- 1205 Okunma
- 4 Yorum
- 1 Beğeni
'notlar'
(1)
Bugün biteceğini sandığım kaçıncı gün, bilmiyorum. Haftadan fazlası benim için kısırlığımın acı tarafı oldu. Aylardır aynı parça üzerinde çalışıyorum. Üzerine çıkıp, geceye doğru yaklaşırken bir günü daha becermenin nasıl bir his olduğunu paslı merdiven basamaklarına soruyorum. Bir de neymiş, diyorlar ki ‘merdivene binin, asansörlere katlara çıkmayın, sağlıklı yaşayın.’ Yalan, büyük bir yalandan ibaret bu tez. Sahi, tez, hipotez, teori, yasa tarzı giden bir yol vardı. Üniversite’de Araştırma Teknikleri dersinde vize sınavında öğrenciler bu tür saçma sorulara maruz kalabilir. Belgesel izlerken, iki aslanın çiftleşmesine kızıp, iki bin liralık televizyonu kıran bir yalnızın hikâyesi de buna dâhil olabilir.
(2)
Hiçbir şeyi ama hiçbir şeyi değiştiremiyorum. Seyir nasılsa, o şekilde ilerliyor bazı şeyler. Kibirden ve şükürsüzlükten bahsediyoruz. Arkadaş ‘neye ihtiyacın var’ diye soruyor. Burnunu çekip, ağlayan bir kadından bahsediyor sonra. Sigaradan dumanı çekerken yoruluyorum. Adam felç. Bundan birkaç sene önce yapmadığını bırakmamış kadına. Kadınla tecavüz ediyormuş gibi haftada iki gün. (günleri de söylemiş de unutmuş hangi günler olduğunu) Adam felç ama bir de değişik bir rahatsızlığı varmış. Doktorlardan kimi zona demiş, kimi modern cüzzam olan çağdışı bir deri rahatsızlığı. Lifle beraber her gün bedeninin her tarafını silip, yıkanması gerekiyormuş. Sormaya sıkılsam da, dayanamadım sordum. ‘Adamın felçli ama…’ Soruyu sorarken niyetimin ne olduğunu anlayan arkadaş, ‘garip bir şekilde orada sorun yok ama kadın acı çektiriyormuş adama. Bazen histeri nöbetleri tutuyormuş gibi, adamın başlangıçta meraklı ve yumuşak olan organını tutup, iyicene sıkıyormuş. Eski günlerin nefretini alır gibi.’ Bu muhabbeti kısa tuttuktan sonra, iş sıkıntısına girip, ‘çalışamadığı için bir türlü evlenemediğinden’ bahsediyordu. Beynimdeki uğultular dinmemişti. Telefon kulağımı yarıyor gibiydi ve karanlıkta, sonu gözükmeyen lambaları takip edip, gözlerimi varabildiği en uzak noktadaki görüş mesafesine kadar yoruyordum. İçerisi pis kokuyordu.
(3)
Elbette yarın, henüz gelmediği ve gelecek olanı da bilmediğimiz için bizi nobran, biraz da kalabalık sandığımız dünyamızda yalnız bırakabildiği için güzeldir. Adaletli bir seçimde buna dâhil. Yarını seçemediğimiz için, seçmeyi düşünebildiğimiz için hala umutlu olabiliyorum. Öksürük sesleri, aksırmalar, esnemeler, horlamalar ve geriye kalan üst katta belli belirsiz bir yaratık anırmasını andıran iniltiler. Hiçbiri kendi nefes sesin kadar cazip olamaz. Bir başkasının nefesine dayanamadığın an da kendini atabildiğin koltuk ya da yatak, ikisi de olmasa, herhangi bir sandalye veyahut ayakta yürürken, fark edebildiğin kendi nefes sesinde aslında yaratıcısı sana ayrı bir güç bahşediyor. Nedir bu? Gücü tartışacak değilim. Bir bilinme gücünden bahsediyorum. Bugüne dair sıralayabileceğim bazı şeyler var.
-Doğadan fazlasını talep etmiyorum. Tabiat üzerine boyut değişikliğine sebep olacak bir fürûşluktan bahsetmiyorum. Dinlenebildiğim yer, modern bir kabahat gibi olsa da çevreyoluna yakın toprak ve üzerinde baharı kucaklamak için bekleyen ağaçlar var. İlkbahar gelecek ve yeşil elbiselerini giyinip ‘merhaba’ diyecekler. Bu kadar fabl düşkünü olmaya da gerek yok. Kendimi düşürmüyorum. Sonradan düşenlerin ilk sözü ‘keşke toprak olsaydım’ değil, biraz sonra kibirden bahsedecekler. Korkum mu? Korkum filan yok, neden diyorum. Ben de aynı hata içindeyim. Çevreyolu iyidir diyen biri çıkmadı. ‘İçecek başka bir yer mi kalmadı’ diye soruyor eski akşamcılardan biri. ‘Ne alaka’ diyorum, ‘içmek için değil ki’ diyorum. ‘E, ne bok yemeye çevreyolunda gezineceksiniz’ diye soruyor, ‘ha, karı kız işleri mi lan yoksa’ diyor. Fransız kalamıyorum konuya ve basket maçında her sayının bir, dört köşeli 1 sayıldığı bir devirden geliyorum, susunca daha mı güzel oluyor her şey sanki?
-Bunları, yani olanları değiştiremiyorum. Çok uzun zamandır yazamayan yazarların listesini yapıp, ilk kitaplarına dair bilmediğim bir kitap olursa, o kitaba ait yorumları okuyorum. Kitaplardan hala zevk alabildiğim için şükretmem gerekiyor. Birisi bir gün ‘gün geliyor, elinde mevcut olan ve olmayan tüm kitapların artık bir hiç olduğunu düşünüyorsun, bir süre bunu kabul etmek zorunda kalıyorsun’ demişti. ‘Sonra ne oluyor’ diye sormuştum. ‘Sonra mı? Sonrası yok ki, başı nasıl yoksa, sonrası da yok’ diye bir cevap verip, çayın parasını masaya koyup, sandalyeden kalkıp, elini uzatıp, (eli balık kokuyordu) elimi sıktıktan sonra yanımdan uzaklaşmıştı. Ona arkasından bakıyordum. Ütülü pantolonunun bir kenarı, evet sağ bacağının diz kapağına yakın yerleri serbest bir çağrışıma dönüşmüştü.
-Artık yazmadığım zamanlar ‘nasıl yazılır’ diye kafa yoruyorum. Kitap okurken insanı rahatsız eden ve onu okumaktan da ayrı koyacak en tehlikeli ses, dışarıdan gelen herhangi bir ses değildir. Zihninin içindeki sesten bahsediyorum, o sese engel olamıyorsa ve iki cümle sonrasında hayallere kapılabiliyorsa, (bu biraz da yazarın estetik kaygılarına bağlı) okumak yazar için alınası intikamlar biriktiriyor. Elindeki bir kitabı okurken, herhangi bir sayfasından itibaren okumaktan vazgeçip, o kitabı bırakıyorsan masaya, daha da kötüsü o kitabı başka birine armağan ediyorsan, işte sen okuyucu, o yazardan alınabilecek en fena intikamı almış oluyorsun.
-‘Ruhuna dön!’
Şimdi bunu yazıp, astığım duvarı gözümün önüne getirmeye çalışıyorum. Her şeyden çok uzaktayım. Bu her şeyin çoğunu kendi ruhum kapsıyor. Biraz biraz gerçeği paylaştığım dostlar var ve geride beni tanıyan eşyalarım. ‘Hiçbir zaman mutlu olamayacaksın’ yazısının puntosunu neden daha büyük koymuştum? Bunu biri, başka birine ‘ah’ olarak da söyleyebilir ama benim gibi birisine böyle bir ah işlemeyecek. Çünkü hazırlanıyorum. Çağrının ilki ‘oku’ lafzıyla başlamıştı ve devamında asıl okuyuşun, ruhuna döndükten sonra başlayacağını da anlatmışlardı. Yoksa neden bir gaza sonrası ‘asıl cihat, nefisle olan cihattır, büyük olan onunla yapılan savaştır’ cümlesi söylenmiş olsun ki? Nefis nerede? Fücur kelimesiyle başladığım noktada ‘ruhuna dön’ emrini kim söylemiş olabilir diye düşünüyorum ve sonra aklıma takılan kutsal sözden alıntı yapmış olabileceğim aklıma geliyor. Bu hakikat Pisagor’dan çok öncede vardı. ‘Ey huzura eren nefis! Razı olmuş ve kendisinden razı olunmuş olarak Rabbine dön!’ Geneviève Mnich’in resmi bir kenarda ve bu söz bir kenar da:’ Ruhuna dön!’ Rabbine de dön olabilir. Sahtekarlıktan bahsedebileceğim ana geliyorum. Herhangi bir iki göğüs üzerinde duran ve sana ‘ruhuna dön’ diye yazılı iki kelimeden oluşan nasihat nasıl bir yol çizebilir? Kitabı kapattığım zaman her zaman bir kalem arada kalmalıdır. O kalemin arada kalması devam edeceğim anlamına geliyor, yoksa nerede, hangi sayfada kaldığım önemli değil. ‘Ruhuna dön’ ya da ‘iki göğüs üzerinde laf kızartmaca.’ Her şey boş geliyor. Bunun anlamı, dolabileceği, daha güzel şeylerle takas edebilirsin içindeki sıkıntıyı. Kendim için ‘merci’ deyip, kenara çekilebilirim. –buyurunuz, bana imkân tanımak istemediğiniz kapı, sonuna kadar açık!
-Tiksiniyordum. Çöpün içerisinden para çıkarıyordum. Burnumun içindeki sümüklerin siyah oluşundan meta kaynağı bir şeyler var. Kollarım her geçen güç kazanıyor. İtici, zayıf bir insan olmamak için ant içmiş filan değilim. Para kazanıyorum. Sonra onları sıfırlıyorum. Para tüketmek için vardır. Biriktirirsen bir amacın var demektir ve bu amaç senin her zaman başına bela olacaktır. İnsan zekâsının keyfiliğinden değil, zayıflığından bahsediyorum. Üç çocuğun varsa, babadan zengin değilsen, güç bela aldığın bir evin sonraki yıllarda nasıl pay edileceği konusu senin derdin olur. Kız çocuğunda olsa bu aynıdır, erkekte olsa aynı ama erkek için işler değişiyor. Yarın bugün evlendiği zaman karşı taraf sorduğunda vereceğin cevap sadece ‘çalışıyorsa’, yasal sevişmenin bütünleştirici yanı kalmıyor. ‘Kimseye hesap vermiyorum’ demek inciticidir. ‘Kendini sorgula!’ Bu da duvarda yazılı. Duvar da poğaça kokusu var. Kabarınca hamur, elli beş yaşında bir kadının göbeği gibi oluyor.
(4)
Ne kadar fazla birleştirirsem, o kadar sağlam olur diye bir şey yok. İnce ayarına da bakmıyorum ve her şey anı geldiğinden artık dağılabilir bir daha eskisi gibi toparlanmamak üzere. Koluma yazma huyumu geliştirdim, artık parmaklarıma, avuç içime yazıp çizdiğim diyagramlar yerine, daha garip kelimeler ve sayılar var. Herhangi bir bankanın internet şubesinin şifresi de olabilir bu ya da ölüm günüme kalan süre. Beyaz, kuvveti düşük bir lambaya baktıktan sonra alınan acı haber gibi de yok. ‘Sağlığını yitirince, bazı şeyleri algılamakta artık güçlük çekmiyorsun.’ Tabi kimse Theano gibi olmasını beklemiyor bazı kişilerin ama yine de erdemin, davranışların belirli bir düzeyde özgürce kendini ifade edilebilen ruhunda kazanımları görmenin umudunu taşıyor. Sonun başa taşınmasından bahsediyorlar. Ne acı! Sondan asla başlama. Yoksa heyecanını kaybedersin, sıkıntıya düşersin ve sıkıntılı bir insandan bir şey bekleme. Yağmurun yağması da, kıyametin kopması da onun gözünde denktir. Pisagor’un eşi Theano’yu özgür kılan, Pisagor’un eşitlik konusunda ısrarcı tavrı değil, o heyecanı tatmaktı. Çünkü yapılamayan, engellenen her şey sıkıntı doğurur ve bir gün yapıldığında yapanlara değil, olguyu ilgiyle izleyenlere daha çok heyecan verir. Kim üçgeni estetik kaygıdan ayrı bırakabilir ki? Üzerinde duramadığım pek çok şey var. Bugün aldığım notları yaktıktan sonra, koltukta dalıp gitmiştim. Uyandıktan sersemce yürürken dudaklarım arasındaki sigarayı yakmak için kibriti cebimden çıkardıktan sonrasında, üç saniye geçmeden feci bir sızı hissettim avucumda. Kibrit kutusunun içindeki kibrit çöplerini uyku sersemliğiyle, sigarayı yakıp da, söndürmekten aciz kutuya geri koyma gafilliğine düşünce, tüm kibrit çöpleri tutuşup bir anda, avucumu yakmış bulundum.
(5)
Birkaç gün sonrası…
Yara kapanmak bilmiyor. Yeni çıkan deriyi tekrar soruyorum. Kanıyor da, kanayabilir. Çıkış noktası biraz ileride olabilir. Bunun bir anlamı yok. Ellerimi yumruk yapıp, duvara vuruyorum. ‘Niye vuruyorsun’ diye soruyor çaycı. ‘Çay vereyim de, az iç, rahatla abi’ diyor. ‘Çayın bok gibi, çayın bok gibi…’ sayıklıyorum. Sabır gerekli ama o sabrı gösteremediğin her an şiddete başvurmak gerekiyor. Telefon kaç kere yere düştü ve ‘bana mısın’ demiyor, yine çalışıyor. Akıllı telefon filan değil, resmen ölümüne dövüşen bir gladyatör kendisi. Buhar makinesinin gücü, telgraf, telefon, radyo, film kameraları, televizyon, bilgisayar ve biz bunları çağın teknolojisinde hızlı ilerlemeler olarak yorumluyoruz. Ekonominin revize ettiği, bir nevi toplumdaki varlığı, insanı tüketime reverans yoluyla çağıran eğilimden bahsediyoruz. O telefonda Marx okumaları yapmanın ayrı bir güzelliği olsa da, ‘onlar ne derlerse desinciler’ her vakit olacak. Giderek değişen, yabancı olunan çağa aykırı olmak, bir nevi yabancılaşmaya karşı –öze dönüş diyerekten, yabancılaşmaya karşı asıl yabancılaşmayı oluşturmak, derenin karşı iki tarafına köprü ayaklarını yapıp da, dere üzerinden geçilecek yolu yapmamaya benziyor. Bu çağın gerektirdiği şekilde yaşamamanın zorluğu herkes itibariyle malumdur ve bununla beraber rolünü iyi belirleyip, eskiyle köprüler kurmakta asıl meseleye dairdir. ‘Doktorların olması gereken yer burası değildir’ cümlesi; ‘statü’, ‘dayanak’, ‘terbiye’, ‘insan’, ‘ceset’, ‘niyet’, ‘asıl’, ‘sistem’,’aciz’ gibi pek çok kelime çıkartılarak kurulunca pek bir mana taşımayabilir. Zorunlu süreçte elbette pazarın her zaman bir satıcısı olacağı gibi, alıcısı da olacaktır. Ceset çılgınlığından, yabancılaşma adıyla, emek ilişkilerinde yığınların yalnızlıkta boğulma tehlikesine var oluyor. Bu aslında var olan bir şey, resim sonradan gösteriliyor da diyebiliriz.
-fazla patırtı olmadan, reçetelerde yazılı olan imanı görebiliyor musun? (sahtekâr bundan sonrasını yazmıyor)
(6)
Herkes diken üzerinde, bu bir yalan değil ve iyi ki bir silahım olmadı diyorum. Taşıma ruhsatına iznin olsa da, bir silahtan daha önemli şeyler var. Yarım saat boyunca bana Ankara’ya gidip, aldığı silahın macerasını anlatan adamı dinliyorum. Bu kaçıncı çay, kaçıncı sigara ve kaç dakikadır bir türlü o silah Ankara’dan alınamadı. Aşti’de üç defa durdurulup, ruhsatı soruluyor. Ruhsatı çıkarana kadar çıkışıyor, sinirleniyor hem polise, hem de özel güvenlik görevlisine. Silah şimdi nerede diyorum. Evde, evde ama onu dışarı çıkarmak istiyorum. Keşke taşıma ruhsatım olsa diyor. Günter Grass’ın illüstrasyonları gözümün önüne geliyor. Sevemiyorum bir türlü; yazdıkları hariç ha! Artur ve Arthur arasındaki farkın önemi olmalı mı? Dostoyevski’yi Rusçadan okuyan birinin teziydi, ‘bizim için hiçbir anlamı yok isimlerimizin.’ Gerektiğinden fazla yüklenince ya çatırdar bazı şeyler ya da kırılır. Bunu yorulma deneyinde çok açık seçik görebileceğini sanan aptallarda yok değil. Gereğinden fazlasını düşünmek istiyorum, bunun için de bazı gereksinimler var ki, eğitim ve kitaplar buna dâhil edilebilir. Bir zamanlar ‘küçük papatyalar’ filmde var olamaya çalışan (simgesel kaygı, açıklanabilir tarafı o yıllarda siyasi baskı) iki genç kızın nihilist tavırlarından rahatsız olduğumu hatırlıyorum. Günter Grass’ın sayfayla alakasız illüstrasyonları gibi diyelim. Burnunda sümüğün siyah çıkması gereken yerlerde, rüya yapıyormuş gibi diyelim. Arşiv odaları, kazan daireleri, borular, borular ve yine borular, kolonlar, kolonlar ve yine kolonlar; hiçbiri hiç bitmeyecek gibi uzayan el yazısıyla dolu kâğıtlar, kâğıtlar ve yine kâğıtlar. Ne anlatıyorum biliyor musun? Aslında hiçte haksız sayılmayabiliriz, elimizde silahın ne olduğu da önemli değil, yeter ki deneme şansını bir kere elimize alalım. Dünyanın en azılı katili olmak için önceden her şeyi planlamak gerekmiyor. Cinayet sonrası oturur, kapı önünde mastürbasyon çekerken polisler onu kelepçeleyebilir. Akşam evine gittiğinde karısı kocasına ‘nereden geliyorsun sen, yoksa geneleve mi gittin’ diye soracaktır. ‘Yapma Mary, işimi bilmiyormuş gibi konuşuyorsun’ diyecek polise eşi, ‘şaka yapıyorum budala kocacığım, işinin ne kadar zor ve tehlikeli olduğunu biliyorum, yalnızca ıslak dudaklarıma yumulmadan önce seni tahrik ediyorum’ diyecektir. İki dakika da film yazılmış olabilir. Ancak oyuncu gerekiyordur. Hepimiz rolünü gayet de güzel başarıyor olsa gerek!
*Eğer aklını kullanmak istiyorsan, ki ‘her şey boştur’ ibaresi burada devreye girer, mantığını geliştirmen gerekir ki, bu süreç işidir. Daha zekilerin, daha hızlı ve kısa yoldan ulaşabilecekleri bir şeydir bu.
*Doğrusunu söylemek gerekirse, tereddüt korkaklığın değil, mantığın mayasıdır. Şüphe duymadan hangi doğruyu bulabilir ki insan?
*Bugün de sis altındaydı sokaklar, caddeler. Çevreyolundaydım. Küçük dereler var. Seslerini duyuyorum. Gündüz olunca ölü kedi, buzağı cesetlerine rast geliyorum. Artık kedi sevmiyorum. Alkışa tempo tutmuyorum. Övülecek bir yanı olmayan insan, rol kesebilmelidir. ‘Övülecek yanımız, sonumuzu biliyor olmamız; zaman değil, anları ilerlettiğini sanıyorsun ama rol kesiyorsun. Uyuyup, uyandığında toparlaman gereken tek bir şey var. Zihnin. Bugün daha cesur olabilirsin dünden ama yarın korkak birine dönüşebilirsin. Kendinden tereddüt etmek, inancın göstergesidir.
Notlar yazmalı insan. Almalı demiyorum, yazmalı. Bir ara özel olarak ‘öykü notları’ vardı ve bundan başarılı olduğumu sanacak haddede, kaybetmiştim notlarımı. Bir daha o notları alacak cesareti bulamadım.
Şimdi bir başyapıtın nasıl yazılır olduğunu düşünme zamanı. Düşünmek için elinde bir metreden uzun bir çubuk olduğunda zamanın çok oluyor. Yaşamayı öğrenmeden yaşayanlar olduğu gibi, yazmayı öğrenmeden yazanlar da var. Olmak istemeyeceğin bir kişilikten kurtulmanın yolu emek harcamaktan geçer. Bir noktada düğümlenen zihnin (boğaz konuşanlar için geçerli olsun) geriye yaftalanacak güzel saatler bırakıyor. Sürekli unutan biriyseniz, toparlanamıyorsanız çalışmaktan başka yolunuz yok. (Anlatmadığım için duygulanan biri var. Uzaktan gözleri değil, sağlıkla parlayan yanakları vardı)
-ağaçları bile kökünden kesmek zordur, niye üzülüyorsun ki?
…
Buraya kadar aldıklarımı tekrar okuduğumda, ortaya bir öykü çıkaramadığı için geçmiş olan günlerime sinirleniyorum, elimi yumruk yapıp vurmak gerekiyor duvarlara. Fakat ilgi eksikliğinden ölebilirim. Çaycı rapor almış.
…
Değersiz vaktimi değerlendirebildiğim için yine de kitaplardan yana mutlu olduğumu söylüyorum. Bazı isimler değiştirilmeli.
…
Asla olduğun yerde değilsin, olması gereken yer kimin umurunda?
Sıkıntıya alışıp, onunla hayatının sınırlarını geliştirebilirsin. Oyuncakların artık elle zihninle tutulabileceğin şeyler olmalı. (bunlar cin aliyi bile tatmin etmeyecektir)
.
YORUMLAR
1 numaralı kısmı pek düşünmüyorum hergün aynı nasılsa merdiven çıkmak cidden sağlıklıda değil dalgınlıkla ayağı boşluğa atmak diye birşey var üstelik belli kattan sonra sigara içen biri için ölüm.
2 numara bana juju ritüelini hatırlattı afrikada bir tür hasat tekniği farkı kadınların erkeklere tecavüz etmesi Sperm hasatı.
3 biraz daha içten mülkiyet bir sorundur para bir derttir ruh daha büyük dert hele zamana uygun değilse. gerçi hiçbir ruhun zamana uygun olduğunu düşünmüyorum ben.
4 numara bana kibrit çöpleriyle ev yaptığım sonrada ateşe verdiğim zamanı hatırlattı. şimdide aynı kibrit çöpleriyle birşeyler yapıyoruz ama ateşe veren başkaları.
5 bana herşeyin teorisini hatırlattı hawking şanslı bir şansız yada tam tersi kim bilir akıllı tilifon ve marx dedinya iphoneden komünist manifesto yazanları çok seviyorum bi aptal oluyorlar
6 ile ilgili söyleceğim çok şey olsada rusları okumak için rusca öğrenmeye heves etsek ne iyi. gerçi heveslerde hayaller gibi kırılıyor.
bunların hepsinin dışında zavallı forumumun başına gelmeyen kalmamış :)
HakkınSesi
dostlarım Napolyon, Sezar ve çok miktar da Hitler çıkar.
oy bana bana.
Yazının karışık olduğunu, en azından bana öyle geldiğini söylemeliyim. Hayatın anlarına dair bir yığın kişisel tespit , bu tespiti açma çabasının bu karışıklıkta rolü hayli fazla. Bunca tespit konuyu açıklamak, anlama kolaylığı getirmek yerine oldukça ağdalı yapıyor. Yazıdan duyulan “yazarın kafa karışıklığı var” hissi, okurun anlama arzusunu yıpratıyor sanki.
Konunun işlenmesi ağdalı olduğu için yazım hataları daha çok göze batıyor. Hatta bazı yazım hataları beni hayli şaşırttı. Zira daha önce görmediğim, bildiğin için, yapmayacağından emin olduğum hatalardı.
Bu, aklıma yazının temasıyla çelişkili bir dikkatsizlik belki de acele etmişlik hali getiriyor.
Sonuçta, tüm bu haller yazıyla okur arasındaki bağı koparıyor gibi ve yorumlamaktan çok, eleştirme güdüsü uyandırıyor.
Sağlıcakla,
HakkınSesi
Bir vakit daha dinlenmek lazım zihni.