraktı. Matematikten hiç anlamayan birinin fizik dersini sevmesi aykırı bir durumdu elbette, ancak, fizik konularının yaşamla açık seçik olan bağlantısı Ferda’ya cazip geliyordu.
Okulun son günü. Ferda, karnesini alıp, yola düştü. Tek başına yürüyordu. Köyün, iki tarafı ağaçlıklı yolundan yürümeyi çok severdi. Hava ılıktı, yeşillik sonsuzdu. Ali hocanın son derste söyledikleri kulaklarındaydı hala; Ali hoca, her günkünden daha da coşkulu konuşmuştu;
’ Okuyun arkadaşlar, bol bol kitap okuyun. Neden mi okumanızı istiyorum? Çünkü şuradan çıkıp da, evinizin yoluna girdiğinizde, tüm arkadaşlarınızdan ayrılırsınız. O yolda tek başınıza kalmışsınızdır. Birden, yüreğinizden yukarı yakıcı bir yalnızlık sesi duyarsınız. Nedir bu yalnızlık? Nereden geliyor bu ses? Onca dostunuz, arkadaşınız neden yetmiyor içinizde bağıran bu yalnızlığı yok etmeye. İşte arkadaşlar, edebi eserler, içinizdeki bu yalnızlığın tek ilacıdır.’
Ferda’nın sevmediği bu hocanın son sözleri kulaklarında çınlıyordu. Dünya koca bir resim gibiydi, herkes bu resimde bir yere sahipti. Fakat Ferda, kendini hiçbir yere ait hissetmiyordu. Kalbinden gelen o yalnızlık çığlığı, tam da Ali hocanın dediği gibi öylesine yakıcıydı ki. Doğanın şu masum güzelliği olmasa ölmek isterdi. Kuş sesleri, çamların sıcacık kokularına karışıp, gel!, diyordu. Arkasında duyduğu sesle ürperdi. Baktı, gelen Turan’dı; Onu yalnız gören Ferda sordu:
’Zeliha yok mu?’
’Yok, annemle çarşıdalar, kız kıza alışveriş yapacaklarmış.’
Turan, gene eğik, ince dal gibi boyuyla yürüyordu; yüzündeki saf gülüş hiç eksilmezdi;
’ Geçen gün, Hasan sana kitap mı verdi?’
’Evet, Türeyiş Destanı, tatilde okurum.’
’ Bırak ya, siyasi bir kitap o, neden okuyorsun ki?’
’ Olsun, herkesin fikrini öğrenmek lazım, bir de bu bir destan, Türklerin destanı, niye siyaset olsun.’
Turan, elinde tuttuğu klasörünün arasından bir kitap çıkardı,
’ Al bunu oku; Ali hoca bunun çok değerli bir edebi bir eser olduğunu söylüyor.’
Ferda, kitabı aldı; İnce Memed, yazarı: Yaşar Kemal.
’Ben okudum, sen de oku konuşuruz.’ dedi, Turan çekingen.
Ferda, çok teşekkür etti; bu İnce Memed, Turan gibi biri miydi acaba, ince olduğuna göre...Ali hocanın yalnızlık üzerine verdiği söylevden sonra, bu kitabı bir an önce okumak istiyordu. İçinde Ali hocaya karşı incecik, iplik gibi bir sevgi yükseldi.
...arkası yarın...
YORUMLAR
Yüceltilen patriotizmi aslında suni, oldukça zorlama bir üst kimlik diye düşünürüm hep. Eksik olanı ne güzel dillendirmişsiniz: “ İçinden; elveda, elveda... dedi. Elveda köprü, elveda ırmak, elveda Gül, elveda Gizemli delikanlı...elveda kamyon..” Tam da böyle bir şey değil midir, her yere sinmiş, zamanı geldiğinde elvadanın, yaşanan yerlerde bırakılan, aslında bırakıldığı sanılıp, mazimize aktardığımız yaşanmışlıklarımız değil midir? Öyledir, evet.
Ama Ferda’nın yaşlarındayken yeni yerlerde, yeni yaşanmışlıklara aday değil midir? Benim yok bir itirazım.
Şampuan, reklamlarını hatırlarım çocukluğumun, tam da aynı şeyler yaşandı tüm ülkede. Belki; “Böylece, bekareti bozuldu saçların, bir daha sabunla yıkanamadı” kadar sert olmadıysa da, bir değişim, hem de Almanya kökenli, yaşadı bu ülke. Almancılar geldi. Bu geliş, km ne derse desin, bizim kendimizle yüzleşmemizin de başlangıcıydı. Bunun bir başlangıç, belki de bir yüzleşme olduğunu anlamadık o zaman, güzeldi doyurulmuş, içinde ufaktan başlayan yabancılaşmanın olduğu hasretlikler.
Elbette, insanın öğrendiği sadece bu değil! Öyle bir çağlarımız var ki geçmemiz gereken, işte o zaman; “ En büyük acıların ruhu zedeleyenler olabileceği gibi, beden de ruh kadar incinebiliyor ve aslında; ikisi de kolay iyileşmiyor.” gibi şeyleri de öğreniyoruz. Ve şarkılar...Nasıl da hayatımızın parçası oldular, nasıl da mazimizi yüklendiler.
Ebeveynler, sevgilerinden kuşku duyamayacağımız bu insanlar, ne zaman korksalar ve bu korku bir yitirişin sebebi sanıldığında, acımasız birine dönüşüyorlar gerçekten de. Garip, değil mi? Ama öyle. Yoksa bir zamanlar mı öyleydi?
Ha, bir de arkası yarınlar. Ne roman ne de tiyatro. Bir film hiç değil. Sahneleri anlatmak için ne çok laf edilmek zorunluydu. Güzeldi ama.
“tarih, ısırgan, benzemek, merak” bu dört benzemezden bir kompozisyon, akıllıca gerçekten. Ve zaman öğütmektedir seçilmiş dostlukları. O küçük yüreklerde beliren, varolanı koruma dürtüsüne, ihanetlerin matematiğine göğüs germe dürtüsü inat, “gerçek hayatın” hayatımızda ağırlığını hissetmemiz.
Bir amca, hem de bunca zaman sonra, bir sürprizi olarak hayatın, girmişse ve hoşsa yarattıklarıyla, iyidir.
Mektuplaşmaları hatırladık sonra. Ne kadar sıcaktı bir mektup almak. Ne kadar meşakkatliydi karşılığını yazmak. Güzeldi de.
Bazen, yıkıcı, kaldırılması zor cümleler taşırlardı içinde. “Seni öyle çok hayal ettim ki; şimdi, şu anda yanımda olsan, yaşayacak hiçbir şeyimiz olmazdı.” diye tamamlanmış bir cümleyi sindirmek zor değil midir?
21-31 numaralı parçaları okumayı henüz bitirdim ( 32. Parçayı yarına bıraktım). Küçücük bir sıkılmanın, azıcık bir yılmanın hissedilmemiş olması içime, benden değil, romanınızın akıcılığındandı.
“Mustang” filmini seyredeli çok olmadı. Temaları, kızlar olması açısından, eşleştiremesem de, özdeşleştirmem hiç de zor olmadı. Ah keşke; bizim hayatımızdan kopuk o senaryoda ısrar edilmeyip, sizin, hayatı, bizim hayatımızı kucaklayan anlatımınız işlenseymiş. Keşke sizin yazdıklarınız senaryosu olsaymış. Olsaydı da; şarkılarla, hayatla, bizim hayatımızla, hayatımızın ürünlerl şarkılarımızla çelişmeseymiş.
Yazacak çok şey var bende, yazacaklarınızı beklemek en iyisi galiba. Çok gerçekçi, gerçeklerin içinden sızan şeylerse çok romantik. Anlatım, aktardığı her olayda adeta bir seyirci gibi, oldukça mazlum bir köşenin seyircisi gibi. Doyurucu bir de, söylemezsem çatlardım. Ve eğer bir roman olsaydı yayınlanmış, önce okurdum, okuyup, mutlu olurdum. Sonra, tüm dostlarıma önerirdim.
Kaleminize sağlık.
Sağlıcakla,
nitemtran tarafından 3/25/2016 9:50:13 PM zamanında düzenlenmiştir.
lisbeth
korkarım, bu ikinci yorumunuzla bir sorumluluk aldınız. şöyle ki, bu bir roman olunca, sizin yorumlrınız da eklenerek olacak. yakın bir arkadaşımın önerisiydi bu. şimdi ben de emin oldum.
teşekkürler teşekkürler.
nitemtran
Sağlıcakla,
En çok ince ve derinden gelen benzetmelerinizi seviyorum. Gözümde canlanıyor karakterler. Mesela şu "Turan, gene eğik, ince dal gibi boyuyla yürüyordu; yüzündeki saf gülüş hiç eksilmezdi" detayına bayıldım...
Yine çok güzeldi, tebrikler