Biz Küçükken...
Sabahtan beri gördüğüm çocukların kendi çocukluğuma ne kadar benzeyip, benzemediğini sorup duruyorum, içimdekine; ve sonuç hiç biri benim çocukluğum gibi değil.Kıyaslamak yada küçüklerimi yermek değil amacımı sadece kendi çocukluğumu yazılı anmak. Bu anışıma yardımcı olan çocuklara da teşekkür etmek.
Biz küçükken; öncelikle küçük olduğumuzu bilirdik. Yani toy, aklı ermeyen ve ne yapsa hoş görülen görülen olduğumuzu, böyle olanlarında bir rahatlığının olduğunu bilirdik. Ve bu rahatlığı,özgürlüğü, sonuna kadar kullanırdık.
Sabah erken başlardı bizim için,sabah zaten erkendir demeden önce devamını oku lütfen, saat 5 bilemedin 6 ayaktaydık. Tabii daha erken kalkanlarda vardı, o zaman şanslı diye düşündüğümüz ama şimdi ne kadar şanssız olduğunu anladığımız “tatlıcı çocuklar”. Genelde onların o gür sesiyle uyanırdık: (Belirtmeliyim bende bir ara yapmak istemiştim, babam yaptığı için olsa gerek, ama canım annem yine izin vermemişti.)TATLI YEEE! SICAG SICAG TATLI YEEE! YİYEN ŞİŞMAN YEMEYEN PİŞMAN TATL... ve bunun gibi nice naralarla, sesleri kısılana kadar bağırırlardı. Onların sabah kalkışları, güneşi bizden önce görüşleri hep kıskandırmıştır beni. Biz sokakları istila ederken onlar tatlılarını bitirmiş, simit almaya gitmiştir. Yok hayır yemek için değil, sıra simit satmaktadır. Biz akşama kadar oynamaktan yorulurken, onlar para kazanmaktan, evi geçindirmekten bitap düşerler. Akşam(güneş batmasına yakın bizim için akşamdı, çünkü bizim günümüz o zaman biterdi) az biraz gelip oyunlara katılırdılar, o anda yorgunluklarından dolayı tatsız geçerdi. Bazılarıysa hiç aramıza katılmaz, sabahtan fırının, bakkalın, çaycının, sanayiinin yolunu tutarlardı, çalışmak için. Dediğim gibi o zaman sanslıydılar bizim için, şimdi şanssız. Ama itiraf etmeliyimki içimizde en iyi oynayan çalışan çocuklardı. Özellikle sanayiiye gidenler.
Sonra biz. Biz sabahla kalkan, annesinin uyanıp kahvaltısını hazırlamasını bekleyen, güneş ve camın ortak çalışmasıyla, dışarıyı izlerken,genelde mutsuz, yüzü yanan çocuklardık. Her zaman sabırsız, aceleci ve heyecanlıydık,şimdiyse tam tersi. Anne geçte olsa uyanır, kahvaltıyı yavaş yavaş hazırlar, yavaş yavaş kurar ve yavaş yememizi tembih ederdi. Peki neden herşey yavaştı? Çünkü onlara göre dışarıda geçirmediğimiz her an daha değerliyidi, çünkü terbiyemiz bozuluyor, oramız buramız kanıyor,morarıyor ve üstümüz kirleniyordu. Biz yinede direnir, yenilmezdik. Sonuçta galip yine bizdik.
O heyecan doruğa çıkar ve kapı açılırdı. Aslında kapı açılırken korkardık her gün: Acaba o bugün gelecek mi? Acaba onun annesi izin verecek mi? Acaba o bugün işe gidecek mi?... telaşıyla çevreye bıkınırken o’lardan herhangi birini görünce diğerlerini unuturduk,belki vefasızlığı buradan öğrendik.
Ve Oyun Saatleri.
Çocukluğumun en sevdiğim bölümüydü. Ne alınan oyuncaklar, ne ziyarete gelen akrabalar, ne babamın başımı okşama(ma)sı, nede annemin öpüşü hiç biri o saat kadar değerli değildi.
Önce biraz çekingen hareket ederdik ve basit oyunlarla başlardık. El el epenek, elden çıkan kepenek, yumurtanın sarısı..... em mim oğ lu gö ()ü pok lu çık çı ğa rı ya...Sonra ısınırdık bu basit oyunlarla ve günün tartışmaları, iddaaları başlardı ve kızlar kendi köşesine yine somurtarak giderdi.
İlk oyun genelde gülle cıncığdı (misket-cam), herkes eşit gülle ortaya koyar ve sayışılır: 1234567891011 tam. İlk başlayacak belli olunca diğerleri somurtarak sayar ve sıra belirlenir. İlk atış genelde çok şanslıdır,tabi çep(yamuk-yumuk) değilse, yuttum sesi duyulunca yüzler yine asılırdı.
Sonra oyunu dahada zorlaştırırız, sokağa açtığımız altı çukurdan tek tek gülleleri gezdirip son çukura gelmeye çalışırız.(O zamanlar sokaklarımız beton değildi ve doğa halen yaşamaktaydı) Onda da aynı kişi kazanırsa, oyunu daha da zorlaştırırız, hepsinin sayamam çünkü çok fazla gülle oyunu vardı, ama sizin aklınıza gelebileceklerinin hepsini ve daha fazlasını bulmuştuk).
Yenilenlerin homurdanması devam ederdi. Taaki delemede(topaç) kazanana kadar.
- Oğlım bunlar kız oyunıdır. Gel deleme oynıyağ.
- Oynıyağ laaa
- Neyine?
- Nıkılına
- Tamam ama kızkino atmak yok.
- Eleyse yenilirsen, sen erkek gibi oynıyamazsan ki ha ha.
Nıkıl: Topaçın ucunda bulunan demir.
Kızkino: Yavaş ve narin bir şekilde topaçı döndermek. Benim en sevdiğim ve en iyi yaptığım dönderme çesitidir.
Bir daire çizilir, sayışılır, sıra belirlenir. İlk oyuncu dairenin başına geçer, kınapla(topacı çevirmek için kullanılan ip)delemeyi sıkıca sarmaya başlar, diğeri dairenin içine delemesini koyar,ilk oyuncuda sert bir vuruşla ya delmeyi nıkıldan ayırmaya yada daireden çıkarmaya çalışır. Diğerleride izler.
Bazı zeki arkadaşlar delemenin nıkıl kısmını portatif yapmışlardı; çıkılıp takılıyordu. Ve kazandıkları nıkılları istediğinde delemesine takabiliyorlardı ama biz nıkılı kaybettiğimiz zaman yeni deleme almak zorundaydık, çünkü bakkalcı amca’ da nıkıl yoktu.
Delemeninde bir çok çeşidi var ama en çok oynananı buydu.
Bazen çok sinirlenir küçüklüğümüze bakmadan uzun eşek oynardık. Onu anlatmama gerek yok herkes bilir. Uzun eşeğin bizim için önemi...
Neyse acıktım şimdi gidip annemin ekmek arasına salça, isteğe bağlı; soğan, pul biber ve kuru nane koyulan, tadını o yaşlarım dışında hiçbir zaman hiçbir memlekette alamadığım, specciali(herhalde böyle yazılıyordu).
Yemek yenilir bol bol su içilir ve bol bol azar işitilir sonra tekrar sokağa kaçılırdı. Belki de azda olsa elimize üç beş kuruş para verilirdi. En çok aldığım ücret(evet yaramazlık yapmamaya çalışıyorum ve bunu bir iş olarak görüyordum) 25 bin liraydı.
Genelde o para eve gelmeden önce harcanırdı. En çok aldığımız şey toptu, tabii tek bir kişinin parasıyla gelmezdi ve ortaklaşa herkes bir şeyler katarak alırdık. Hani şu üstünde 4 kat yazan, ciyak renkleri olanlar var ya onlardan işte. Ama ne hikmetse o dört kat, şişirilmiş plastik küçük bir sivriliğe batınca hemen patlardı. Yani küçüklüğümüzden beri sermaye tarafından kandırılırdık. Sonra oyunlardan bitap düşünce verdiğim molalarda harcanan paralar vardı. Onunla genelde paçito alırdım(bir cips markasıydı, küçükken cips diyemediğim için paçito derdim.) O paçitonun uçlarını yalayarak şekiller yapar, sonra o koca şekilleri birkerede yutmaya çalışırdım ve sonra karın ağrısı. Çünkü şu bizim paçito, hamurdan başka bir şey değildi. Birde naneli şeker vardı: yuvarlak, içi oyuk, içinde beş tane bulunan bir daire. Her yeyişimde dişim ağrırdı. Çokta ucuz değildi hani, bayağı para verirdim. Yediğimiz ispatlamak içinde, zengin olanlarımızın yüzüne hohlardık, benimde bayram sonraları yüzüme hohlanırdı. Çünkü bayramda bayağı para biriktirirdim,tabii annem elimden almazsa. Birde zengin işi halley vardı. Onu da yalnız hukukçu amcam alırdı bana. İşte o zaman sokakta havamdan geçilmezdi. Önce çikolata kaplaması, sonra karameli, en sonda bisküvisi. O kadar yavaş alırdım ki, şimdi önümde duruyor anımsamak için aldığım halley ama hiç yiyesim yok. İşte bizim bakkal maceralarımız. Neyse oyunlarla devam edelim.
Dedim ya bizim için uzun eşeğin önemi vardı. Uzun eşekte en çok eşşek olan arkadaşlar sinirlenir, öc almak için zımbabeş oynamayı önerirdi. Bizde korktuğumuzu belli etmemek için hep kabul ederdik.
Zımbabeştede bir daire var, delemedeki gibi ama bu sefer deleme yerine insan girer içine ve nıkıl yerine tekme tokat yer. Yani dairede ZZZIIIMBAAAA BEEEŞŞŞ diyerek tek ayağı üstünde çıkarak koşar, ayağını indirmeden birine eller, ellediği kişi daireye girene kadar dayak yerdi ama ebe olan ayağını indirirsen o dayak yerdi. Bu oyun hep hüzün vermiştir bana. Bu oyunu korkarak (annemden ve tekmelerden) oynadım hep. Annem ne zaman bu oyunu görse, diğerlerinin anneleri gibi, pencereden beddua edip eve çağırırdı. Aslında en yumuşak anne benimkiydi ama yinede herkes korkardı annemin bağırmasında.
Suratımı asarak eve doğru yürümeye başlardım, ağlamazdım ağlamayı banyoya annemin insafını kandırmaya saklardım. Eve adımı attığım an ne kadar yorgun olduğumu ve üstümün başımın ne kadar kirlendiğini ve her tarafımın morarıp ağrıdığını anlardım.
Kapının önünde beddualar başlardı. Yüzümde bir parmak kirle, susamış ve dudakları çatlamış şekilde ama anne... demeye başlardım. Ama o amanın sonu hep hüzünle biterdi, yeşil sabun ağrısıyla.
Bir tokat şaptadanak suratıma yer, abartarak bağırır, annem bedduaya devam eder, banyoya girilir ve kaynar su hazırlanır. Kaynarda yine çocukluk abartısı, aslında ılık ama bilinçaltının saldığı korku suyun derecesini artırıyordu. Sonra beddualar eşliğinde bir tas su, bir yeşil sabun, bir su, bir sabun, bir tas, bir kalıp sabun aahhhh. O sabun ve tası her başıma yeyişimde avazım çıktığı kadar bağırırdım. Annemde her bağımamda sonra ritmi azaltır yavaş vururdu. (O tas ve sabunun ritmik sesi halen beynimde ve galiba ben onu bile özledim.)
Sonra gözler kan çanağına dönmüş bir şekilde, utanarak sofraya oturturulur, babanın azarlaması yenir, yanındada bir iki lokma bir şey, eğer çok kudurmamışsam televizyon izlenir, yok kudurmuşsamsada ya uyunur yada kitap okunurdu. (Nır nir nur lar ailece yaptığımız şeyler değil, benim yaptığım şeyler)
Yemek biter, yoruluncaya kadar yaramazlıklar devam eder ve uyuma vakti gelirdi. Rüyalar... İşte çocukluğum en sevdiğim kısımlarından biride buydu. O dönem gördüğüm rüyalardaki fantastiklik, uçarılık, olabilir mi lik, hiçbir zaman, hiçbir rüyada göremeyeceğim şeylerdi. Bazen çok korkutur, bazen de uyanmamak için yalvartırdı o rüyalar. Annemin rüya tabirleri kitabını okumaya başladığımda inanmaya başladım o ucu bucağı belli olmayan rüyalara. Şimdi bile çok net hatırlıyorum düşüncelerimi: “Eğer at görmek yolsa ben neden teyzemlere yada başka birine gitmedim 2 aydır? Bu kitaptakiler(rüya tiberleri), tüm insanlar için mi? Ne kadar saçma... Küçükmüşüm ama şimdi düşüncelerimi o zamandan oluşturmuşum. Biz rüyanın en derin köşesinde kendi rolümüzü ararken anne içeri girerdi.
Annemde olmasaydı çocukluğumda tüm kış hasta kalırdım herhalde. Çünkü hiçbir zaman o battaniye üzerimde durmaz, asilik edip yataktan kaçmaya çalışırdı. Yeşildi, keçe gibi bir şeydi, ilk girişimde dakikalarca kaşındırırdı. Şimdi daha iyi bir battaniyem var, hem de elyaf ama ben o battaniyenin altında gördüğüm rüyaları, uyumak için saydığım aile bireylerini, düşlediklerimi bu pahalı battaniyede yapamıyorum. Kaşındırsa bile, onu da özledim.
Yani biz küçükken sabahtan akşama oyunun peşinde koşarak hayat oyununu öğrenmeye çalışan çocuklardık. Yani biz, kolektifliği küçükken öğrendik ve kendi siyasetimizi oluşturduk. Paylaştık, sosyalisttik, o zamanlar aldığımız eşyalarda(bakkal ürünleri bizim için eşyadır: çikolata,şeker,cips v.s.) bedava olayı yoktu ama olsaydı içimizde parası olmayan, o gün bakkala hiç girmeyen çocuğun hakkıydı o bedava. Yani biz küçükken öğrendik büyümeyi ve büyüyünce özledik küçüklüğü. Yani biz, bizdik ta ki siz gelip, “büyüdünüz” diyene kadar.
Yazının başında da belirttiğim gibi bu yazının hiçbir amacı yoktur, anmak istedim andım. Yani deneme yazma özgürlüğümü kullandım. Aslında yazacak daha çok şey var ama küçük kardeşim “bilgisayarda oyun oynayacakmış”. Hoşça Kalın, Çocukça Kalın...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.