- 1140 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
BALIK
Benim hikâyem biraz da suyla ilgili. Suyun kaderinin ne olduğunu bilsem suyla karşılaştırırdım kendimi. Suya özenmeli mi özenmemeli mi tam olarak bilmiyorum. Herkesin yaptığı gibi zihnimdeki düşüncelerin, anıların beynimle birlikte çürüyeceğini hep unutur, içine bedenimin sığamayacağı büyük hayaller kurarım. Tohumların havada uçuştuğu masmavi bir gök, büyüleyici renkleriyle göğü saran gökkuşağı, gökkuşağının dibinde irili ufaklı dağlar, dağların hemen ardında asırlık ağaçlardan örülmüş gizemli bir orman, ormanın içinde irili ufaklı kelebekler, kuşlar, otçul muhtelif canlılar ve insan, insanlar. Ormanlar bile bir yerde bitmeli. Bambaşka şekillerden ve renklerden oluşmuş bir evren, evrenin tam ortasında istediklerinde zamanı ve mekânı büken, şeffaf ve simetrik yüzleriyle hep gülümseyen ölümsüz güzeller mutlu şarkılar söylüyor. Bazen ağlıyorlar, ama ya sevinçten ya da ufak kırgınlıklardan.
Sonra unutmam biraz geçer, gözlerimi bir açarım ki yine aynı dünya, ama bambaşka işliyor. Girift hayatlar ve cidal üzerine döngü, büyük balıkların ve küçük balıkların ters orantılı hüzünleri. Yüzüyorum yüzüyorum bitmiyor su. Bir kayaya rast gelip artık her şey güzel olacak, diyorum. Kendimi yukarı fırlatıp gökyüzünü içime doldurmak istiyorum. Gözlerimde kısa bir ışık patlaması oluyor, ardından nefesim kesiliyor. Kendimi tekrar diplerde buluyorum. Balıkçılar hevesle oltalarını daldırıyor, sabırla beni bekliyorlar. Bunu acizliğimi bildiğim kadar kesinlikte biliyorum. İğnenin etrafından dolanıp yukarı bakıyorum, bulanık cüsseleri dipten merakla izliyorum. Onlar da yukarıdan beni izliyorlar mıdır acaba? Zannetmem. Ama bekledikleri kesin. Benden de arkadaşlarımın yaptığı gibi ağzımı açmamı, çengelle boğazımı yırtmamı bekliyorlar. Fakat benim yemeye pek tamahım yok. Beni çıkarsınlar, bilmediğim diyarlara götürsünler istiyorum, lakin ölmek istemiyorum. Bu haklı arzumun başka bir çaresi olmalı.
Ben ne kahırlar biriktirdim göğsümün ve kafamın kafeslerinde! Şu duyduğunuz bütün sesler var ya, hep titrek durur beynimin sarmallarında. O resimler, kahrolasıca resimler hep gözlerimin önünde. Korkmuş, ağlayan, aç kalmış, sakat, titrek çocuk resimleri… Muhakemesini yitirmiş, mecalsiz kalmış, kamburlaşmış, hor görülen, buruşmuş yaşlılar ve uzaklaşıp silikleşen sırma saçlı, incecik kadınlar. Özellikle çığlıklı çocuk ölümleri hep orada. Buna alışamam. Ölmesin çocuklar, en azından böyle ölmesin çocuklar diye durmadan arşı yokluyorum. Bu işin başka bir oluru olmalı. Mesela çocuklar eskisi gibi yüksek ateşten, sıtmadan ölse belki alışırdım. İnternete girince ne çok acı resmi paylaşılmış, diyorum. Zihnimi başka şeylerle meşgul etmeliyim derken, Serap’ın profilinde buluyorum kendimi. Çektiği bütün fotoğrafları inceleyip hayıflanıyorum. Cengiz ile çekilmiş resmini ortadan ikiye bölmek istiyorum. Ya da kolunu Serap’a dolamış Cengiz’i kolu dâhil silmek, Serap’ın yanında sadece benim uyacağım bir boşluk bırakmak istiyorum. Oysa Serap için ben binlerce şık içerisinde en saçma seçenektim. Geçti zaten. Cengiz gibi hep kayıtsızca gülmek, kendisinin bile inanacağı palavralar atmak bana göre değildi. Yine de mutlu oldukları aklıma gelince “Bu kısım güzel!” diyerek kıskanç düşüncelerimi utandırmaya çalışıyorum. Çaresizliğin başka bir versiyonu, başka bir hüzün.
Tavaya iki yumurta kırdım. Kızarırlarken sarıları dağılmak üzere olan iki küçük güneş gibi bana bakıyorlar. İçinde doğamamış iki kuşun bulunduğu iki şaşkın güneş. Yanına iki domates dilimleyip güneşleri ekmekle patlatarak yedim. Sofrayı kaldırmıştım ki kapı uzun uzun çaldı. Biliyorum arınmak için geliyorlar. Ne de olsa insanın ruhuna çok kir bulaşıyor. Gelen tahmin ettiğim gibi Nedim’di. Salona geçirdim, suratını asıp sakallarıyla oynamaya başladı. Öğrenmek istemiyordum ama sormamı beklediğini biliyorum.
- E Nasılsın, dememle Nedim’in sarıları akmaya başladı. Uzun uzun bana karısı Funda’dan bahsetti. İki aydır işsiz olduğu için tartışmışlar. Sinirinden kadının yüzüne gazeteyi fırlatmış.
- Allah’ını seversen sen söyle haksız mıyım, dedi. Erkekliğin de bir onuru var değil mi? Bana istersen yemekleri artık sen pişir, dedi. Madem iş bulamayacaktın kargo şirketindeki işinden niye ayrıldın, diyor bana. Ne yapabilirdim ki, belim ağrıyor! Fıtık mı olsaydım? Beni birazcık anlasa öyle konuşmaz. Bazen yüzlerce kiloluk kargolar gönderiyorlar, indirinceye kadar canımız çıkıyor.
Kadın çocuğu da alıp evi terk etmiş. Bir saat boyunca onu dinledim.
- Bunu yapmamalıydın, buna hakkın yoktu, ama olan olmuş artık, dedim. Daha çok şeyler söylemem gerektiğini hissederek, üzülme geri döner, dedim. Geri dönmeli! Arkasında bu kadar sızlayan biri varsa dönmeli, dedim. Bana garip garip baktı. Arayıp bir özür dile, bu gün olmasa bile bir iki gün sonra döner, diye aynı şeyleri tekrar edip durdum. Telefona cevap vermiyormuş. Ne hissettiğimden bahsetmedim. Hissettiğim şeyler çoğu zaman doğru çıksa da olumlu şeyler değildi.
- Çıkalım bir şeyler içelim, dedi.
- Şimdi gelemem, çok yorgunum, dedim.
Biraz rahatlamış bir şekilde çıktı. Çıkarken beş yüz lira borç istedi. Kıramadım, geri vermeyeceğini bile bile verdim. Bunu çok önemsemiyorum, fakat bana günah çıkaran papazmışım gibi gelmelerinden tiksiniyorum. Perde gerisindeki bir papazla tam tamına yaptığımız şeyler aynı. İnsanlar rahatlamak için bizi buluyorlar, bir şey söylememizi istemiyorlar. İçlerindekileri önümüze kusup rahatlıyorlar.
Süleyman da dertlenince beni buluyor. Aile hayatını, en mahrem sırlarını bana döküyor. Kimseye söyleme, demiyor. Biliyor bir kara delik olduğumu. Dedikodusunu yapıyor Nedim ile Orhan’ın. Allah aşkına bunları anlatma, dinlemek istemiyorum, diyorum. Beni dinlemeyip düşüncelerinde daha fazla diretiyor. Bu sefer onlara küfürler savuruyor. Geçenlerde karısının onu aldattığından şüphelendiğini söyledi. Son haftalarda çok garip hareketleri varmış. Karısı garip sorular soruyormuş, yapmacık tavırları varmış. Karısının iş yerinde Doğan isminde bir müdür varmış. Bu şahısla ilişkisi olabilirmiş. Aralarındaki samimi diyalog dikkatini çekmiş. Telefonunu kontrol edeyim demiş, ama telefonun tüm arama kayıtları silikmiş.
- Bu da sebep mi, diyorum. Bence çok yanlışın var, bunlar hep kıskançlıktan kaynaklanıyor, hep evham.
- Bana o şerefsizleri savunma, diyor. Ana avrat küfür ediyor. Sen bilmezsin, diyor.
- Bunlar iş hayatının sıradanlıkları, aynı yerde çalışan insanlar ister istemez samimi olurlar, diyorum küçümser gibi bakıyor. Bence gül gibi eşin var, ona sahip çık, kırma, dedim. Bana ters ters baktı, devam ettim:
- Şu halime bak, işten dönünce dinleneceğime bir sürü ev işiyle uğraşmak zorunda kalıyorum. Yorgunluktan yemek pişirmeye üşendiğim için doğru dürüst yemek yiyemiyorum. Bekârım diye kafamı rahat zannediyorsun ama bildiğin gibi değil. Diyorum ama ikna edemiyorum. Sadece Süleyman değil hiç kimseyi ikna edemiyorum. Büyük bir av yuttuktan sonra şişen yılanlar gibi ben de çekyata uzanıp hareketsiz bir şekilde uzunca bekliyorum. Tiksinç ya da kahır yüklü anıları unutmaya çalıştıkça anıların daha da canlandığını, ayrıntıları daha çok hatırladığımı fark ettim. Allah belanızı vermesin, başka birini bulamadınız mı pisliklerinizi aktaracak, diye söylenmeden edemiyorum.
Çekyatın üstünden bağlamayı kavrayıp Merdo türküsünü çalayım dedim. Şu sıralar ona çalışıyorum. Türkü hicaz makamında. Do diyez ile si bemolün art arda sesi öyle bir ses ki insanın yüreğini dağlıyor. Türkünün hikâyesi de müziği gibi hüzünlü. Gerçeğin sesi bu diyorum. Çalarken aklıma çağrı filminin müziği de geliyor. Kulaktan çalmaya başlıyorum. O da hicaz makamında, diğerinden daha da hüzünlü. Şaşırmıyorum, neredeyse bütün şarkılar hüzünlü. Dünyanın her yerini düşünüyorum da sanki her yer hicaz. Geçen Selman’a da söyledim.
- İnsan bir balık gibi mağdurdur, dedim. Yüzdeliğe vurursak ancak yüzde beşi kötü çıkar.
- Saçmalama, şimdi insanların çoğunun cennete gitmesi gerektiğini de söylersin sen, dedi.
- Düşünsem ne olacak, kötü bir şey mi, dedim.
- İyice hümanist olmuşsun, dedi. Geçen sohbette hoca, cehennemden bahsederken “İçinizden oraya uğramayacak hiç kimse yoktur.” diye bir ayet okudu. Yani anlayacağın herkesin işi yaş. Hem Amerikalıların, Rusların, Avrupalıların hemen hemen hepsi zındık. İsraillilerden bahsetmiyorum bile. Çoğu Allah’a bile inanmıyorlar. İnansalar bile havada kalıyor. Görmüyor musun Filistin’de, Suriye’de olanları, kimsenin sesi çıkıyor mu bunlardan?
- Bence çok şeyi yanlış anlıyoruz. Bir kere senin bahsettiğin yönetimler, dedim. Hem halk işin iç yüzünü pek bilmiyor, dedim. Bizi nasıl tanıyorlar baksana! Bizleri kafa kesen, hoşgörüsüz insanlar olarak tanıyorlar, dedim.
- O şerefsizler bir avuç insan, onların yaptıklarından bizi sorumlu tutamazlar, dedi.
Ona söylemedim ama bunları da söyleyebilirdim. Sen keman ya da gayda dinlemedin mi? Her ikisi de Avrupa’da icat edilmiş. Bu insanlara bu aletleri hangi hüzün yaptırır, çaldırır hiç düşündün mü? İnsanların tüm yapmaya çalıştığı yaşamak. Çinliler karın tokluğuna çalışıyor, Amerikalıların hayatı çalışmaktan ibaret. Uzakdoğu’da merhamet ve yardımlaşma üstüne çekilen filmleri keşke izleseydin anlardın. İkna edemezdim ama keşke deseydim!
Geçenlerde burcumun balık olduğunu öğrendim. Orhan söyledi. Bir işlem için doğum tarihim gerekliydi.
- Doğum tarihin ağbi, dedi.
- 29 Şubat 1980, dedim.
- Vay, sen çok ender bir insansın demek! Belli zaten balık burcu olduğun. Bir kere çok duygusalsın, şiir yazıyor, resimden anlıyorsun, az çok da bağlama çalıyorsun. Ne bileyim sezgilerin kuvvetli, evlenmediğine göre özgürlüğüne de düşkünsün. Biraz da hırsın olsaydı hayatta çok başarılı olurdun, dedi.
Astrolojiye inanmam ama Orhan’ın söyledikleri bende merak oluşturdu. Biraz araştırma yapınca hayret ettim. Bu uyduruk bilim nasıl bu kadar destekli atıp tutturuyor? Hayret ettiğim başka şeyler de var. Hayalperest olmak neyse de herkesi olduğu gibi kabul etmek, merhametli olmak sadece balıklarda mı bu kadar baskındı? Diğer burçlardan olan insanlar benim gibi hissedemiyor mu, merhamet yıldızların güdümünde miydi? Çok mu abartıyorum acaba insanları severken? Kalbin sesini bu kadar çok dinlemek hata mı acaba!
Bir de Neptün vardı, benim gezegenim. Masmavi bir gezegen, tam balıklar için, dedim. Sonra okudum, maviliği gazlarla ilgiliymiş. Hem öyle soğukmuş ki! Sıcaklık -218 dereceye kadar düşüyormuş. Canlı yaşayamadığı için hüzün de yokmuş. Onlar da hissetmiyor mu? Bu da başka bir hüzün.
Yahya OĞUZ
YORUMLAR
Yetersiz ....!!!
İlk iki paragraftan sonra konu kendinden kopuyor... Hayal gücü bir anda gerçeklere dönüyor. Hiç bir şeyden haberi olmayan, bir anda her'şey'le karşılaşıyor...Merak edilen şey'lerin ifade ediliş şekli daha ağırdan ve yaşayarak okuyucuya sunulması daha doğru olacaktı.
Cümle sonları çoğullaşıyor, çoğullar tekilleşiyor...Yani ''balık' baştan değil; ilk iki paragraftan sonra kokmaya başlıyor...
Sevgiler...
Yahya Oğuz
CaNMaYBuLL
"Fakat benim yemeye pek tamahım yok. Beni çıkarsınlar, bilmediğim diyarlara götürsünler istiyorum, lakin ölmek de istemiyorum. Bu haklı arzumun başka bir çaresi olmalı."
Bilmediğinden kastım,cümlenin değil;didaktik konuşmayı yüklediğiniz balıktan...
O zaman ben yanlış anladım..
Özür dilerim