- 3408 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
OSMANOĞULLARININ AVRUPA'DA SÜRGÜNDE GEÇEN SIKINTILI HAYATLARI.....
3 Mart 1924 yılında 623 yıl cihana hükmetmiş, halkına hizmetlerin en üstününü Allah rızası için yapmış, asla ve kat’a halkını hiçbir zulme uğratmamış, dış güçlere ezdirmemiş, şerefli Devlet-i Aliyye’nin Hanedan-ı Âl-i Osman’ı maalesef ağır bir maddi ve manevi baskı çerçevesinde ülkesinden sürgün edilmiştir.
Hanedan mensuplarının her birine dönüşü olmayan, sadece ’gidişe mahsus’ birer pasaportla ikişer bin İngiliz lirası verildi, mal varlıklarına el konuldu ve Türkiye’ye değil girmeleri, Türk topraklarından transit geçmeleri bile yasaklandı.
Bu sürgünün daha da zorlaştırılması amacı ile hanedan üyelerinin her biri ayrı ülkelere ayrı ayrı trenlere bindirilerek gönderilmişlerdir. Bu zor şartlar altında dahi bu şerefli kanı taşıyan hanedan üyeleri yaşamlarını bir şekilde sürdürmeyi Allah’ın lütfu ile sürdürmeyi başarmışlardır.
Osmanlı Hanedanın sürgün edilmesi ile birlikte hanedana üye olan kimseler Türk vatandaşlığından çıkarılarak, ülkeye girişleri yasaklanmıştır.
Kadınlar için 28 erkekler için 50 yıl sürecek bu sürgün hanedan üzerinde derin izler bırakmıştır. Sonraki süreçte çıkartılan yasalar ile ülkeye dönmelerine izin verilen hanedan üyelerinin hiçbirisi Cumhuriyet yönetimine karşı herhangi bir girişimde bulunmadıkları gibi, ecdatlarına yakışan tavır ve hareketleri ile mensup oldukları asil soyun vakarını layıkıyla taşımışlar ve taşımaya da devam etmektedirler.
Sürgünde yokluk, özlem ve acı dolu günler yaşadılar ama dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar ülkeleri ve milletleri aleyhine bir tek söz söylemediler, Cumhuriyet aleyhinde hiçbir eyleme katılmadılar.
3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen 431 sayılı “Hilafetin İlgasına ve Hanedan‐ı Osmani’nin Türkiye Cumhuriyeti Memâliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun” isimli yasa ile halifelik kurumu kaldırılmıştı.
Bu kanun çerçevesinde Osmanlı hanedanına mensup erkek kadın bütün üyeler ile damatlar ülke dışına çıkarılırken, hanedana mensup kadınlardan doğan kimseler de bu madde kapsamına dâhil edilmiştir.
Sadece gelinlere ülkede kalabilme hakkı tanınmışken diğer üyeler, en fazla on gün içerisinde Türkiye Cumhuriyeti topraklarını terk etmeye mecbur tutularak, Türk vatandaşlığından çıkarılmışlardır.
Kanuna göre; bu kişiler Türkiye Cumhuriyeti arazisi içerisinde yer alan taşınmaz mallarını bir sene içinde hükümetin bilgisi ve onayıyla tasfiye etmek zorunda olup; bu mallar tasfiye edilmediği takdirde bunlar hükümet eliyle tasfiye olunarak, bedelleri kendilerine verilecekti.
Ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu’nda padişahlık etmiş kimselerin Türkiye Cumhuriyeti arazisi dâhilindeki tapuya ait taşınmaz mallarının millete intikal ettiği de kanun hükmüne bağlanmıştır.
Bu kanunla Türkiye Cumhuriyeti Devleti Osmanlı Hanedanına mensup tüm üyeleri bir daha dönmemek üzere sınır dışı etmiş ve böylece hanedanın sürgün süreci başlamıştır.
Ülkeyi terk etmeleri için şehzadelere 24 ile 72 saat, kadınlara ise önem sıralarına göre bir hafta ile on gün arasında değişen sü‐ reler tanınmıştır.
Bu kapsamda sınır dışı edilen ilk hanedan mensubu ise son Halife Abdülmecid Efendi ve maiyeti olmuştur. Abdülmecit Efendi ailesiyle beraber 5 Mart 1924 tarihinde ülke dışına çıkarılmıştır. Hanedana mensup diğer üyeler de on günlük süre içerisinde sınır dışı edilmişler ve her ne şekilde olursa olsun ülkeye girişleri yasaklanmıştır.
Bu şekilde sürgüne gönderilen hanedan üyeleri, çok zor günler geçirmişler, Türk vatandaşlığından çıkarılmış olsalar da birçoğu başka bir ülkenin vatandaşlığına geçmemişlerdir.
Hatta hanedanın pek çok üyesi ülkeden ayrılırken bu sürgün kararının birkaç hafta ya da birkaç ay içerisinde son bulacağı ve vatanlarına geri dönecekleri ümidiyle ülkeden ayrılmışlarsa da dönüş süreci maalesef bir hayli uzun sürmüştür.
***
Ermeni çocuğun gözüyle..2 zabit arasında ABDULHAMİD HAN..
-Ben (Berc Buyan) istanbul doğumlu Ermenî asıllı bir vatandaşım. 7 yaşındaydım, babaannem beni birgün güzelce giydirdi, süsledi, güzel kokular sürdü ve elimden tutup yola düştük. Epey yürüdük geldiğimiz yer (sonradan öğrendiğim) YILDIZ SARAYI idi.
Büyük bir kalabalık toplanmış tezâhurat yapıyorlardı..Kalabalığın çoğu, azınlıklar ve belki de "İttihat Terakkî" mensuplarıydı.
Meğer bayram değil, Abdulhamid hanın sürgün günüymüş, biz de bu tarihi manzarayı izlemeye gelmişiz. Bir müddet sonra iki zabit arasında mazlum Sultan tüm heybetiyle kapıda belirdi. Elinde ahşaptan bir bavul vardı.
Herkes bir ağızdan cazgırların tahrikiyle: -"Bavulun içinde, hacimde küçük kıymette pahalı mücevherleri kaçırıyor, çalıyor" diye yaygara koparmaya ve ardından:
-"Hırsız, bavulu aç, aç" gibilerden bağrınmaya başladılar.
Abdülhamid Han çok mahzundu. Tertip icabı zâbitlerden biri, kendisine ihtiram ile dedi ki:
-"Sultanım, görüyorsunuz kalabalık hakkınızda ağır ithamlar yapıyor. Biz sizi isnâd edilenlerden (hırsızlıktan) tenzih ederiz, böyle bir şey olmadığına-olmayacağına eminiz. Lâkin siz bu çantayı eğer bugün açmaz, içindekileri göstermezseniz bu iftira üzerinize, hânedanınıza yapışıp kalacak.
Rica ediyorum o bavulu açın, şüpheleri izale edin".
Sultan gayet vakûr bir şekilde cebinden bir anahtar çıkarıp bavulun kilidini açtı, lâkin bavulun içinde mücevherat bir kenara ne bir mendil ne de bir çorap vardı. Bavul bomboştu.
Ortalık suspus oldu. Herkes (iftiranın yapışmamasının) hayâlkırıklığı ile şaşkın şaşkın bakıyordu.. Zâbit dahi şaşırmıştı, şu soruyu Sultan’a sormaktan kendini alamamıştı:
-Efendim, içinde bir mendil bir çorap dahî olmayan bavulu kitlemiş olmanızın hikmetini anlayamadık. Îzah ediverseniz?
-Sultan şu ibretlik sözleri söyleyiverdi:
-"Ben bu bavula beni anlayamayan milletimin bereketini kilitledim"
(Bereketimiz onunla mı gitti acep? Rûhun şâd, olsun, mekânın cennet olsun Ey Ulu Hâkan, bu millet seni yıllar geçti hâlâ anlayamadı.)
***
3 Mart 1924 tarihinden 16 Haziran 1952 tarihine kadar geçen süre içerisinde yaşanan istisnai örnekler olmakla beraber. 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelişiyle birlikte hanedan sürgünü 16 Haziran 1952’de kadınlar için son bulurken, şehzadelerin ülkeye dönüşleri ise 15 Mayıs 1974 tarihli genel af kanununun 8. maddesiyle gerçekleşmiştir.
Neslişah Sultan’a, 1950’lerin sonunda Türk vatandaşlığına geçmesi sırasında Sirkeci’deki Sansaryan Hanı’nda bulunan Emniyet Müdürlüğü’nde hanedan olarak bizim içimizi acıtan bir soru sorulmuştu:
"Büyükbabalarınız Sultan Vahideddin ile Abdülmecid Efendi’nin dinleri neydi? Müslüman mıydılar?"... Neslişah Sultan bu soruya şöyle cevap vermiştir: "Her ikisi de Halife idi, utanın!"
Sultan Abdülhamid Han’ın 1994’te Fransa’nın Nice şehrinde vefat eden torunu ve Osmanlı tahtının varisi Şehzade Mehmed Orhan Osmanoğlu’nun cenazesi, Nice Umumi Mezarlığı’nda parasızlık yüzünden, üzerlerinde haçların yükseldiği Hıristiyan mezarlarının arasına defnedilmiştir. Bu da bizim için acı hatıralardan birisidir.
Sürgün yıllarında acı bir şekilde can veren Osmanlı şehzadelerinin dramı ise ayrı bir acı hatıradır.. Sultan Reşad’ın torunu Şehzade Namık Efendi’nin hayatı Kahire’nin Tora Zindanı’nda noktalanmıştır.
Sultan II. Abdülhamid Hân’ın İkinci Dünya Savaşı öncesinde Türkistan İmparatoru olması için teklif yapılan torunu ve benim de dedem olan Şehzade Abdülkerim Efendi de New York’ta suikast sonucunda şehid edilmiştir.
Osmanoğulları için sürgün kanununun çıktığı 3 Mart 1924 günü, son padişah Sultan Mehmed Vahideddin Han, son halife Abdülmecid Efendi ve şehzade unvanını taşıyan 35 kişiyle birlikte ailenin toplam 37 erkek üyesi bulunuyordu.
Padişah ve şehzade kızları olan ve “sultan” denilen kadın üyelerin sayısı ise 42 idi. Bu 79 kişinin tamamı İstanbul’da doğmuştur. 50 yıllık sürgün sırasında 16 şehzade ve 14 sultan dünyaya geldi.
Bunlardan 3 şehzade ve 7 sultan vefat etti. Sürgünün bittiği 1974 yılından bu yana geçen 40 yıl içinde de 13 şehzade ve 5 sultan doğdu. Bunlardan 1 şehzade vefat etti.
Abdulhamid Kayıhan Osmanoğlu..
***
1922’de Osmanlı Devleti yıkıldığı zaman parlamenter bir monarşi idi. Bir başka deyişle bir taçlı demokrasi idi. Bu demokrasi de 4 Mart 1925’teki ‘takrir-i sükûn kanunu’ ile kaldırılmıştır.
Yani cumhuriyet idaresi, demokrasi getirmek şöyle dursun, olanı da götürmüştür.
Avrupa’daki Ingiltere, Danimarka gibi taçlı demokrasilerin varlığı ve memlekete kazandırdığı istikrar nazara alınırsa, saltanat pekâlâ muhafaza edilebilir ve demokrasi geleneği de böylece devam edebilirdi.
Anadolu’da yaşayan farklı din ve ırklara mensup imparatorluk bakiyesi halkların idaresi de daha kolaylaşırdı. Saltanat kaldırıldıktan sonra, hânedan reisi olan şehzâdelerin hemen hepsi bu makamı hakkıyla doldurabilecek şahsiyette idiler. (..) Bugün dünyanın en istikrarlı memleketleri, monarşi ile idare olunmaktadır.
Ayrıca cumhuriyetle idare olunan memleketlerde, ezcümle Fransa’da kralcılar, bilhassa yaşattıkları an’aneleri ile güçlü bir gruptur ve siyasî bir parti etrafında teşkilatlanmıştır. Türkiye’de ise saltanat ve hilâfet taraftarı olmak, anayasal bir suçtur.
Hilâfet ve hânedan için çanlar, 1340/1924 Şubat ayındaki bütçe müzâkereleri sırasında çalmaya başladı. (..) Halbuki hilâfet ve halife, Ankara için potansiyel bir tehlike olmaktan çok uzaktı. (..)
Halifelik, yeni rejim için değil, başta Ingiltere olmak üzere, Avrupa devletlerinin ve ekonomik güç mihraklarının kurduğu ‘yeni dünya düzeni’ için tehlike teşkil ediyordu.
Ancak dünyanın dörtte birine hâkim bulunan ve ehemmiyetli Müslüman nüfusa sahip Ingiltere, XIX. asırdaki politikasını, halifeliğin nüfuzunun azaltılması ve kaldırılması üzerine kurmuştu.
Ekim 1923’e kadar Istanbul’u boşaltmayan Ingiltere, halifeliğin kaldırılması hususunda da Ankara’ya baskı yapmayı ihmal etmedi.
Nihayet beklenen oldu. Öteden beri halifeliğin kaldırılmasını isteyen ve bunun için Lozan’da Ankara heyetini sıkıştıran Ingiltere, yeni bir teşebbüste bulundu.
Hilâfet Komitesi adı altında Londra’nın kontrolünde çalışan bir heyetin lideri Seyyid Ali adında bir Şiî ile Sünnî halifeliği zaten kabul etmeyen Ismailiye mezhebinin lideri Ingiliz diplomat Ağa Han, Ankara’ya bir mektup yazarak, halifenin siyasî gücünün arttırılmasını istedi.
Istanbul gazetelerinde neşredilen mektup, Ankara’nın istediği bahaneyi verdi. Halifeliğin, yabancıların Ankara’nın içişlerine karışma vesilesi hâsıl ettiği kanaatine varıldı.
Urfa milletvekili Şeyh Saffet Efendi. 53 arkadaşının teklif ettiği 3 Mart 1340/1924 tarih ve 431 sayılı “Hilâfetin ilgâsına ve Hânedân-ı Osmânî’nin Türkiye Cumhuriyeti memâliki hâricine çıkarılmasına dair kanun” ile halifelik kaldırıldı. Halkın reaksiyonundan çekinen Ankara, bu kanuna dâhil ederek, hânedanı topyekûn sürgüne yolladı.
Ingiliz parlamentosu, ancak bu kanunun kabulünden sonra Mayıs 1924’te Lozan Antlaşması’nı tasdik etti. Türkiye’de cumhuriyetin gerçek kuruluşu böylece mümkün olabildi.
3 Mart 1924 itibarıyla Türk-İslâm tarihinde yeni bir sayfa açılıyordu. Müslümanların en eski (1302 yıllık) müessesesi olan halifelik kaldırılmış; ayrıca tarihin en uzun ömürlü hânedanlarından Osmanlı ailesi ferdleri, vatandaşlıktan çıkarılarak vatan toprakları dışına sürülmüştü.
Bu, yaşlısından beşikteki bebeğine kadar hepsi için sıkıntılı bir hayatın başlangıcı oldu.
Osmanlı hânedanından gelip vatandaşlıktan ihraç olunan 156 kişi, Ankara meclisinin çıkarttığı bir kanunla birkaç gün içinde sınır dışı edildi: Padişah ve halifeden, şehzâde ve sultanlara; sultanların çocuklarından, şehzâde zevcesi ve damadlara kadar. Aralarında 73 yaşında pîr-i fâni olan da vardı; annesinin kucağında 15 günlük bebek de...
Kanuna dâhil olmadıkları halde ebeveynleri veya çocukları ile sürgüne gitmek zorunda kalanlarla bu sayı 200’ü buldu. Sürgünde efendilerinden ayrılmayan emektarlar da sayılırsa, sürgün edilenlerin sayısı yüzlercedir.
Bunların transit olarak bile ülkeden geçmesi yasaklandı. Padişahlara ait mallara el konuldu. Hânedan efradının da mallarını bir yıl içinde tasfiye etmeleri, aksi takdirde hükûmetçe satılacağı bildirildi.
Osman Gâzi’nin soyundan olmaktan başka kabahati bulunmayan bu insanların hemen hepsi sürgünde vatansız, pasaportsuz, parasız yaşadı. Bankalarda paralara, yanlarında nakitlere sahip olmadıkları için, tarifsiz sıkıntılar çektiler; açlıktan ölenler bile oldu.
Ama asalet ve şereflerine uygun yaşamaya çalıştılar. Geride bıraktıkları malları da şunun bunun elinde çarçur edildi. Oğuz Han neslinden ve tarihin en eski hânedanlarından Osmanoğulları, böylece tarih ve siyaset sahnesinden çekilmiş oldu.
1952 yılında hânedanın hanımlarına, 1974 yılında da erkeklerine memleketedönme izni verildi. Ancak iyi-kötü yurt dışında bir hayat kuran insanların, çoğunun geri dönme imkân ve ihtimali kalmamıştı ...
Sürgündeki Hânedan, sadece Osman Gâzi torunlarının çektiği acıların değil, aynı zamanda 20. asrın havsalasına sığmayan bir haksızlığın da hikâyesidir. Bu cihetle kitabın yazılış maksadı, belki yalnızca sürgünü anlatmak değil, bu haksızlığa dikkat çekmektir.
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci..
***
Osmanlı Hanedanının Serencamesi
Yıl 1922. 30 Ağustos’ta büyük zafer kazanılmış, 9 Eylül’de de Yunanlılar İzmir’den çekilmiştir. Artık yeni kurulan devlet de kendi iç işleriyle uğraşabilecek, birtakım düzenlemeler yapabilecekti.
Yapılan bu düzenlemelerden ilki 1 Kasım 1922’de Rıza Nur ve 80 arkadaşının verdiği bir kanun teklifi ile saltanatın kaldırılması olmuştur. Kanunda saltanatın kaldırılmasının yanı sıra, “bu gün ve gecenin bayram olarak kabulü” de yer alıyordu.
Böylece 623 yıl süren Osmanlı saltanatı bir gecede kaldırılmış ve kaldırıldığı gün büyük bir coşkuyla kutlanması amacıyla bayram kabul edilmişti. Ankara’da durum böyleydi. Ya İstanbul’da, yani kaldırılan saltanatın başkenti olan şehirde durum nasıldı?
İstanbul’da bulunan son Osmanlı padişahı Vahdeddin için zor günler başlamıştı. Saltanatın kaldırılmasını takip eden günlerde, saltanat taraftarı olarak bilinen eski nazırlardan Ali Kemal Bey yakalanıp İzmit’e götürülür ve askerler tarafından linç edilir.
Artık saat Vahdeddin’in aleyhine işlemektedir. Saraya her gün Vahdeddin hakkında da iyi düşünülmediğine dair haberler gelmektedir.
16 Kasım günü, yani saltanatın kaldırılışından 15 gün sonra, TBMM’de Vahdeddin’i vatan hami olarak kabul eden “Hıyanet-i Vataniye kanunu” kabul edilir.
17 Kasımda ise Vahdeddin bir İngiliz zırhlısıyla vatanı terk etmekten başka çare bulamaz. Çünkü artık hayatı tehlikededir. Eğer birkaç gün daha beklemiş olsaydı tutuklanıp yargılanacak ve belki de idam edilecekti.
Vatandan bir İngiliz zırhlısıyla ayrılması onun İngilizlerle işbirliği yaptığını göstermez. Çünkü o dönemde denizlerde emniyetle seyahat edebilmek için itilaf devletleri gemilerine binmek zaruriydi.
Hatta Kurtuluş Savaşı sırasında, çeşitli konferans ve barış görüşmelerine giden Türk heyetleri, o zaman düşmanımız olan İtalyan gemilerini kullanırlardı.
Vahdeddin ise o zaman için en emniyetli vasıta olarak bir İngiliz gemisiyle ayrılmış, üstelik İngiltere’ye değil İtalya’ya gitmiştir. Bütün bunlar, Vahdeddin’in İngilizlerle işbirliği yapmayıp vatana ihanet etmediğinin önemli bir delilidir.
İşte böyle başlıyordu Osmanoğullarının gurbet yılları. Vahdeddin’in ülkeden ayrılışından iki yıl sonra, 4 Mart 1924 de çıkarılan bir başka kanunla Halifelik makamı da kaldırılıyor ve Osmanlı hanedanına mensup bütün fertlerin vatandaşlıklarının düşürülüp, sınır dışına çıkarılmasına karar veriliyordu.
Osmanoğullarına vatanı terk etmeleri için 10 günlük süre veriliyordu ama uygulama hiç de bu şekilde olmamıştı.
Kanunun kabul edildiği gece, daha resmi gazete yayınlanmadan, İstanbul Valisi Haydar Bey ve Emniyet Müdürü Sadeddin Bey, Vahdeddin’den sonra halife seçilen Abdülmecid Efendiyi, yakınlarından birkaç kişiyi de yanına alarak birkaç saat içinde İstanbul’u terk etmeye zorlarlar.
Halife Abdülmecid, İstanbul’dan otomobille Çatalca’ya götürülüp, oradan İstanbul’dan gelen trene bindirilir. Bunda maksad, halkın durumu haber alıp trenin yolunu kesmesi ve Abdülmecit’in yurt dışına çıkarılmasını engellemeleri korkusuydu. Bundan sonrasını Abdülmecit Efendinin hususi kâtibi Nigar Bey’in hatıralarından okuyalım:
“Rumeli Demiryolları Şirketi’nin oradaki amiri meğer bir Musevi vatandaşımızmış. Efendimiz ve ailesi azasının dinlenmelerine elverişli başka bir yer bulunmadığı için, üst kattaki dairesini böyle habersiz gelen yüksek misafirlerinin istirahatına tahsis etti.
Çoluk çocuğuyla i’zâz ve ikramlara koyuldu. İçten gelen bu saygı sevgi ve yardımlara Efendimiz tarafından takdirle teşekkür ettiğimiz zaman da;
‘-Osmanlı hanedanı Türkiye Yahudilerinin velinimetidir. Atalarımız İspanya’dan sürüldükleri, kendilerini koruyacak bir ülke aradıkları zaman, onları yok olmaktan kurtardılar, devletlerinin gölgesinde tekrar can, mal ve ırz emniyetine, din, dil hürriyetine kavuşturdular.
Onlara bu kara günlerinde elimizden geldiği kadar hizmet etmek bizim için vicdan borcudur’ dedi ve gözlerimizi yaşarttı.”
Bunları söyleyen Musevi asıllı bir Osmanlı vatandaşıydı. Hem de Osmanlı hanedanının son temsilcisi, kendi soydaşları tarafından bir düşman gibi sınır dışı edilmek üzere iken.
Altı asır boyunca yaşadıkları idare ettikleri vatanlarını terk etmek zorunda kalan Osmanoğullarından, kimi İtalya’ya, kimi Fransa’ya, kimi de Filistin’e yerleşip oralarda yaşamaya başladılar.
Hemen hepsi binbir zorluk içinde, fakirlik çekerek yaşadılar. İşte onların hayatlarından birkaç tablo:
Son halife Abdülmecid 1944 yılında Paris’de vefat etti. Nâşı Türkiye’ye kabul edilmediği için Medine’de defnedildi.
İtalya kralı Viktor Emmanuel, veliaht iken Truva harabelerini ziyaret etmek için Türkiye’ye gelir. Sultan II. Abdülhamid mihmandar olarak şehzade Vahdeddin’i vazifelendirir.
İşte İtalya kralı Viktor Emmanuel ile Vahdeddin arasındaki eskiye dayanan böyle bir yakınlık vardır. Vahdeddin ülkeden ayrılınca tekrar İtalya’ya, Hicaz’a ve son olarak da İtalya’ya gider.
Vahdeddin İtalya’da iken büyük mali sıkıntı içine girer. Çünkü vatandan ayrılırken yanına sadece şahsi parasını almıştır. Hazinede bulunan ve Vahdeddin’in torunlarını bile lüks içinde yaşatmaya yetecek kadar değerli mücevherlere ve taşlara dokunmamıştır bile.
Yukarıda belirttiğimiz gibi Sultan Vahdeddin yurdu terkederken, yanına saraydan hiçbir değerli eşya almamıştı. Yakınları ona, hiç olmazsa atalarına başka ülke kralları tarafından hediye edilen ve kendilerine miras olarak kalan bazı değerli eşyayı yanma almasını teklif edince, Sultan Vahdeddin şu cevabı verir:
-“Haklısınız, bunlar hesabını kimseye vermekle mükellef olmadığımız şahsi malımızdır. Fakat ecdadım bu milletin hükümdarları olmasaydılar onlara bu hediyeleri kim verirdi? Bu yüzden bu kıymetli ve paha biçilmez eşyada benim kadar milletimin de hakkı vardır. Bu ihaneti kabul edemem.”
Son Osmanlı padişahı Vahdeddin, 1926 yılında İtalya’nın San Remo şehrinde vefat etti. Vasiyeti Şam’daki Selahaddin Eyyubi türbesine gömülmekti. Ama türbede yer olmadığı için Sultan Selim Camii’nin avlusundaki mezarlığa gömüldü. İşin en acı tarafı ise, hayatta çektiği acılar yetmiyormuş gibi, mezarının bulunduğu yerin daha sonraları park yeri haline getirilmiş olmasıdır.
Yurt dışında çok zorluklar çeken bir başka hanedan üyesi de Sultan V. Murat’ın oğlu Osman Fuad Efendi idi. İstanbul’da Merkez Komutanlığı, Trablus’da Osmanlı ordusu komutanlığı yapan Prens Osman Fuad, 76 yaşına geldiğinde, Paris’te 3. sınıf bir otel odasında kalmaktaydı. O zamana kadar pek çok Avrupa ülkesinde zorluk dolu yıllar geçirmişti.
Bir gün otel odasının kapısı çalınır. Gelen otelin müdiresidir.
-Yarın sabaha kadar iki haftalık otel borcunuzu kapatmanızı istiyorum. Aksi takdirde odanın boşaltmak zorunda kalacağız.
Odada küçücük bir yatak, bir lavabo ve iki iskemleden başka eşya yoktu. Yatak üzerinde pijaması ile oturan Prens Osman Fuad’ın ağzından tek laf çıkmamıştı. Sonra kendi kendine:
- Bu hal kimin akıma gelirdi. Prens Osman Fuad’ın bir gün gelip Paris’te 3. sınıf bir otel odasından kovulacağı.
Evet, V. Murad’ın oğlu 76 yaşındaki Prens Osman Fuad tek başına yaşıyordu bu basit otel odasında, arayanı soranı olmadan.
Diğer hanedan üyelerinin çektikleri sıkıntılar, maruz kaldıkları zorluklar bundan farklı değildi. Onlar da dünyanın dört bir yanına dağılmış aynı kaderi paylaşıyorlardı.
1950 yılında Demokrat Parti iktidara gelmişti. Adnan Menderes iktidarının ilk yıllarında Fransa’ya bir seyahat yapmıştı. Menderes bu seyahat sırasında, Türk büyük elçisine Fransa’da yaşayan Osmanlı hanedanı mensuplarının durumlarını anlatan bir rapor hazırlattı.
Raporu okuyan Menderes son derece üzülmüştü. Çünkü bu ülkeyi 623 yıl idare etmiş bir hanedanın mensupları Fransa’da sefalet iğinde yaşıyordu. Osmanoğullarına mensup kadınlardan bazıları Fransız ordusunda bulaşıkçılık yapıyordu. Bu milletin Osmanoğullarına vefa borcu böyle mi ödenmeliydi?
Menderes yurda döner dönmez zamanın Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın yanına gitti ve Fransa’daki büyükelçimizin hazırladığı raporu sunarak durumu arz etti:
- Bir kanun çıkararak Osmanoğullarının yurda dönmesine izin verelim. Pek çoğu sefil bir hayat yaşıyor. Bu insanlar buna layık değil. Buraya getirip hiç olmazsa kendi ordumuzda bulaşıkçı yapalım.
Bu teklif karşısında Celal Bayar biraz düşündü. Menderes haklı olabilirdi, fakat dönemin zihniyeti böyle bir şeye izin vermezdi. Ve sonunda Menderes’e cevap verdi:
-Bunu yapmamız mümkün değil.
Menderes hemen oradan bir kâğıt aldı. İstifa dilekçesini yazıp masanın üzerinde duran raporun yanına koydu. Bayar şaşkındı. Birşey söylemesine fırsat kalmadan Menderes odadan çıkıp gitmişti.
Menderes’in istifa haberi devlet erkânı arasında şok meydana getirdi. Yakınlarının ve bazı devlet erkânının araya girmesiyle Menderes istifasını geri almaya razı edildi. Bayar da bir kanun çıkartarak Osmanoğullarından sadece kadınların Türkiye’ye dönmelerine izin verdi. Yıl 1952...
1974 yılında çıkarılan bir kanunla da hanedana mensup erkeklerin de ülkeye dönmelerine izin verilmiştir. Ancak burada malları ve mülkleri yok pahasına satılan ve gittikleri ülkelerde kendi hayat düzenlerini oturtmuş olan bu insanlardan pek azı ülkeye geri dönmüştür.
Hanedan mensuplarının kimi Paris’te, kimi Amerika’da, kimi Bulgaristan’da öldü. Ama hiçbiri Türkiye’de gömülmedi. Cenazeleri Mısır’a, Medine’ye, Şam’a gönderilip, oralarda defnedildi. Bu insanlar buna layık mıydı? Vatana ihanet mi? Rejimi değiştirmek için isyan mı? Hayır! Tek suçlan Osmanlı soyuna mensup olmaktı.
İhsan ÇOMAK
***
Son Osmanlı İmparatoru Sultan Vahideddin Han, sürgün dönemlerini yaşadığı İtalya’daki evde 16 Mayıs sabahına sıradan bir gün gibi uyandı. Senelerdir çektikleri para sıkıntısı artık problem olmaktan çıkmıştı.
Artık ev ahalisi parasız da neşeli olabiliyordu. Vahideddin Han, aldığı bir müjdeli haberle köşkün en neşelisiydi, zira kızı Sabiha Sultan’ın üçüncü çocuğu Necla Sultan dünyaya gelmiş, dolayısıyla Vahideddin, bir toruna daha sahip olmuştu.
Fakat sabah gelen bu güzel haberle eğlenen villa sakinleri, akşam saatlerinde hüznün en büyüğünü tattılar;
“Vahideddin, o gece akşam yemeğinden sonra bütün kadınlarını, hazinedarlarını, odasına toplamış ve geç vakitlere kadar pek tatlı ve neşeli sohbetlere dalmışlardı.
Yapılan sohbette bütün mevzular, dönüp dolaşıp İstanbul’a ve Çengelköy’ündeki köşke geliyor, herkes bu geçmiş refaha ve gençlik hatıralarına ait tatlı bir hikâye anlatıyordu.
Vahideddin, bu tatlı sohbetleri en hararetli yerinde keserek; “Haydi, yatsı namazını kılınız da geliniz. Sohbetimize yine devam ederiz” demiş ve kadınlar namazlarını kılmak üzere kalkıp dışarı çıkmışlar.
Bu esnada Vahideddin, daima yanında bulunan ve hizmetlerine bakan son zevcesi Nevzad Hanım’a seslenerek; "Biraz safram kabarıyor, bana bir tas getir” demiş.
Derhal getirilen tasa pek az miktarda ve sarı bir safradan ibaret istifrağ ettikten sonra; Aman şu leğeni dök de şurada pis pis kokmasın” demesi üzerine Nevzad Hanım, derhal leğeni musluğa dökmüş ve acele ile odaya döndüğü zaman Vahideddin’i uzandığı şezlongun üzerinde cansız bulmuştu.”
Vahideddin’in hayata veda ettiği o gece Villa Manolya’da olanları, yine o akşam villada kalan ve hadiselerin şahidi olan 9 Savunma Bakanına danışmanlık yapan ve o an orada misafir bulunan Tarık Mümtaz Bey’den okuyalım;
“Bardaktan boşanırcasına çılgın ve usandırıcı bir yağmur başlamış ve bir lahza göz açtırmadan günlerce devam eden bu yağmur Sanremo’ya bir felâket havası sızdırmıştı. Manolya ve portakal bahçelerinden seller gidiyor ve her ağacın dibinde ayrı ayrı gölcükler kaynıyordu. Ben henüz uykuya dalmıştım. Başucumdaki dahili telefon dışarıdaki kuduran fırtınaya tempo tutan çılgın ve sürekli çığlıklarla çırpınmaya başladı.
Çoktan beri sesini kaybeden bu makinenin o akşam birden bire telâşla dile gelmesine hiçbir mânâ veremiyordum. Uyku sersemliği ile mikrofona sarıldığım zaman korkunç bir vâveyla ile karşılaştım. Telefonda; Yetişin! Efendimize bir hâl oldu.! diye acıklı kadın sesleri haykırıyordu.
Yanlarına gittiğimde Sultan Vahideddin bir şezlonga uzanmış, cansız bir halde yatıyordu. Sırtında koyu sarı tüylü bir samur kürk vardı. Kır ve hafif kıvırcık saçı, sakalı dikilmiş gibi görünüyordu. Rengini henüz muhafaza eden ve bir ölü çehresini hatıra getirmeyen yüzünün ortasında küçük fakat kemerli bir burun dikkati çekiyordu.
Ağzı küçük bir daire şeklinde, derin derin nefes alıyormuş gibi açık bulunuyordu. Gözleri sakin bir uyku halinde bulunduğu hissini veriyor ve kapalı duruyordu. Vücudu buz kesmişti. Prens Sami Bey’in bu ani hadise karşısında uykusu başına sıçramış, kimin yakasına yapışacağını bilemiyordu.
Sultanın yeğeni Prens Sami Bey, meşhur nezaketine rağmen çıldırmış gibi sağa-sola saldırıyor, vakit vakit o vakur ve ağırbaşlı efendilerin ve Sultan Vahideddin’in son zevcesi Nevzad Hanım’ın üzerine yürüyerek;
Dayıma ne yaptınız diye garip sualler soruyordu. Haber duyulur duyulmaz İtalyan Hükümeti buraya bir doktor gönderdi. Bu doktor derhal otopsi yapmak istedi.
Sultan Vahideddin’in yattığı odanın yanı başındaki salonda yapılacaktı. Vücudu ve mafsalları kaskatı kesildiği için soymak ve kürkünü çıkartmak pek zor oluyordu. Ölüye işkence edilmesine razı olmayan Sami Bey, o kıymetli kürke ve çamaşırlara bir makas atarak baştan aşağıya parçalayıp kolayca çıkardı.
Yüzünden gayet zayıf ve ihtiyar görünen Sultan Vahideddin’in vücudu gayet genç adaleli ve mütenasipti. Sol taraf boş böğründe iri iri mor lekeler olmuştu. Ölüyü beyaz bir patiskaya sardıktan sonra Prens Sami Bey’le Seryaver Avni Paşa, ikinci müsahip Mahzar Ağa ve ben usulca tutup omuzlarımıza kaldırdık.
Doktor kendine lâzım olanı, yani ölüme sebebiyet veren arızayı derhal bulmuş ve eline alarak yanımıza gelmişti. “İşte” diye gösterdi. Bu küçük ve beyaz bir kemik parçası gibi görünüyordu. Doktor; bu kâlbe giden kan damarıdır. Tıkanmış ve taş kesilmiş” dedi. Majesteleri sıkı tavsiyelerimize rağmen çok miktarda aspirin almışlar ve bu hâl ölüme sebebiyet vermiştir” dedi.
Sultan Vahideddin’in ölümü üzerine kıymetli evrak ve paralarını muhafaza ettiği küçük çekmecesi açıldığı vakit içinden on yedi tane çeyrek Osmanlı altını ile taşları sökülmüş bir Hanedan-ı âli Osman nişanı bulunmuş ve servet namına bunlardan başka hiçbir şeye tesadüf edilmemişti.
Sanremo, üç küsur seneden beri ev sahipliği ettiği hükümdarın vefatını ertesi sabah öğrendi. Şimdi, ortada bir ceset bir de sıkıntı vardı. Cesetin adı Vahideddin, sıkıntının adı paraydı. Geriye ödenmesi gereken dağ gibi borç kaldı. Manava, bakkala, kasaba, yapılan veresiye borcunun yanı sıra aylardır ödenmeyen kira ve faturalar artık altından kalkıcak durumu çoktan geçmişti.
Borçlanmaya Vahideddin’den sonra da devam edildi… Meselâ hükümdara otopsiyi İtalyanlar yaptırmış, masrafını ödemek ise Vahideddin’in ailesine düşmüştü… Ama operasyonu yapan Profesör Fava’nın ücretine yetecek para kimsede yoktu ve ona da borçlanıldı. İkibin ikiyüz liretlik borcu günler sonra kızı Sabiha Sultan küpelerini satıp ödeyecekti.
Vahideddin’in öldüğünü duyunca kapıya üşüşenlerin başında villaya gönderdikleri malların parasını aylardan beri alamamış olan bakkal Steiner ile manav Morini vardı. Steiner ile Morini’nin alacakları da dahil olmak üzere bütün esnafa borç 60 bin liretti.
Onların hemen arkasından icra memurları göründü. Yerlerdeki İstanbul’dan getirilmiş halılardan bütün öteki eşyalara ve ev halkının şahsî mallarına kadar Manolya Villasında ne varsa her şey haciz kapsamına kondu ve odalar mühürlendi.
Hatta tarihte eşine hiç rastlanmamış veya rastlanamayacak bir hadise yaşandı; Vahideddin’nin cenazesi villanın giriş katındaki büyük salona indirildi. Ve o salondaki eşyalarla beraber cenaze de haczedildi…
Otopsi ameliyatı görmüş olan cenaze, önce kurşundan bir tabuta yerleştirilip lehimlendi.
Sonra da bu kurşundan yapılan tabut, ceviz bir tabutun içine yerleştirildi ve bir buçuk ay boyunca villanın giriş katındaki salonda kaldı. İtalyanlar, borçların tamamının ödenmesine kadar cenazesinin defnine izin vermiyorlardı.
Borçların temizlenmesi tam bir ay sürdü. 16 Mayıs 1926 günü vefat eden Vahideddin’in tabutu, bakkal, manav ve diğer esnafa olan borçların ödenmesinden sonra 15 Haziran 1926’da Şam’a nakil için hazırlandı.
Cenaze tam bir ay sonra tren istasyonuna götürüldü. Trieste’ye taşınacak, oradan da Beyrut’a giden bir gemiye konacaktı. Ama hiç de bir hükümdara yakışmayacak şekilde…
Sultan Vahideddin’in cenazesinin nakline şahit olan bir İtalyan, istasyonda gördüklerini daha sonra şöyle anlatacaktı; “Arabanın yan taraflarındaki yeşil haçların silinmesine çalışılmıştı ama hâlâ görünüyorlardı. Tren gelince tabutu bir zencinin de yardımıyla vagona bir bavul gibi yerleştirdiler. Cenazenin Vahideddin’e ait olduğunu sonradan hayretler içinde öğrendim.”
Seneler sonra, Vahideddin’i Beyrut’ta karşılayanlardan biri olan Mehmet Orhan Osmanoğlu, Murat Bardakçı’yla yaptığı bir konuşmasında hadiseyi şöyle anlatacaktır; “Beyrut’a gittik. Vapur geldi. Zavallı cenaze yukarıda gemide ama koku taaa aşağıya kadar geliyordu. Ambome etmemişler, hiçbir şey yapmamışlar, geliyor…”
Sultan Vahideddin Han, sağlığında çocuklarına Selahaddin-i Eyyubi Camii’nin bahçesine gömülmeyi vasiyet etmişti ama, o camiinin bahçesinde boş yer bulunamadığı için aile üyelerinin de müsaadesi alınarak 3 Temmuz 1926 tarihinde, Sultan Selim Camii’nin bahçesine gömüldü.
Son olarak, Sultan’ın “ölüm” anında yanında bulunan son eşi Nevzat Hanım’ın hatıralarında bu ölüm hadisesi nasıl işlenmiş ve dünyada hiçbir insanın hak etmediği bir son, bu hanımın yüreğinde ne gibi yaralar açmış, tabuta hücum eden fareler hakkında ne demiş bir görelim;
“Penceremden bakıyorum: mavi deniz, palmiyeler, bahçeler, birbirinden güzel köşkler, ufukta kotralar… Sanremo’nun bu manzarası cenneti andırıyor. Fakat ben kendim cennette değilim. Bu manzarayı cehennemin bir köşesinden görüyorum. Kendime mahsus bir cehennem.
Bulunduğum katın bir odasında bir tabut var. Günlerden beri burada duruyor. Bu tabutta Osmanlı Hanedanının son hükümdarı Sultan Altıncı Mehmed Han yatıyor. Mehmed Vahideddin benim kocam… Talihin hayat yoldaşı diye karşıma çıkardığı insan.
Ölümüne acıyor muyum? Bilmem… Ortada birden bire kırılmış itiyatların boşluğu var. Bu boşluğu etrafımda duyuyorum… Fakat bu ölüye karşı bendeki asıl kuvvetli his, acımaktan ziyade gıpta etmek.
Ne mutlu ona, diyorum, ölüm gibi bir nimete kavuştu. Bazen içimden geliyor: Talihe yardım etsem, bu nimeti kendi elimle arasam…
Ben dindar bir kadınım. Bütün benliğim böyle bir duyguya karşı isyan ediyor. Bu vücut bana emanet bir şey. El kaldırmaya ne hakkım var…
Tüylerim ürpererek düşünüyorum, iki saat sonra gece olacak. Her tarafı karanlık basacak. Faturalar ödenmediği için elektrik, su ve hava gazı yok hepsi kesik. Bütün bir gece karanlık geçecek. Günden güne etrafa bir kat daha yayılan ölüm kokusunu daha korkunç bir suretle duyacağım.
Bu musibet yerine baskın yapmış gibi, gece her tarafta koca fareler dolaşıyor. Etrafımdaki hava adeta şekil şekil hayaletlerle dolu. Uyku ile uyanıklık arasında saatler geçiriyorum. Hayâl ile hakikati birbirinden ayırmak için yatağımdan fırlıyorum. “Ben var mıyım, yaşıyor muyum? diye her tarafımı yokluyorum.”
Belki de korkunç bir rüyadır. Belki bir gün uyanacağım. Oh çok şükür, hepsi rüya imiş, diyeceğim…”
Bir hain, memleketi satacak kadar gözü dönmüş bir hain, elinin altında koca bir imparatorluk hazinesi bulunan bir hain böyle mi ölür?
(Bu satırları yazarken ben okurkende sizler inanıyorum ağlıyorsunuzdur.
623 yıl İslamın ve Türklüğün müdafasını yapmış ecdadımın en son Devlet Adamı Cennetmekan Vahidettin Sultanımın son hali elbette bu olmamalydı.)
Ahmet Anapalı
***
Cennet Mekân Abdülhamid Han’ın 4 talihsiz şehzadesi.Kısa kısa 4 civanmert şehzadenin 1924 hanedan sürgünü ile yaşadıkları dramlar...
1- MEHMED SELİM EFENDİ: Abdülhamid Han’ın en büyük oğlu idi ve 1870 de doğdu.1924 hanedan sürgünü sırasında bir orgeneral idi.Vatan hasreti ile 1937’ de Beyrut’ta vefat etti...
2-ABDÜLKADİR EFENDİ:1878 doğumlu şehzade,1924 sürgünü sonrası Budapeşte’de bir orkestrada keman çalarak hayatını kazanmaya çalıştı.Daha sonra Bulgaristan’da kendisine Bulgar kralı tarafından belediyede iş verildi.1944’ te Sofya’ da kalp krizi sonucu vefat etti...
3-AHMED NUREDDİN EFENDİ: 1900 doğumlu şehzade maalesef yokluk ve sefalet içinde 1945’ te Fransa’da öldü ve Paris’te Bobigny müslüman mezarlığına defnedildi...
4-ABDÜRRAHİM HAYRİ EFENDİ:1894 doğumlu şehzade, Abdülhamid Han ile birlikte Selanik’te sürgünde idi.Askerliğe aşıktı.Filistin’ de, Galiçya’ da, Çanakkale’de savaştı.Hanedan sürgünü sonrası büyük bir bunalıma ve sefalete sürüklendi.
1952’ de Paris’te bir otelde aşırı morfin alarak intihar etti.Geride bıraktığı 200 Frank parası ile otel ve cenaze masraflarının karşılanmasını ve ardından Kur’an’ı Kerim okunmasını vasiyet etti...
Şehzâde Mehmed Abdülkâdir Efendi (1878-1944), Sultan II. Abdülhamid Han’ın 2. oğludur. Almanya’da askerî tahsil görmüş; Kayzer’den madalya almıştı. Sürgünde parasız kalınca, Budapeşte’de bir orkestrada kemancılık yaparak hayatını kazandı.
1940’da harp yüzünden Sofya’ya geldi. Sultan II. Abdülhamid’i tanıyan Kral Boris’in yardımıyla belediyede kantarcı olarak çalıştı. Eline geçen üç-beş kuruşla, Sofya’da Bâli Efendi türbesini tamir ettirdi.
II. Dünya Savaşı devam ederken bir hava hücumu sırasında sığınakta kalp sektesi geçirdi. İzdiham esnasında ezilerek vefat etti. Yakışıklı, cömert ve serbest tavırlıydı.
***
Sultan Abdülmecid’in kızı ve Sultan Abdülhamid’in kızkardeşi Seniha Sultan, sürgün kararı ertesi Mustafa Kemal Paşa’ya telgraf gönderdi. İşte Seniha Sultan’ın, “Çok yaşlıyım. Beni kovmayın, son günlerimi odamda geçirmeme müsaade buyurun” dediği telgraf... Gazete Habertürk yazarı Murat Bardakçı yayınladı
Dün hilâfetin kaldırılışının ve Osmanoğlu Ailesi’nin sürgüne gönderilmesinin 94. yıldönümü idi. Bu yıldönümü vesilesi ile Sultan Abdülmecid’in kızı ve Sultan Abdülhamid’in de kızkardeşi olan yaşlı bir Osmanlı prensesinin, Seniha Sultan’ın, sürgün kararının hemen ertesi günü Reisicumhur Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği ve “Çok yaşlıyım. Beni kovmayın, son günlerimi odamda geçirmeme müsaade buyurun” dediği telgrafı yayınlıyorum.
Dolmabahçe Sarayı bundan 94 sene önce, 1924’ün 3 Mart akşamı tarihinin belki de en büyük telâşını, koşuşturmasını ve heyecanını yaşıyordu.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin o gün kabul ettiği 431 sayılı kanunla Osmanlı Hanedanı’nın bütün mensuplarının Türkiye sınırları dışına çıkartılmasına karar verilmiş, memleketten ayrılmaları için hanedanın erkek mensuplarına 24 saat, kadınlara ise on gün tanınmıştı.
Saraydaki koşuşturmanın sebebi, işte bu kanundu. Ankara Hükümeti, İstanbul Valisi Haydar Bey’e gönderdiği telgraf emriyle Dolmabahçe Sarayı’nda yaşayan Halife Abdülmecid Efendi’nin hemen o gece sınırdışı edilmesi talimatını vermişti.
Vali Haydar Bey, 3 Mart akşamı saat sekiz sularında Halife’ye kararı tebliğ etmek için Dolmabahçe Sarayı’na gitti. Yanında İstanbul Emniyet Müdürü Sadeddin Bey de vardı. Polis ve asker sarayın etrafını sarmış, giriş-çıkış yasaklanmış, bütün telefonlar kesilmiş, sarayda yaşayanların dışarıyla bağlantı kurmasına imkân bırakılmamıştı.
***
Halife, oğlu, kızı, hanımları ve kalfalarından bazıları hemen o gece otomobillerle Çatalca İstasyonu’na götürülüp orada bekleyen Simplon Ekspresi’ne bindirilerek Türkiye sınırları dışına çıkartıldılar.
İki gün sonra, Sirkeci’den kalkan aynı ekspreste bulunan ve çoğunu Osmanoğlu ailesinin mensuplarının teşkil ettiği yolcular, yine dönüşü olmayan bir yola gidiyorlardı…
Ailenin memleketi gruplar halinde terketmesi on gün boyunca devam etti ve hem istasyondan, hem de Sirkeci Rıhtımı’ndan hanedana mensup olan kadın, erkek ve çocuk 155 kişi Türkiye’den ayrıldılar…
Sınırdışı edilenler arasında çok yaşlı bir hanım da vardı: Seniha Sultan…
Şimdilerde moda olan “Payitaht: Abdülhamid” dizisinde oyuncuların hem kendisini, hem de kocası Mahmud Paşa’yı canlandırdıkları bu yaşlı hanedan mensubu, Sultan Abdülmecid’in kızı, Sultan Abdülhamid’in de kızkardeşi idi…
Çırağan Sarayı’nın yerinde bulunan eski sarayda dünyaya gelmişti ve hanedanın en “serbest” ve en zengin sultanlarından olarak bilinirdi. Kocası Mahmud Paşa’nın iki oğlu, Sabahaddin ve Lutfullah Beyler ile beraber Sultan Abdülhamid’in iktidar senelerinde Türkiye’yi terkedip Avrupa’ya yerleşmesi üzerine hayli sıkıntılar yaşamış, sıkıntıları ağabeyi Sultan Reşad’ın tahta geçmesinden sonra biraz olsun rahatlamıştı ama 3 Mart 1924’te kabul edilen kanuna göre on gün içerisinde Türkiye’yi terketmesi isteniyordu.
Seniha Sultan, kararın tebliğinde sonra bir ümide kapılarak, Pangaltı Postahanesi’nden 4 Mart’ta Ankara’ya, Reisicumhur Mustafa Kemal Paşa’ya bir telgraf gönderdi. Hanedanın bu yaşlı mensubu, “Ankara’da, Türkiye Reisicumhuru Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne” hitabı ile başlayan telgrafında “78 yaşındayım.
Odadan bile çıkmak iktidarına mâlik bulunmadığımdan karar-ı ahire tebaiyet maddeten imkân haricindedir. Hayattan artık bir nasibi kalmamış olan benim gibi bir ihtiyarın takarrüp eden son günlerini odasında geçirmeye müsaade buyurmanızı istirham eylerim. Seniha binti Abdülmecid” diyordu.
Sultan’ın şimdi Ankara’da, Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nde bulunan telgrafını arşivin müdürü ve dostum Muhammed Safi’ye teşekkürlerimle beraber, bugünün Türkçesi’ne naklederek vereyim:
“78 yaşındayım. Odadan çıkmaya dahi gücüm yetmediğinden alınan son karara uymam mümkün değildir. Hayattan artık bir nasibi kalmamış olan benim gibi bir ihtiyarın yaklaşan son günlerini odasında geçirmeye müsaade buyurmanızı istirham eylerim. Abdülmecid’in kızı Seniha”.
Seniha Sultan’ın talebi dikkate alınmadı ve aile ile beraber o da Türkiye’den sınırdışı edildi. Bir müddet Paris’te oğlu Sabahaddin Bey’in yanında kaldı, Sabahaddin Bey’in maddî sıkıntıya düşmesi üzerine Nice’e geçip kuzeni olan son Halife Abdülmecid Efendi’nin yanına sığındı.
Halife’nin Nice’in Cimiez semtideki evinin çatı katındaki hizmetkâr odalarından birinde yaşamaya başladı ve hanedanın en zengin hanımlarından olan bu yaşlı prenses, 1931’de orada vefat etti.
Türkiye’de arada bir “Hilâfet niçin kaldırıldı?” yahut “Osmanoğulları’nın sınırdışı edilmeleri şart mı idi?” gibisinden tartışmalar çıkıyor.
Hilâfetin kaldırılması ile bir ailenin çoluk-çocuk, kadın-erkek bütün mensuplarının sürgüne gönderilmesi farklı meselelerdir ve o sürgün hayatından insanî manzaralar nakletmek ise bambaşka bir konudur…
Burada 155 kişilik bir ailenin sürgününün haklı olup olmadığı konusuna girmiyor, sadece yaşlı bir kadının hüzünlü hayatından bir sahneyi naklediyorum…!."
(Yücel İnce)
***
’1921’in soğuk bir şubat günü… Sarayın son çocuğu doğar. Fatma Neslişah Sultan, derler adına.
Adına atılan 121 pare toptan Boğaz’ın mavi suları titrer. Adına para bastırılır.
Üç yıl sonra Osmanlı hanedanına sürgün kararı çıkar.
Soğuk bir mart gecesi, Çatalca İstasyonu’ndan oflaya puflaya acı bir ıslık eşliğinde dönmeye başlar yorgun trenin tekerlekleri.
Hanedanı sürgüne götürecek olan trene binmeden hemen önce, üç yaşındaki Neslişah Sultan istasyondaki bir perdenin arkasına saklanarak, “Ben saraya dönmek istiyorum” diye ağlar.
Aşklar, şarkılar, sohbetlerle bezeli güzel geceler son bulur, zaferden zafere koşan orduların uğurlandığı, karşılandığı Yıldız Sarayı’nda geçen güzel günler geride kalır. Hiç kimse nereye gittiğini bilmiyordur.
Çatalca’dan kalkan tren, dumanlarını gökyüzüne savurarak, bağrında bahar barındırmayan bir kışa doğru koşar.
Hanedan erkeklerinin çoğu askerdir. İçlerinde tabip generaller, amiraller, albaylar vardır.
Hanedanın “Osmanları” bu kara sabahın rüyasını da görmüş müdür?
Sefaletin, yokluğun, acıların kucağına doğru alıp götüren bu tren o koca çınarın hangi kökünde saklanmıştır asırlarca.
O sürgünde sadece hanedanın acı kaderi mi vardır? Yoksa bu gün Suriye hapishanelerinden yazdıkları mektuplarda;
” Sizler sıcak evlerinizde otururken biz buralarda babasının kim olduğunu bile bilmediğimiz çocukları karnımızda taşımaktan bıktık.
Gelin bizi kurtarın demiyoruz ama ne olur gelin bu hapishaneleri başımıza yıkın” diyen kızlarımızın çığlıkları da var mıdır?
Balkanlarda kalan, Filistin’de kolu kırılan, Afrika’da aç kalan insanların gözyaşları da var mıdır?
Bilemiyoruz.
Osmanlı’nın en hazin sahnelerinden biri olan o sürgün yollarında kimler yoktu ki…
Yad ellerde, “Hiçbir yer, İstanbul’un güzel ve güneşli tepelerine benzemiyor” diyerek ölüp giden, cenazesi, Fransa’da bir caminin avlusunda tam on yıl, vatan toprağına gömülmek için bekledikten sonra, bir yay gibi kıvrılıp Medine’ye ilk halifenin yanına uzanıveren son halife Abdülmecit Efendiler…
Gurbet ellerde yıkayacak hiçbir Müslüman bulamadığı için hasta ve sakat kızı Neriman Sultan tarafından yıkanıp kefenlenerek, bir Hristiyan mezarlığına gömülen Şehzade Mahmut Şevket Efendiler…
Bastonuna dayanarak her gün işe gidip gelirken, bir gün ameliyatta yanlışlıkla dili kesilen ve dilsiz kalmasına rağmen yine de o haliyle; bir gün babasıyla gelen insanların Türkiye’den olduklarını öğrendiğinde;
“Ne olur, beni bu halimle bırakın da babamı vatanına götürün, bu adam yanıp tutuşuyor, eğer bana bir iyilik yapmak istiyorsanız onu vatanına götürün” diye yalvaran Neriman Sultanlar…
Nice’de vefat etmeden önce;
“Bir gün müsait olursa beni vatanıma götürün” dediği için, bir kilisede cesedi tam 30 yıl bekletildikten sonra, kilise görevlileri tarafından bir Hristiyan mezarlığına gömülen Sultan Abdülhamit’in kızı, Gazi Osman Paşa’nın gelini Zekiye Sultanlar da vardır…
Sefaletten intihar edenler, belediye izin vermediği için cesedi Manş Denizi’ne atılanlar da vardır…
Mısır bir Müslüman toprağı olmasına rağmen, Türkiye’de işbaşına gelen her iktidara mektup yazarak, her türlü siyasi haktan mahrum olarak ülkesinde yaşama izni verilmesini talep eden; Boğaziçi’nde kendi halinde balıkçılık yapmaya bile razı olduğunu her vesileyle söyleyen, yıllarca hiçbir cevap alamayınca da, Osman Yüksel Serdengeçti’ye;
“Hiç değilse bir zarfın içine bir avuç vatan toprağı koyarak gönderin de bari kabrime koyayım” diyerek, gurbet ellerde “ah vatan, ah vatan” diye diye ölen Neslişah Sultan’ın babası beyefendi Şehzademiz Ömer Efendi de vardır.
San Remo’da sefalet içinde ölen, bakkallara olan mutfak borcundan dolayı, tabutunun üzerine; “bu tabut hacizlidir, borçlar ödenmeden kaldırılamaz” yazısından dolayı damadı Ömer Faruk Efendi tarafından mutfak kapısından kaçırılan Osmanlının son sultanı Vahdettin Hanlar da vardır.
Cihanın topraklarını milletinin ayakları altına seren insanlardan bir karış toprak esirgenmiş, bunca cefa reva görülmüştür.
Son yolculuklarında, ne onları omuzlarında taşıyan Müslümanlar, ne tekbir sesleri, ne tabutun üzerine örtülü bir bayrak vardır.
Gurbet ellerde yaşayan hanedanı ilk hatırlayan Anadolu’nun yiğit evladı Adnan Menderes olur.
1952’lerde NATO toplantısı için gittiği Fransa da Paris Büyükelçisini yanına çağırarak; “Osmanoğulları Ailesinin Paris’te yaşıyor olması gerek. Bunlar ne yer, ne içer, ne ile geçinir?” diye sorar.
Büyükelçi’nin hanedan hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığını gören Menderes öfke ile;
“Sana 24 saat mühlet! Ya Osmanlı ailesinin adresi ile ya da istifanla gelirsin” der.
Elçi adresle gelir.
Hanedanın ziyaretine giden Menderes gördükleri karşısında deliye döner.
Devlet-i Aliye’nin ulu Hakanı Sultan Abdülhamit Han’ın 80 yaşındaki hanımı Şefika Sultan, 60 yaşındaki kızı Ayşe Sultan ve diğer Osmanlı hanımları Paris yakınlarında bir bulaşıkhanede Fransızların tabaklarını yıkamaktadırlar.
Menderes gözyaşlarını tutamaz. Şefika Sultan’ın ellerine sarılır. “anne affet bizi, geç geldik” der. Ayşe sultan sürgünden otuz yıl sonra gördüğü bu vatan evladına;
“Sen kimsin?” diye sorar.
Menderes, “ben Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanıyım” der. “Ben başbakanım” sözünü duyan koca sultan sevinçten öyle bir çığlık atar ki kalbi duracak gibi olur, bayılır. Menderes Türkiye’ye döner dönmez doğruca Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a çıkar.
“Osmanlı hanımlarını bulaşık yıkarken gördüm. Onların Türkiye’ye dönmeleri için af kanunu çıkaracağım” der. Celal Bayar, “Adnan Bey sus! Sakın bu konuyu bir daha başka yerde açma, malum gazeteler tahrikiyle silahlı kuvvetlerin içindeki cunta Türkiye’de ihtilal yapar” der.
Menderes cebinden çıkardığı bir mektubu masanın üzerine bırakarak dışarı çıkar.
Celal Bayar mektubu açar.
“Analarının ve babalarının Fransa da hizmetçilik yaptığı bir ülkenin Başbakanı olmaktan utanç duyuyorum, istifamın kabulünü arz ederim. İmza: Adnan Menderes”
İstifadan vazgeçmesi için Menderes’e sabaha kadar yalvarılır.
Hanedan kadınlarının yurda dönmelerine izin verilmesi şartıyla vazgeçer istifadan.
İstanbul’ a dönenler arasında Sultan II. Abdülhamid’in hanımı ve kızı da vardır.
Bir sabah erken saatte Teşvikiye’deki evlerinin kapısı çalınır.
Kapıyı Abdülhamid’in kızı Ayşe Sultan açar.
Gelen kişi Başbakan Menderes’tir.
“Şayet kabul buyururlarsa Valide Sultan’ı görmek istiyorum.”
Başvekil, içeri buyur edilir. Salon tam bir Osmanlı evi gibi döşenmiştir.
Başında tülbent elinde tespihliyle zikrini tamamlayan Şefika Sultan;
“Berhudar olasın evlâdım, hoş geldiniz…” der Menderes’e.
O da, “Teşekkür ederim Valide hazretleri; hoş bulduk… ” diye karşılık verir. “Beyefendi, niçin önceden haberimiz olmadı? Böyle, hazırlıksız ve gâfil avlandık”
“Zararı yok efendim. Bendeniz elinizi öperek hayır duânızı almak ve bir ihtiyacınız olup olmadığını öğrenmek için geldim.” Ayrılırken daha sonraları Yassıada da onun da hesabının sorulduğu şişkince bir zarf bırakır.
Rüyaları, aşkları, zaferleri ile koca bir devir geride kaldı. Yaptığı camilerin kandillerini kendi elleriyle yakan, imarethanelerin ilk yemeğini fakir fukaraya kendi elleriyle dağıtan derviş ruhlu sultanlar devri kapandı.
Gurup edeli neredeyse bir asra yaklaşmasına rağmen batışı sonrasındaki aydınlıkla içimizi ısıtan güneşin ufkumuzdaki son ışığı da birkaç gün önce bütün bütün kayboldu.
Osman Gazi’nin rüya devleti son buldu.’
***
SULTAN ABDÜLHAMİD’İN EVLATLARINA NASIL KIYILDI?
Parasızlıktan ve açlıktan ölen Ahmet Nureddin Efendi; aidat ödenmedi diye kabri kaldırılan kemikleri de kimsesizler mezarlığındaki mazgala atılan Şehzade Orhan Efendi; ev sahibinin acıyarak kira almadığı köhne bir pansiyon odasında vefat eden Zekiye Sultan; Arnavutluk’ta bir Nazi toplama kampında tifodan ölen Naime Sultan… Vefatının 101’inci yılında Sultan Abdülhamid’i ve sefalet içinde sürgün hayatı yaşayan, sahip çıkılmadığı için mezarları dahi olmayan evlatlarını rahmetle anıyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra 1924’de halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı hanedanının yurtdışına çıkmaya zorlanmasıyla Fransa’ya da yoğun göç yaşandı. Başta son Halife Abdülmecit olmak üzere Fransa’yı tercih edenlerin büyük bölümü sefalet içerisinde yaşamlarını sürdürmeye çalıştı.
Fransa’da hayatını kaybeden hanedan üyelerinden birçoğu ise o dönemde Türkiye’nin kabul etmemesi nedeniyle Fransa hükümeti tarafından Faslılara hediye edilen Bobigny Müslüman Mezarlığı’na defnedildi. 1937’de açılışı gerçekleştirilen mezarlığa ilk olarak II. Abdülhamid’in kızı Ayşe Sultan’ın eşi Mehmed Ali Rauf; son olarak ise 1973 yılında hayatını kaybeden Sultan V. Murad’ın torunu Şehzade Osman Fuad’ın cenazesi defnedildi.
Sultan Abdülhamid’in evlatlarından sadece 1945 yılında hayatını kaybeden Şehzade Ahmed Nureddin’in mezar taşı günümüze ulaşabildi. 1952’de Paris’te bir otel odasında öldükten sonra Ahmed Nureddin’in yanına defnedilen II. Abdülhamid’in diğer oğlu Şehzade Abdürrahim Hayri’nin ise ismi silinmiş mezar taşı günümüze ulaşmış. Diğer mezar taşları ise kaybolmuş durumda.
AİDAT ÖDENMEDİĞİ İÇİN, KEMİKLERİ BİR ÇUKURA ATILDI..
Şehzade Mehmed Orhan, 2. Abdülhamid tahtan indirilirken dünyaya geldi. Çocukluğu parasızlık içinde geçti. Sürgüne gönderildiğinde Harbiye Mektebi’ne daha yeni başlamıştı. Budapeşte’den Beyrut’a, Peşte’den Nice’e geçti. Nice’den Buenos Aires’e ulaştığında henüz 21 yaşındaydı. Elini cebine attığında onu hayatta tutacak sermayesi ise sadece 8 Frank kadardı. Burada Kayserili bir Türk sayesinde teneke fabrikasında işçilik, hamallık, şoförlük yaptı. Evlenmek istedi ama kimliği olmadığı için evlenemedi. Kahire’de Mısırlı Prens Yusuf Kemal, Mehmed Orhan’a 100 Lira borç verdi.
Mehmed Orhan bu parayla kendine Playmouth marka bir otomobil alarak taksicilik yaptı. Arabasının arkasında Prens Mehemmed Orhan yazdırdı. Birçok ülkede roman gibi hayat süren Abdülhamid’in torunu Mehmed Orhan, hep haymatlosluğunun (vatansızlığının) fukaralığını çekti. Mehmed Orhan Marsilya Konsolosluğu tarafından kendisine nüfus kâğıdı ve Türkiye pasaportu verildiğinde 82 yaşındaydı.
Türkiye’ye gelmeden bir yıl önce de Türk vatandaşlığını alan Orhan Efendi, İstanbul’da 20 gün kalmış ardından Fransa’ya dönmüştü. Yıllarca vatansız kalan Orhan Efendi, kavuştuğu vatanını bir daha görmek istemiş ancak bu arzusunu yerine getiremeden Nice’de 12 Mart 1994’de, 85 yaşında vefat etmişti.
İstanbul’a tekrar kavuştuğunda aradan 62 yıl geçmişti. İki yıl sonra vefat ettiğinde 6 kişilik bir cemaat eşliğinde fakirlerin gömüldüğü bir mezarlığa defnedildi. Cenaze namazını akrabası Melike Sultan’ın para ile tuttuğu 4 Tunuslu kıldı.
Mehmed Orhan’ın mezarının yeri şu an bilinmemektedir. Çünkü mezarı için ödenmesi gereken 200 Euro aidat ödenmediği için, kemikleri umumi bir çukura atılmıştır. Tarihte 2. Abdülhamid’in yerine geçecek diye beklenen şehzadenin kabri yoktur.
BİR PARKTA AÇLIKTAN VEFAT EDEN ŞEHZADE
Şehzade Ahmed Nuri Efendi 46 yaşında bir miralay olarak sürgüne gitti. Seyyar satıcılık yaparak ekmek parası kazanmaya çalıştı. 1944 senesinin Ağustos ayında Fransa’daki bir parkta açlıktan vefat etti. Polis parkta ölü olarak bulduğu Ahmed Nuri Efendi’nin cebinde 1800 Frank ve bir mektup buldu.
Mektupta şöyle yazıyordu: ’Ben ölürsem, kimseyi suçlamayın; zira açlıktan ölüyorum. Bir sinemada piyano çalarak hayatımı kazanıyordum. Şimdi bu işi de bulamıyorum. Cebimdeki para ile felanca dükkândan tabut alıp beni defnedersiniz.’ 2. Abdülhamid’in oğlu Ahmed Nuri Efendi kimsesizler mezarlığına defnedildi…
Şehzade Abdürrahim sürgünde kaldığı otelde bir gün ablasının odasına girer. Üstü başı perişan… Elindeki filede birkaç konserve, bir elbise fırçası ve yarım şişe kolonya vardır. Fileyi ablasına verdikten sonra odasına girer. Yüksek doz morfinle 28 yıllık sürgün hayatına son verir. Son vasiyeti cebinde kalan 200 Frank’la cenaze masraflarının karşılanması ve arkasından Kur’an-ı Kerim okutulmasıydı.
SÜRGÜNDE SOĞUKTAN VEFAT EDEN BİDAR SULTAN
Bidar Sultan, ailesiyle birlikte Orient Ekspres’le sürgüne çıktığında henüz iki aylıktı. Bidar’ın anlamı uykusuz demek. Ancak onun küçük bedeni sürgün soğuğuna dayanamadı ve yolculuğun sonunda her ne kadar ailesi uyandırmaya çalışsa da uyanamadı. İki aylıkken sürgünde soğuktan vefat eden Bidar Sultan 2. Abdülhamid’in torunuydu…
Tarihte Bidar Sultan’ın adı, sürgünün en genç ve ilk kurbanı olarak geçer. Sürgün hikâyesi Bidar’ın kısacık ömründe son buldu ama babası Abdülkadir Efendi için uzun ve dert dolu geçti. Bidar Sultan vefat ettikten sonra ailesinin yanlarında götürdüğü nakit para bitti. Satılacak mücevher de kalmayınca yokluk iyice hissedildi.
Ailesi kaldıkları otelden ucuz bir pavyona geçti. Babası saraydayken öğrendiği keman sayesinde evinin nafakasını çıkarmaya çalıştı. Orkestrada kemancılık yapan Abdülkadir Efendi, önce borçla sonra hastalıklarıyla baş edemedi. Aile Sofya’ya göçtü. Abdülkadir Efendi, Kral 3. Boris sayesinde kemancılıktan kantarcılığa terfi etti.
1944 yılında vefat ettiğinde, Müslüman Mezarlığı’na cesedi kokmadan gömüldüğü için, diğer sürgünlere göre şanslıydı. Abdülhamid’in mirası önce kâtibi sonra dişçi Sami Günzberg tarafından iç edilmeseydi, belki Abdülkadir Efendi ve ailesinin sürgün hayatı daha rahat geçerdi.
KÖHNE BİR PANSİYON ODASINDA VEFAT EDEN KIZI..
Sultan Abdülhamid’in kızı Zekiye Sultan, Fransa Pau’da, ev sahibinin acıyarak kira almadığı köhne bir pansiyon odasında vefat etti. Cenazesi bir Müslüman memlekete götürülmek üzere bir kilisenin bodrumunda kaldı. İki sene sonra kimsesizler mezarlığında bir çukura atılmıştır. Boğaz Köprüsü’nün altında bugün Reina’nın bulunduğu yerde 110 hizmetkârın çalıştığı muhteşem bir yalısı bulunan, her ay fakirlere binlerle altın dağıtan Sultan’ın bir mezarı bile yoktur.
Sultan Hamid’i bir başka kızı Naime Sultan, Arnavutluk’ta bir Nazi toplama kampında tifodan öldü. Beraberindeki dört cariye, Sultan’ı teçhiz edip bir köy mezarlığına defnettiler. Sultan Mecid’in torunu İbrahim Tevfik Efendi, Nice’de sefalet içinde öldü. Kimsesizler mezarlığında bir Hristiyanın yanına atılıverdi. Oğlu Burhaneddin Cem Efendi’ye bu da nasip olmamış; Amerika’da bir krematoryumda yakılmıştır.
3 DEFA NAKLEDİLEN MEZARLAR..
Zevci 1937’de Paris’te vefat eden Ayşe Sultan, o sırada Paris’te bulunan Cezayirli âlim Sidi Kaddur Ben Gabrit’in yardımı ile Afrikalılara mahsus Bobigny Mezarlığı’na defnetti. Bundan sonra hânedandan Paris’te ölenler hep buraya defnedildi.
İskenderiye’de vefat eden hânedan efradının haylisi, Prens Ömer Tosun Paşa’ya ait türbenin hazîresine defnedilmiştir. Nâsır zamanında, yol geçme bahanesiyle türbe tahrib edildi. Buradaki hânedan kabirleri Kâhire’deki Abbasiye’ye naklolundu. 1952’deki bulvar inşaatı bahanesiyle bunlar da kaldırılarak, Afifi’ye nakledildi. 1961’de Hulvan otobanı vesilesiyle buradan da alınıp harap hâldeki Hıdiv Tevfik Türbesi’ndeki bir mezarın içine topluca konuldu. (Ekrem Buğra Ekinci, Mezarları Bile Olmayan Osmanoğulları)
AHMED NUREDDİN’İN GÜNÜMÜZE ULAŞABİLEN MEZAR TAŞI
Behice Sultan, Ahmed Nureddin ve Mehmed Bedreddin adlarını taşıyan şehzadeleri doğurdu. Ahmed 43 yaşında, sürgünde, Paris’te vefat etti ve Bobigny Müslüman Mezarlığı’na gömüldü. Mehmed ise 2,5 yaşında bir hastalıktan öldü.
Sadece 1945 yılında hayatını kaybeden II. Abdülhamid’in oğlu Ahmed Nureddin’in mezar taşı günümüze ulaşabildi. 1952’de Paris’te bir otel odasında öldükten sonra Ahmed Nureddin’in yanına defnedilen II. Abdülhamid’in diğer oğlu Şehzade Abdürrahim Hayri’nin ise ismi silinmiş mezar taşı günümüze ulaşmış. Diğer mezar taşları ise kaybolmuş durumda.
FRANSA’DAKİ ŞEHZADE KABİRLERİNİN İÇLER ACISI DURUMU
Fransa’nın başkenti Paris’teki Bobigny Müslüman Mezarlığı’ndaki Osmanlı hanedan üyelerinin kabirleri bakımsızlık sebebiyle ortadan kaybolmak üzere. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra 1924’de halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı hanedanının yurtdışına çıkmaya zorlanmasıyla Fransa’ya da yoğun göç yaşandı.
Başta son Halife Abdülmecit olmak üzere Fransa’yı tercih edenlerin büyük bölümü sefalet içerisinde yaşamlarını sürdürmeye çalıştı. Fransa’da hayatını kaybeden hanedan üyelerinden birçoğu ise o dönemde Türkiye’nin kabul etmemesi nedeniyle Fransa hükümeti tarafından Faslılara hediye edilen Bobigny Müslüman Mezarlığı’na defnedildi.
1937’de açılışı gerçekleştirilen mezarlığa ilk olarak II. Abdülhamid’in kızı Ayşe Sultan’ın eşi Mehmed Ali Rauf; son olarak ise 1973 yılında hayatını kaybeden Sultan V. Murad’ın torunu Şehzade Osman Fuad’ın cenazesi defnedildi. Şehzade Ahmed Nureddin’in mezarı dışında diğer mezar taşları ise kaybolmuş durumda…
BOBİGNY MÜSLÜMAN MEZARLIĞI..
Sultan Abdülhamid’in kızı Ayşe Sultan’ın anılarını topladığı ’Babam Sultan Abdülhamid’ kitabında bahsedilen Bobigny Müslüman Mezarlığı’nda yatan Osmanlı hanedanından bazılarının isimleri ise şu şekilde:
"Rabia Peyveste Hanım (Sultan II. Abdülhamid’in eşi), Şehzade Ahmed Nureddin (Sultan II. Abdulhamid’in oğlu) Şehzade Abdürrahim Hayri (Sultan II. Abdulhamid’in oğlu) Şehsuvar Hanım (Halife Abdülmecid’in eşi) Pınardil Fahriye Hanım (Şehzade Abid’in eşi) Şehzade Osman Fuad (Sultan V. Murad’ın torunu) Damad Mehmed Ali Rauf Bey (Ayşe Sultan’ın eşi) Ayşe Sıdıka Hanımsultan (Sultan Abdülmecid’in torunu) Selma Sultan (V. Murad’ın torunu) 1944 yılında Paris’te hayatını kaybeden son Halife Abdülmecid’in naaşı ise dönemin Türk hükümetinin kabul etmemesi üzerine 10 yıl Paris Büyük Camii’nde bekletildikten sonra, Medine’ye götürülerek Cennet’ül Baki Mezarlığı’na defnedilmişti."
***
Cenazesi Fransa da, On yıl morgda bekleyen son Osmanlı halifesi.
Bunu okuduğumda hep hüzünlenirim...
18 kasim 1922 Yılında halife seçilen Abdülmecid Efendi, Cumhuriyet sonrasi 3 Mart 1924 Yılında ani bir kararla, 17 kişilik ailesiyle birlikte sürgüne gönderilmek üzere akşam Dolmabahçe sarayına, dönemin İstanbul emniyet müdürü polislerle gelir; Mübarek O esnada Kuran’ı Kerim okumaktadır. Müdür ve polisler odaya girer "45 dk zamanınız var
Hazırlanın sürgüne gönderiliyorsunuz" derler.itiraz etsede, Emrin Ankara’dan geldiği anlatılır.
Mübarek,okumakta olduğu Kuran’I Kerimi kapatır, Ellerini Semaya kaldırarak,
"Allah’ım görüyorsun uğruna can ve cananlar verdiğimiz Vatanımdan sürgün ediliyorum, Gurbet ellerde ölürsem, beni Peygamber Efendime komşu eyle"der ve apar topar ailesiyle birlikte hazırlanırlar, yine Apar topar Haydarpaşa Tren garına getirilirler, Önce Belçika ordanda Fransaya gönderilir.
Abdulmecid Efendi Fransa’da Müslümanlarla Camilerde buluşur, Müslümanlar üzüntülerini dile getirirler hürmet ve izzette bulunurlar, Çaresizliklerini bildiklerinden yardım etmek isterler ama Abdulmecid efendi asla kabul etmez.
Haydarabad Nizamı (Pakistan) Osman Han, Halifemize yardım etmek ister fakat kabul görmeyince, O dönem genç bir kız olan Darüşşevar sultanı büyük oğlu Azam Cah için ister.
Buradaki önemli detay şayet dünür olursak yardım edebilirim düşüncesi.
Müslümanların ricası üzerine kızını Haydarabad Prensine verir ve dünür olurlar. Yine yardımları kabul etmez.
Mübarek ve ailesi uzun yıllar Fransa’da yaşar çok yokluklar çekerler,1944 yılında hastalanır. Hasta yatağında Ölünce Vatanına,Türkiye’ye Defnini vasiyet eder,uzun sürmez vefat eder.
Kızı Darüşsevar Sultan Haydarabad prensiyle evli olmasından dolayı Pakistan vatandaşıdır ve Türkiye’ye rahat girebilmektedir. Babasının vasiyetini yerine getirebilmek için (Özellikle inönü’ye) Defalarca Türkiye’ye gelir ve yetkililere yalvarır.
Hatta Bulgaristan sınırından Türk tarafına girişe defnedelim dönüp gidelim diye yalvarır. Ama asla izin verilmez.
Bir umut diye tam 10 yıl yani 1944 ile 1954 Yıllarında Türkiye’ye defni için Fransa’da morgda bekletilmistir. Fakat Türkiye’ye defnedilme vasiyeti kabul edilmez.
Daruşsevar Sultan Hem umre, Hemde Babasının 10 yıldır Morgda bekleyen cesedinin defni için Suudilerden,Türkiye Hükümetine girişimde bulunup bu konuda yardımcı olmalarını ricaya gider, Suudiler talebi kabul ederler ve hemen Türk Hükümeti ile irtibata geçip durumu ve talebi iletirler, Ama malesef talep kabul görmez.
Suudi‘lerde Bu duruma çok üzülür,Mübarek zatın, Arabistan topraklarına defnedilmesini kabul ederler.
Morgdan alınan cesed Arabistana getirilir.
O Dönemin Suudi yetkilileri Peygamber Efendimizin ailesinin ve sahabelerin Kabristanı olarak bilinen Cennet-ül baka(Cennet bahcesi) Mezarlığına defnedilmesini isterler ve buraya defin edilir. Böylece son halifenin duası kabul olur ve Peygamber efendimize komşu olur.
Tam 10 yil Türkiye’ye defnedilmek icin morgda bekletmek. Evladlar için vefa borcu,hükümet için züldü
Gelelim Darüşşevar Sultan’a ,Onda Türkiye’ye dair kalan tek Hatıra giderken sarayın bahçesinden Oynamak için aldığı bir taş..Bu taşı ölene kadar saklamıştır.
Darüşşevar Sultan, aynı zamanda önemli bir ressam olan babası Halife Abdülmecid Efendi’ye de ilham vermiş ve Halife, kızının bir kısmı bugün Dolmabahçe Sarayı’nda Hala mevcut olan çok sayıda tablosunu yapmıştı.
Darüşşevar Sultan 2006 yılında 92 yaşında Londra’da vefat etti. Daha önceden babasına izin vermeyen yetkililere bir nevi küserek "Beni Türkiye’ye defin etmeyin" diye vasiyet ettiğinden dolayı,Brookwook Müslüman Mezarlığı’nda, annesi Mehisti hanımefendi’nin yanında toprağa verilmişti...
Ruhları şad olsun, Allah rahmet eylesin
Bu hikayeler anekdotlar yazmakla bitmez.Allaha hamdolsun bugün iktidarda Atalarının kıymetini bilen yöneticiler vardır ve Osmanoğulları layık oldukları değere yeniden kavuşmuşlardır.
Gün ne gösterir bilinmez ama şurası muhakkaktır ki bundan sonra her ne olacak olursa müslümanların inananların lehine tezahür edecek Hak Celle ve Ala Hz.leri nurunu tamamlayacaktır.
03.03.2016//KIRIKKALE
HİDAYET DOĞAN OSMANOĞLU
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.