- 557 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
409 - HAYAL KIRIKLIĞI
Onur BİLGE
Onlar dürüst davranmak istediler ama olmadı. Burada düşünce, örf adet çok farklı… Oralara benzemez. Nasılsa kabul edilmeyecekti. Kabul edilse de hayat boyu baş kakıncı olacaktı. İlerde olacakların baştan olması daha iyi oldu.
Tatil için gelmişti. Evlenme arzusuyla değil… Hakkında alınan karara uydu, denilenleri yaptı. Karşısına topuğuna çıkmayacak birisi çıktı. Kaderine razı oldu. Sevmedi. Sevecek kadar vakti olmadı. Aslında neye uğradığını anlayamadı!
İşin başında bir eksikliğini onun ve ailesinin yüzüne vurdular. Kendileri mükemmelmişler gibi… Allah kimseye fırsat vermesin! Hemen ezmeye kalkarlar işte böyle! Ufalarlar, ayaklarının altına alırlar! Paspas ederler adamı!
Beraat gecesi camide yapılan ibadetlerin en makbulü belki de Çisem’inkiydi. Kızcağız orada ne yapacağını bilemedi. Anneannesine nasıl da bağırdı öyle:
“Beni neden getirdin buraya? Ne öğrettin bana? Şimdi ben nasil namaz kilacam? Okumak bilmiyorum. Öğretmedin! Ne diyecem?” Onun cevabı da enteresandı:
“Deden öğretseydi bana ne? Anan var baban var.”
“Dedem öldü tabi kalkip cevap veremez ya ona at!”
Nasıl bir ağlamaktı o! Nasıl bir koşuydu Yaratan’a doğru! Nasıl bir çırpınış, nasıl arayış!.. O zamana kadar bu kız onların değil miydi! Gözlerinin önünde, yanlarında… Neden başıboş bıraktılar? Bir konuda sahip çıktılar, işbirliği ettiler. Elbirliğiyle evlendirme konusunda… Yani başlarından defetme… Kesin çözüm!
O güzelim kızı, yüzüne tiksinmeden bakılamayacak işsiz güçsüz, kişiliksiz birine layık gördüler. Onu ona ezdirdiler! Herkesin: "Ergenlikli, sivilceli, yamuk suratlı…” dediği, beğenmediği birine… Onun da sevecek kadar zamanı olmadı. Zaten sadece Almanya yolunun açılması için nişanlandı.
Deli avutur gibi avuttuk Çisem’i. Alıp alıp gezdirdik. İsyanını, öfkesini bir türlü dindiremedik. Kin, nefret ve intikam duygularıyla yanıyordu! Kusurlu bulunmak, layık görülmemek, beğenilmemek, hor görülmek… Hepsi birleşince balyoz etkisi yapmıştı!
Onun sadece zengin olmak amacıyla kendisine yöneldiğini biliyordu ve onu ancak zengin olarak ezebileceğine inanıyordu.
“Görecek o! Ben Almanya’ya dönecem. Hiç ses çikarmadan çalışacam, çok para kazanacam. Yarın geldiğimde görecek o son model araba altimda… Çatlayacak!.. Görecek bakalim o kimmiş, Çisem kim!.. Beni beyenmiyo! Sen kimsin ulan, sen kimsin!..”
Tatilinin bitmesini beklemedi. Tek başına dönme kararını kimse değiştiremedi. Annesi biraz daha kalmak istiyordu. Tatilini sonuna kadar kullanmak…
Bir akşamüstü kapı çalındı. Baktım, Çisem.. İçeriye girdi. Ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüştü. Üstünde bir pantolon bir tişört vardı. Kar gibi çoraplarını hatırlıyorum. Çoraplarının içindeki ince, uzun, narin, çaresiz ayaklarını… Adanalıların bir sözünü anımsıyorum, o andaki gibi… Kanayaklı! Zavallı, savunmasız, naçar, muhtaç, ezilen kadınlar için kullanılan derin bir acıma sözcüğü… Kanayaklı...
“Hakkini helal et! Ben gidiyom! Yarın öğleden sonra uçakla… Bilet aldim.”
Bana gelmiş vedalaşmaya… Onu teselli ettiğim ve sureleri öğretmeye çalıştığım için… Başka kimseye de gitmemiş. İki gözü iki çeşme… Mum gibi sararmış! Nasıl hayat doluydu ilk gördüğümde! Kabına sığmıyor, taşıyordu! Coşkun bir neşe içindeydi. Ne çok hayal kurar, onların gerçekleşmesi ümidiyle ne kadar heyecanlanır ve sevinirdi! Bu yıkılmış, bu perişan kız o cıvıl cıvıl gencecik kız mıydı!
“Gidecem, çok çalışacam, zengin olacam, arabayla gelecem, onu çatlatacam! Görecek Çisem’i… O yürüyecek ben geçecem direksiyona, şöyle bakacam ona!” diyor, bembeyaz ince uzun parmaklarını birbirinin içinden geçiriyor, evirip çeviriyordu…
Ne yapacağını bilemeyen asabi kişilerin aceleciliği ve tedirginliğiyle oradan oraya gitti geldi, bir yerlere oturdu kalktı. Annem evde değildi. Ona da selam söyledi. Ondan da helallik istedi.
“Bana dua edin! Uçakla gidecem. Çok korkuyom!” dedi.
Bir insanın gururuyla bu kadar oynanmaz ki! Beğenmiyorsan usulca geri çekersin kendini. Ayrılmanın da bir âdabı vardır. O kız nasıl adetlerimize ve dinimize uygun şekilde istendi ve nasıl verildiyse, yüzükler nasıl aileler arasında da olsa küçük bir törenle güle oynaya takıldıysa, usulüne uygun bir şekilde iade edilebilirdi. Yenen, yanan yoktu! Bu kızı bu hale getireceklerine öldürselerdi daha iyiydi! Bari bedensel bir acı hissederdi ve bir daha da hissetmezdi! Bu ruhsal bir acıydı. Kolay kolay dinmeyecek şiddetli bir sancı… Durup durup depreşecek derin bir ıstıraptı. Hele o iç sıkıntısı!.. Delilikle eşdeğer…
O, çocuk sayılacak yaşta çok acı bir olay yaşamış, oldukça kuvvetli bir darbe yemiş, buna rağmen hayatın akışına bırakmış kendisini, deliliğe vurmuş, yaşayıp gidiyordu! Çok neşeli görünen, çok gülen eğlenen, kabından taşan insanların içlerinde çok büyük acılar, kimselere diyemedikleri dertler, kimseyle gideremedikleri yalnızlıklar vardır.
O denizin balığı bu denizde yaşamaz, yaşayamaz. Bu sulardaki balıklar da o sularda… Çisem, küçük yaşta gitmiş Almanya’ya… Orada, o insanların arasında büyümüş, onların rahatlıkları ve doğrularıyla… Suyu ne kadar bulanık olursa olsun, o akvaryumun balığı olmuş. Orada dışlanmayacağı, rahat edeceği kesindi. O açıdan bakılırsa gitmesi daha hayırlıydı, kalmasından. Maneviyat açısından bakılırsa, helak olacağı endişesi içindeydim. Yine Sen Josef’in ikonunu takacaktı, boynuna. Yine eski yaşantısına dalacaktı. Ana yok başında, baba yok! Yapma etme diyen yok, şöyle yap böyle yap diyen yok! Kendi başına buyruk incecik bir filiz…
Ne cesaret çıkar, incecik filiz! Toprak sert, ayak sert… Kendisini koruyamaz ki! Eller acımasız, eller gaddar! Gözünün yaşına bakmaz, harcarlar! Hele yaban ellerde! Yaban ellerde dağılmış ailelerde… Bir lokma ekmek için olur olmaz yerlerde…
Bir onu bir de kendi durumumu düşündüm. O ailede gemisini kurtaran kaptandı! Benim ailemin gayesi bendim ve benim öyle büyük büyük beklentilerim yoktu hayattan. Bu tür hedefler belirleme, özendirile özendirile edindiriliyor. Bizde böyle özentiler yok. Başka özentiler var. Ressam olmak, şair olmak, yazar olmak gibi… Hele hele araba hayalim hiç mi hiç olmadı.
Hep ev resimleri çizmişimdir. Bence onlar mutluluğun resimleridir. Bahçe içinde, tek katlı, küçücük bir ev… Bacasından yaz kış duman tüten… Bir de yolu olur mutlaka… Bahçe kapısından kapıya kadar kavisli bir şekilde uzanan, gittikçe daralan… İki yanında çiçek tarhları olan… Dizi dizi saksılar sıralanan… İlle de ille arkasında bir ağaç… Alabildiğine yeşil ve damı epeyce aşkın… Bir iki tane de yanlarda olabilir ama aynısından değil… Önde ağaç olmasın ki ev tam görünebilsin! Yoksa ne anlamı var! Evin önünde bir arık ya da çay, üstünde minicik bir köprü, iki tarafında korkuluğu olan; arkasında, biraz aşağıda deniz, onun arkasında da denizin yarısına kadar uzanan dağlar… Dağlar koyun koyuna… Morumsu sıradağlar… Aynı bizim batı tarftaki Toroslar…
Denizde bir iki yelkenli… Bembeyaz yelken bezleriyle kuğular gibi… İlle kırmızı biri… Diğeri varsa denize zıt renkte… Mavi, yeşil, siyah beyaz mor falan olmaz. Pembe ya da sarı olabilir mesela… Sarı ışıklar saçan portakal gibi bakan güneşe eş… En az üç tane de martı, m harfinin kanat açmışından… Denizin üstünde uçmakta olan… Her zaman eşkenar üçgenin köşelerindeymişler gibi duran… Biri önde, diğerleri arkada… Hep ama hep gelmekte olan…
Bir kız olur bir de, denize doğru yürüyen… Kısa kollu beyaz bluz, beyaz mini eteklidir. Siyah saçları omuzlarındadır, başında beyaz kasket vardır. Sağ elinde bir sepet, içinde yiyecekleri… Giyecekleri değil, çünkü hiç mayo giymemiştir ve denize girmemiştir. Antalya gibi yerde, Akdeniz önünde boyulu boyunca uzanmış, kuzu gibi yatarken, denizkızı olacakken, yüzme bile bilmeyen biridir. Kumsalda oturur, güneşin alnında boşuna yanar. Sadece ayaklarını sokar suya… Alışkanlık bu ya…
Çisem, tarifsiz kederler içindeydi. Önceleri çalışmaktan bıktığından, iş arkadaşlarının kaprislerine tahammül edemediğinden yakınırdı. En çok da adının alay konusu edilmesinden… Şimdiyse iyiden iyiye hırslanmış, iyice bileylenmişti! Hıncından çıldırmış gibiydi! İntikam arzusuyla yanıp tutuşuyordu! Hemen gidecek, çalışacak, kazanacak, biriktirecek, ilkin son model bir araba alacak, gelip oğlana hava atacaktı! Bütün muradı buydu!
Çok kalmadı. Doğru dürüst de oturmadı zaten. Köşe kapmaca oynar gibi oradan oraya sıçradı durdu! Geldiğinde sarıldığından çok daha içtenlikle sarıldı giderken. İkizinden ayrılıyor gibiydi. Bir daha biç bir araya gelemeyecekmişiz gibi… Ben de benzer hisler içindeydim. “Gitme!..” demek faydasızdı. O, oraya aitti nicedir. Beklentileri ancak orada gerçekleşebilirdi. Defalarca ellerindeki ellerimi sıkarak:
“Benim için dua et, Semiray!..” dedi ve gitti.
Avuçlarımda, kanı çekilmiş ellerinin soğukluğu kaldı. Köşeyi dönüp yok oluncaya kadar arkasından baktım. Başı öne eğik bir vaziyette seker gibi yürüdü gitti. Bir kere olsun ardına bakmadı.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 409
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.