- 1019 Okunma
- 6 Yorum
- 2 Beğeni
İKİ YABANCIYDIK
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
İKİ YABANCIYDIK
Gün doğmak üzere. Ben doğuracakmışım gibi tatlı tatlı sancılanıyorum. Birazdan sönecek kentin ışıkları. Dolacak gözlerime çarpık kentleşmenin yarattığı görüntü kirliliği. Sabahı bekleyen yük gemileri denizin mavi teninde çıkan irin toplamış sivilceler gibi çirkinleştirecek güzelim kenti. Kıyıya tek parmaklı bir eldiven gibi uzanan bu şehrin yeşili ise yok denecek kadar azaltılmış. Gelen çalmış, giden çırpmış. Yeşilin yerini birbirinin boğazına yapışmış, nemrut, gri binalar almış. Kentin süsü limon ağaçlarını ise arayan bulabiliyor ancak.
Gün doğdu ama sancım geçmedi. Daha da artıyor pencereden baktıkça. Hazırlanıp çıkmalı.
Cadde boyunca sıralanmış dükkânların önünden vitrinlere düşen aksine bakarak yürüdü genç kız. Lacivert blazer ceketi, dar paçalı blue jeani, beyaz tişörtü ve ince topuklu lacivert ayakkabılarıyla oldukça iyi buldu kendini. At kuyruğu yaptığı siyah saçlarını bir o yana bir bu yana savurdukça daha da iyileşti. Kötü hissettiren tek şey elinin boş oluşuydu. Hiç tanımadığı birine ilk kez bir şey alması gerekmişti. Sürekli kötülenmiş, hakkında bir tek iyi cümle kurulmamış birine hoşlanacağı bir şeyler bulmakta zorlanmıştı. Bir parçacık tanıyabilmiş, iyi ya da kötü kendi gözleriyle görebilmiş olsaydı onu...
Kendini öldürmeden önce nasıl yaşardı? Ya öldürdükten sonra? Kitapları sever miydi? Okuyarak mı doğurmuştu kendini? İçinden geldiği gibi yaşayarak mı? Her şeyden, herkesten kaçırıp gözlerini sadece kendi içine bakarak mı?
En sevdiği tatlıyı bilebilseydim. En sevdiği rengi. Ya da sevmediği bir kaç şeyi.
Zile dokunup bıraktı. Dönüp gitmeye hazırlanırken açıldı kapı. Yaşlı kadının yüzünde ne bir şaşkınlık ifadesi belirdi, ne de bir sevinç belirtisi. Geleceğinden haberliymiş gibi tutup kolundan çekti genç kızı içeri. Kolunu bırakmadan diğer eliyle kapattı kapıyı. Satın alındıkları günden beri aynı pencerenin önünde duran kendisi gibi rengi soluk, iskeleti sağlam koltuklardan birine oturttu. Havanın kararmasına saatler olduğu halde perdeleri çekti. Kendi dünyasına, olmayan rahmine sakladı genç kızı. Yıllardır cezalı gibi kıpırtısız durmaktan yorgun düşmüş, antika oymalı konsola yöneldi. Sedef işlemeli çekmecelerden birini bakır kulpundan çekerek açtı. Yangın çıksa kendinden önce kurtaracağı kutuyu çıkardı. Acelesiz yürüyüp genç kızın karşısına oturdu. Kutuyu açtı. Bir nimetmiş gibi incitmemeye çalışarak çıkardı içindekini. Zamanın yıkıcılığından korumak için bağladığı kurdeleyi merasimle çözdü. Sert kapağın üzerinde şefkatle gezdirdi parmaklarını. Ucu daha önceden kıvrılmış olan sayfayı açıp genç kızın gözlerine baktı.
Şaşkındım. İplik iplik atılmış mavi kurdele. Gizemlerle doluymuş gibi görünen eski kitap. Oturduğum yerden kendimi gördüğüm sırları dökük ayna. Camı boydan boya çatlayıp, gelinle damadı ortadan ikiye ayırmış siyah beyaz düğün fotoğrafı. Odanın alaca karanlığı. Mavi olduğuna karar verdiğim anda yeşile dönen gözleri. Yanıp kül olmaktan son anda kurtarılan bir ormanın seyrelmiş ağaçlarına benzeyen gri saçları. Kurumuş birer dal parçasını andıran elleri… Nereye baksam iyi hissedemiyordum kendimi. Yaşlı kadının uhrevi bir görevi yerine getiriyormuş gibi telaşsız ve zamansız hareket etmesi ürkütüyordu beni.
Hiçbir şey sormayacak, hiçbir şey söylemeyecek gibiydi. Bana karşı meraksız ve ilgisiz oluşu benim de konuşmama engel oluyordu. Konuşsam duymayacaktı. İki yabancıydık. Duysa anlamayacaktı. Bir süre susup bizi birbirimize yakınlaştıracak bir şeyler bulmamız gerekiyordu. Bir bakışta belki. Bir eski eşyada. Bir eşarpta. Bir çorapta. Bir hüzünde. Solmuş bir fotoğrafın belli belirsiz tanıdık gelen yüzünde. Ya da aynı genin anlık bir tezahüründe birbirimizi hissedebilirdik belki.
Elindeki kitabı küçük bir tabureyi andıran yuvarlak sehpanın kırışıklarla dolu yüzüne bırakıp bir duman gibi süzüldü odadan dışarı.
Düğün fotoğrafına kaydı genç kızın gözleri. Uzandı. Damada tepeden tırnağa dokundu.
Ne kadar da hoşmuşsun. Ne kadar da mutlu. Ne oldu? Neden yaptın bunu?
Bir karaltı kondu pencerenin önüne. Kara bir gölge gibi bir sağa bir sola gezinip acı bir çığlık kopardı. İrkildi genç kız. Çekti elini fotoğraftan.
Elinde bir parça ıslatılmış ekmekle döndü yaşlı kadın. Yine telaşsız, yine acelesiz. Hiç ölmeyecekmiş, hiç yaşamamış gibi zamansız. Açıp pencereyi ufaladı karganın önüne. Alışmışlardı birbirlerine. Her gün, aynı saatte, belli bir süre izliyorlardı birbirlerini. Bir gün öncesinden farklı bir davranışta bulunacaklarmış da kaçırmak istemiyorlarmış gibi.
Yaşlı kadın, karganın ufalanmış ekmeklerle kendini doyurmasını izlerken ben de onu izlemeye başladım. İzledikçe ürküntü veren her hali ılık, okşayıcı bir esintiye dönüşmeye başladı. Onun geniş zamanı benim daracık zamanımı yuttu. Aynı zamanın içindeydik artık. Bir parça da olsa yakınlaşmıştık. Biraz daha izlersem yaşlı kadın beni de yutacak, onu kendi içinden görebilecektim.
Kargayla olan alışverişini tamamlayıp yerine oturdu yaşlı kadın. Genç kızın onu dikkatle izlediğini görünce gülümsedi. Kitabı eline alıp karıştırmaya başladı. Bir bölüm okuyacakmış da arıyormuş gibi.
Kalktım. Onun gibi süzülerek yaklaştım yanına. Daha yakından izleyecektim onu. O daha önce keşfetmişti izlemenin büyüsünü. Susması bu yüzdendi. Konuşmanın yerine izlemeyi koymuştu, duymanın yerine görmeyi.
Kitap değildi elindeki. Bir günlüktü. Açtığı sayfayı okumaya başladım. Bu yüzden açmıştı. İzledikçe hangi hareketi neden yaptığını anlayabiliyordum artık.
Günlüğü genç kızın eline verip kalktı yaşlı kadın. Kurduğu bağdaşı bozmadan devam etti genç kız okumaya.
"Annen nöbetçiydi o gece. Bakıcın gece yatısına kalamadığı için sana bakmak bana kalmıştı yine. Hastalanıyor gibiydin. Annemi istiyorum diye tutturdun. O kadar huysuzlanmıştın ki ne yapacağımı şaşırmıştım. Bebeklerinin saçlarını yoluyor, hırsını alamayıp oraya buraya fırlatıyordun. Anneni aradım. Gelemedi. Annen olmaya karar verdim. Bir baba bir annenin ne kadarına karşılık gelirdi bilemiyordum. Bir hesap uzmanı olmama rağmen bunun hesabını yapacak durumda da değildim. Deneyecektim. Annenin geceliğini giyip sana onun gibi görünmeye çalışacaktım. İnandıramasam da güldürecektim seni. Ağlamayı unutturup sakinleştirecektim."
Genç kız bıraktı okumayı. Düğün fotoğrafına baktı.
Bir gecede. Bir çaresizlikte. Bu kadar mı iç içe zıtlıklar birbiriyle? Bu kadar mı yakın? Bu kadar mı birbiri olmaya meyilli?
Kaldığı yerden devam etti.
“Seni odanda bırakıp yatak odasına geçtim. Annenin bir gece önce giydiği geceliği aldım çekmeceden. Ona dokunmayı hep çok sevmiştim. Annene dokunmaktan dahi çok. İlk kez içinde annen olmadan dokunuyordum. Kıpır kıpırdı. Ele avuca sığmayan tenli bir varlıktı. Benim de içimde buna benzer bir şey vardı. Tutmasam fırlayacak, bastırmasam fışkıracak bir şey. Pantolonumu çıkardım önce. Onunla birlikte ne kadar pantolonum varsa çıktı dolaptan. Uçuşmaya başladılar odada. Nereye gideceklerini şaşırmış telaşlı kuşlar gibiydi hepsi. Pencereyi açtım. Uçup karıştılar gecenin karanlığına. Gömleğimi çıkardım ardından. Bir martı gibi o da uçtu elimden. Bütün gömleklerim birer martıya dönüşüp önce dolaptan sonra pencereden dışarı süzüldüler. Kravatlarımı tek tek, kendi ellerimle, sevip okşayarak, vedalaşarak azad ettim pencereden. Giydirilmiş ne varsa hepsinden soyundum. Aldım elime geceliği. Ellerimi kol oyuklarından geçirip başımdan aşağı bıraktım. Serin bir su gibi aktı üstümden. O aşağı, ben yukarı. Bir düşüş değil. Bir yükselme anı. Kendime doğru bir hamle. Kendi potansiyelime istemsiz ama içgüdüsel bir meyil. Ne mahzundum ne utançlı. Haykırmak istiyordum. Göstermek kendimi. Ben hep buymuşum da haberim yokmuş demek. Dışardan bakınca içim başkaydı, içerden bakınca dışım. Hayretler içindeydim. Bu parçalanmışlığa bunca yıl nasıl katlanmıştım."
Oturduğu yerden kalkıp, pirinç çerçevesi kocaman bir altın yüzüğü andıran aynaya baktı genç kız. Tepe noktasında boyunlarından birbirlerine dolanmış iki gül goncası vardı. Sapları yapraklarıyla birlikte aynanın etrafını kesintisiz bir şekilde sarıyordu. Dökülen sırlar, yeterince uzak durmayan her şeyi yutmaya hazır, irili ufaklı kara delikler gibi göründü genç kıza. Çekti gözlerini aynadan. Bıraksa iki damla su, iki ürkek çocuk ya da iki camdan cicoz gibi yutulup gidecekler diye korktu.
"Annenin parfümünü aceleyle sıktım üzerime. Kendimi dışarıda bırakıp elimi uzattım odandan içeri. Kapattım ışığı. Karanlığın içi uçuşan renklerle doldu. Mavi yeşile dönüştü. Sarı turuncuya. Pembe mora. Siyah beyaza. Kırmızı hepsine. Kucağıma alınca seni susuverdin. Sevinçle sardın kollarını boynuma. İçini çektikçe annenin kokusu doldu burnuna. Sakinleştin. Kendini sıkarak kaskatı ettiğin bedenin yumuşadı. Önce kolların düştü boynumdan. Çok geçmeden de başın. Baygın bir kuşu yuvasına yerleştirir gibi yatırdım seni yatağına."
Yaşlı kadının süzülerek gelip yerine oturduğunu fark etmedi. Naftalinle karışık parfüm kokusu burun deliklerine sızmaya başlayınca devirdi gözlerini. Programının ikinci yarısında kostüm değiştiren assolistler gibi gidip üzerini değiştirmişti. Beyaz bir gecelik giymişti. Sırtına beyaz bir çarpı atmıştı geceliğin askıları. Sürdüğü mühür kırmızısı ruj yaşlılıktan büzüşen dudaklarını hepten küçültmüştü.
Sayfada kalan son bir kaç cümleyi de okudu.
"Hemen yatak odasına dönüp bir kez daha baktım aynaya. Onunla yattım o gece ama sabaha kadar uyuyamadım. Kalkıp tekrar tekrar aynaya baktım. Deri değiştirmiş gibiydim. Ama yetmezdi. Ne pahasına olursa olsun yolun sonuna kadar gitmeye karar verdim."
Günlüğü bırakıp sarıldım. Babacığım demek geldi içimden. Diyemedim.
“Seni seviyorum,” diye fısıldadım kulağına.
Kırdı mührü. Bozdu sessizliğini. Ne olduğunu çıkaramadığım tanıdık bir koku gibi doldurdu odayı sesi.
“Öyle güzel bir kadındı ki, bir bakan dönüp bir daha bakardı. Ne giyse, ne sürse yakışırdı. Bana yakışmadı. Yakışmadı.”
Tante Rosa
...
YORUMLAR
Kabul etmeliyim ki oldukça zor bir öykü. Sayfalarca sürecek analiz yapmak için oldukça bol malzeme var. Fakat buna ne yer ne de zaman yeter. Ben sadece ilk intibamı yazayım.
Güzel tasvirler-analojiler okuru sürükleyip, ana temayı görmelerini engellemiş olabilir mi acaba? Yoksa tema, yorumcu okurlara çok mu sıradan geldi? Sanmam! Zira benim düşüncem farklı.
Öyküye başladığımda, ilk cümlelerde doğum-doğurmak üzerine yapılan benzetmeleri garipsemem ilerleyen bölümlerde yerini takdire bıraktı. Okur, eğer biraz dikkatliyse daha ilk cümlelerden itibaren, işte bu ustaca seçilmiş analojilerle çok çarpıcı bir teme hazırlanıyor.
Anlatıcı ve kahraman genç kızın aynı insan olduğunu doğrulayan bir yığın ipucu var öyküde. Hatta bu kesin denilebilir.
Gizeme açılan ilk anahtarı; “Okuyarak mı doğurmuştu kendini?” sorusunda buluyorum. Buradaki “kendi” kim? Anlatıcı-genç kızın annesi mi yoksa bu ölüm bir sembol mü? Zira öykü, ustaca kullanılmış sembollerle dolu.
“Olmayan rahim”le ikinci sembol kafalardaki gizemi çözmenin ilk kartlarını açıyor. Anlatıcı ile baş kahramanın sürekli yer değiştirmesi öykünün metamorfoz temasını iyice kuvvetlendiren akıllıca bir üslup olmuş.
Eve girişten sonra yapılan tasvirler-analojiler, yaşlı kadının metamorfozunu okurun dikkatine sunarken, temayı anlamak açısından oldukça cömert aslında. Öyküdeki gerilimin dozu arttıkça, dikkatli okurun merakı tavan yapıyor. Fakat semboller öyküyü hızla geçmeyi de engelliyor. Okuru sarıyor.
Karga ve kadın, pek uyuşmayan bir dostluk hissi veriyor. Oldukça ustaca seçilmiş. “Bir gün, yine böyle izlerken birbirlerini birden parlayıvermişti o ışık. Terkedilmiş kuytulardan sızan, var olan her şeyi birbirine bağlayan o gizemli, saf ve güçlü ışık.” Öyküde ayrıksı gibi durup, sanki neden edildiği anlaşılmayan bu cümle, aslında öykünün pik noktasıydı bence.
Ve kahramanla yaşlı kadının yakınlaşmasının ilk işaretleri. Aslında bu bir yakınlaşma değil, bir bütünleşme ki; “. Biraz daha izlersem yaşlı kadın beni de yutacak, onu kendi içinden görebilecektim.” cümlesiyle ilan ediliyor.
Ve metamorfoz sahnesi oldukça şiirsel bir dille sonuçlandırılıyor. Geceliği giyme sahnesiyle birlikte, bir erkeğe ait her şey- tıpkı bir tırtılın kozasını parçalayarak kelebeğe dönüşmesi gibi- yok olup gidiyor.
Artık bu yaşlı kadının, bir zamanlar bir erkek bedeninde yaşadığını öğreniyoruz.
“Dökülen sırlar, yeterince uzak durmayan her şeyi yutmaya hazır, irili ufaklı kara delikler gibi göründü genç kıza. “ Evet, sırlar dökülüyor. Yaşlı kadın aslında baş kahramanın babası.
Oldukça değişik, ustaca kaleme alınmış bir öykü. Kendi adıma, üstünde daha çok kafa yoracağım nokta kaldığını itiraf etmeliyim.
Kaleminize sağlık.
Sağlıcakla,
nitemtran
"lk kez Orhan Kemal'in 'Bereketli Topraklar Üzerinde" romanında rastlamıştım yıllar önce.
Tante Rosa
Aydınlattınız. Işık tuttunuz öyküye. Elinizde ışıklı bir büyüteçle dolaştınız adeta üzerinde. İyi bir okur olmanın iyi bir yazar olmaktan daha öncelikli ve daha önemli olduğunu hatırlattınız.
Çok çok teşekkür ediyorum.
("Mümkünsüz" kelimesi anneanne yadigarıdır bana. Onun diline çok yakışırdı. Ondan başka kullanan da yoktu, değişik gelir etkilerdi beni. Bu etkiyle yerleşmiş belleğime. Sözlüklerden kaldırmak kolay da belleklerden kaldırmak çok zor.)
"Bütün duygularım gece sefası gibi..."
"Birbirinin boğazına yapışmış nemrut gibi binalar..."
"Yanıp kül olmaktan son anda kurtulan bir ormanın seyrelmiş ağaçlarına benzeyen gri saçları."
"Kurumuş dal parçasını andıran elleri."
"Dökülen sırlar... irili ufaklı kara delikler gibi..."
"Yaralı bir kuşu yuvasına yerleştirir gibi..."
"Programının ikinci yarısında kostüm değiştiren assolistler gibi..."
Bunlar ve diğerleri zeka işi, hayal işi usta işi...
Yumuşacık, sıcacık bir öyküydü.
Teşekkürler.
Selam ve Saygıyla.
konusu Flash tv dizilerine benziyor. bir zaman gece yarısı geçmiş bir zaman dahilinde izlediğim bir dizide yeni evli bir çift var. kadın sonra karşı bahçede sabah ağaç olduğunu görüyor, akşam olmadığını. birkaç gün böyle geçiyor. kadın sonra dayanamayıp o bahçenin olduğu yere gidiyor, bahçedeki eve giriyor. evde hayalet olarak yaşayan yaşlı bir kadın var. vs.
bazı benzetmeler gerçekten iyi ancak o benzetmeler arasında bazı cümleler de sırıtıyor. günlük meselesine ısınacağım bir tempoyu başta yakalayamadığım için, günlükler anakronik geldi.
ama sonda fotoğraflama işiyle, metnin başındaki o tınıya mandalla tutunman hoş olmuş.
Tante Rosa
Teşekkürler..
nitemtran
Arkadaşlar, bu arada burada acayip bir slow-motion kar yağışı başladı. Koca koca taneler uçuşuyor havada. Gerçi ben bıktım ama...
Sağlıcakla,
Kokusunu duydum sanki naftaline benzeyen parfümün. . .
Kargalara baktım, göremedim.
Her şey öylesine aslına uygun yazılmıştı ki, dokunasım geldi ipek geceliğe. Biri var gibiydi, arkamda nefesiyle.
Bazı yazarlar, öykülerinin kahramanlarını canlandırıp öyle kaleme alıyorlar. Onları kalemleri ile konuşturup, yaşatabiliyorlar. Bu yazarlar sanırım dağın zirvesine çıkmayı başarmış olanlardır.
Tıpkı Tante Rosa gibi.
Tebrik ederim.