- 536 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ALMANYA’DA BİR TÜRK ÖĞRETMENİ
Ankara-Almanya yolculuğu ve Almanya’da Türkler
Ankara, bakanlığımızın dış ilişkiler bölümündeyim. Dördüncü kat. “Merhaba öğretmenim, köylüm, ne iş, senin ayağın buralara düşer miydi? ” Murat bu, sınıf öğretmeni olarak Rize’de çalıştığını biliyordum. Köyümüzün bir maçta kalesini korumuştu. Selamlaşıyoruz genç arkadaşımla. “Yeşil pasaportu nihayet cebe koydum.” Diyorum. “Köylüm ben de gidiyorum Almanya’ya, Bavyera eyaletinde çalışıyorum.” diyor. Hem de iki yıldır. Bizim köyden bir arkadaşın da geçen yıl Münih’e gittiğini biliyordum. Öğreniyorum; böylece aynı köylü üç öğretmen oluyoruz yurt dışında. Murat Ankara’da çalışırken gitmiş yurt dışına. “Almanya’ya gidecek bir meslektaş bulursam haftaya yolculukta bana yoldaş olur…” diye anlattı.
Ertesi hafta İstanbul’dan başladı yolculuğumuz. Üç Türk öğretmeni, dostumun kırmızı arabasıyla. Askerlik için ailesiyle vedalaşan genç askerlerin heyecanıyla. Kapıkule’den ikindiye yakın çıktık Eylül başlarında. Sıcacık Edirne güneşi hayli güzel ve etkileyiciydi. Almanya’yı sisli, puslu anlatırdı, gurbetçilerimiz. Güneşi az görürsünüz derlerdi. Bu yargıyı iki haftalık Noel tatilinde birinci kez ülkeme döndüğümde gözlemledim ve doğruladım. Güneşin doğuş saatlerinde Boğazı geçip Marmara denizini, denizin mavisi ile güneş ışınlarının oluşturduğu renk armonisin doyumsuz güzelliğini izlerken, iyice hissettim.
Böylesi, karmaşa duygularla bir kez daha bakıyorum az sonra vedalaşacağımız vatan ufuklarına. Bir de yeşil çimenlerde, sere serpe uzanıp yatan soydaşlar gördük küme küme. Yorgun ve kararsızlar. Bulgar devletinin asimilasyon mağduru anavatana sığınan yoldaşlar. Orhan Veli’nin dizeleri takılıyor aklıma…”Biliyorum kalbinde bir şey yok./ Benim de yok,/ Ama
böylede yatılmaz ki…”
Komşunun ülkesini gün batmadan geçtik. Bulgar polisleri iri yarı, hepsi birer çam yarması. “Senede Bir Gün” romanı bir kez daha anımsıyorum, bize ters ters bakan polisleri görünce. İkinci Viyana’a dönüşünün artıkları geri dönüş yapan soydaşlarımızı kovalayan ruhsuzlar. Bu polisler daha sonra duyduğum gurbetçi işçilerimize çok zahmetler vermişler. Ülkelerinden transit geçen yurttaşlarımızdan ne kadar çok mark söyüşlemişler. Biz de kolay geçmedik bu ülkeden.
Tito’nun barış ülkesi vardı önümüzde. Yugoslavya. O yıllarda otobanlarını tamamlamış bu ülkeyi gece geçtik. Yugoslavya girişinde güneş batmak üzereydi. Şalvarlı kadınlar. Tıpkı Anadolu kadınları. Bu insanlar Makadon ve Boşnak Müslümanlarıydı.
Avusturya Alplerinin yeşil yamaçlarının bitiminde başlayan az bulutlu bir Avusturya sabahı. Kitaplarını severek okuduğum Zweig ve Kafka’nın ülkesindeydik. Dağ yamaçları ve yemyeşil ova uzayıp gidiyordu. Toroslar’ımız gibi fazla dik olmayan ormanlarla kaplı yamaçlar. Biçim zamanı gelmiş gürlükte yeşil çayırlar. Çayırlarda, semiz sığırla otlamıyor, adeta yüzüyorlar. Öğretmen arkadaş: “Bu ülkenin sığırları bile mutlu olur.” diyor, “Böylesi yeşillik denizinde.” Dağ eteklerinde iki katlı ahşap evler, balkonlarında her çeşit renkte çiçek saksıları. Dağların doruklarından planetlerle süzülerek uçan sporcular. Yeni bir güne bu görüntülerle uyanıyorum Avrupa’nın göbeğinde.
Yeşil doğasına nazire yaparcasına yeşil elbiseli Alman polisleri eşyalarımızı didik didik arayarak yol veriyor bize. Oysa hiçbir eksiğimiz yok. Söylüyoruz. Gümrüğe takılacak bir eşyamız yok. Verdiğimiz zahmetten ötürü diledikleri özrü kabul ederek Münih’e giriyoruz. Murat’ın evinin az ilerisinde, Almanlar’ın, 1974’te Hollanda’yı finalde yenip Dünya şampiyon oldukları stadyum. Turluyoruz. Yol kenarlarında ulu çınarlar. Kaldırım kenarları gazel dökmüş çınar yaprakları ile kaplı. Haşırtılar yükseliyor, ayaklarımız altında ufalanan yapraklardan. Burası futbolcu, Müller, Beckenbauer, Rumanigeler’in…muhiti.
“Seni düşünüyorum, uzak bir yol üstünde tozlar kalkarken, Karanlık bir gecede, dar bir tahta köprüde bir yolcu ürperirken…” dizelerinin sahibi Geothe, “ruhumu nasıl tutacağım ki /Etmeyecek ruhuna temas” dizelerinin sahibi Rilke’nin ülkesi. Bu ülke dünya ölçeğinde, klasik müzikte Mozartlar, Bachlar ve daha nice büyük kompozitörler, Nietsche…gibi filozoflar yetiştirmiş. Romancıları Hesse, Remarque, Günter Gras…hele yıllar önce radyo tiyatroları zamanında, Buddenbrook Ailesi’ni ne çok sevmiştik. Tomas Mann’dı o eserin yazarı. Böyle güçlü yazarların ülkesinde olmak güzeldi ılık bir Bavyera ikindisinde.
21.00 treni ile Hamburg’a uğurluyor Murat beni. Kuzeye doğru yol alırken tam bir gariplik çöküyor üzerime. Aklımda yol boyu, köylümün anlattıkları Almanya’da öğretmenlikte başarı formülleri. Trende yolculuk anıları upuzun bir öykü konusu.
Murat yurt dışı görevini bitirdiğinde bakanlıkta şube müdürü ve daire başkanı oldu, Hacettepe’nin ilgili bölümünü bitirerek. Şimdi aynı ünide Dr. Murat Gürkan Gülcan. Tanıdığım en çalışkan, en güler yüzlü, en arkadaş canlısı bir eğitimci.
Almanya’nın hatırı sayılır büyük tren istasyonu Hamburg Banhof’una henüz ortalık aydınlanırken vardım. Şimdi bile karizmasından bir şey kaybetmemiş kendisini ilkokul yıllarımda bir köy düğününde gördüğüm Yılmaz Ağabey karşımda.
Yılmaz ağabey eşimin yakın akrabası. Almanlar’ın en pahalısından özel otosuyla evine varıyoruz. Duymuştum. Eşi rahatsız diye. Dayımların kadersiz kızı. Özlemle kucaklıyor beni. O gün kısa bir şehir turu yapıyoruz. Geniş yeşil alanları, yeşilbaşlı ördeklerin korkusuzca yüzdüğü gölleriyle Hamburg da güzel bir kent. Yılmaz ağabeyin üç kızı var. Bu kızlar çok zeki, hepsi üniversite okudu. Olaylara geniş bir perspektiften bakışı, çocuklarına örnek bir baba oluşu ile bizlerin görmek istediği Almanya’da başarılı bir Türk. Şimdi rahmetle andığım eşini bir yıl sonra kötü hastalıktan kaybetti bu saygıdeğer Türk akrabam.
Ara ara Hamburg’ta öğretmenler toplantısı yapılırdı. Toplantıların gündem maddelerinin en başta geleni çocuklarımızın gimnazyuma (fen lisesi) yönlendirmek. 1990’lı yıllarda Almanya’da doğup okula başlayan beş bin çocuğumuz vardı.
İşçi yurttaşlarımızı kabaca üç gruba ayırırsak, birinci grupta olanlar çocuklarını gimnazyumda okutabilenler. Örnek aileler bu insanlarımız. Birçoğu iş yeri açmış. Yanlarında alman işçi çalıştıranlarda var. Akrabam, bunların en seçkin örneği. Beş adet otomobili ile çiçek taksici adeta. Patron.
İkinci gruptaki yurttaşlarımızın durumları da iyi. Onların da düzenli işleri var. Çocukları daha çok işçi olarak çalışıyor. Amatör futbol takımlarda oynuyorlar bu grubun gençleri. Kahvelerin sürekli müşterileri bunlar. Birinci grup diye nitelediğim yurttaşlarımız gibi düzenli anavatan da tatillerini geçiriyorlar.
Son gurup da ise ülkemizi nerdeyse unutmuş, yıllarca ülke özlemiyle yaşayanlar var. Dikiş tutturamamışlar bir türlü. Çocuklarının hangi sınıfta okuduklarından habersizler.
Dış ülkelerde yaşayan yurttaşlarımız, hele birinci kuşak ne zorluklar yaşamış. Bir dil bir insan derler. Marketlerde alacakları yumurtaların yerini sormak için tavuk gibi gıdıklayanlar. Tarzanca konuşmalarla yaşama tutulanların iç acıtan nice öyküler duydum.
Bu insanlarımız Almanya’da yabancı. Sorunlarını ne kadar azaltsalar yine yabancılar. En ağır işlerde çalıştırılırlar. Bin bir zorlukla Türkiye’ye geliş- gidiş yaparlar. Hele anavatanda kendilerine Almancı diye hitap edilmesinden çok nefret ediyorlar. Neyse ki ikinci, üçüncü kuşağın anayurttan kilometrelerce uzak diyarlarda uyum sorunu aza inmiş.
Ortaokul yıllarımızda türkülerimizi başarıyla yorumlayan güzel de taklit yapan bir arkadaşımız vardı. “Almanya Alamanya geldim geri dönemem ya…Almanya Alamanya Türk gibi damat bulamanya…” sözleri olan bir türkü okurdu. Türkü sözlerindeki duygular disiplinli, yalansız yaşayan insanların ülkesini ve işçilerimizin ruh halini ne güzel betimliyor.
Almanya: Çalışkan, kanunlara saygılı insanların ülkesi. Kanunlar herkese eşit uygulanıyor. Halkın yarından endişesi yok, işsiz kalma tehlikesinin olmaması, sistemlerinin çalar saat gibi işlemesi. İşte, batı bu. Özgürlük ortamı insanlar tanımsız özgüven kazandırıyor. Kanunlara uymayanları da kanunlara uyar hale getiriyorlar. Halk devleti ile barışık. Yılmaz ağabeyin doktor olan kızı şöyle demişti: ”İbrahim ağabey Almanya’da eğitimini tamamlayan bir birey göğsünü gere gere ülkesini sevdiğini söylüyor”. Dilerim bizim gençlerimiz de aynı duygularla iş bulma korkusu olmadan okullarını bitirirler. Ülkemizde de kalıcı barışa kavuşuruz. Yıllarca ihtiyacımız olan barışa.
Bu yazıyı savaş karşıtı bir Alman şairi Bertolt Brecht’ten minik bir şiirle noktalayalım. ”bu gelen savaş ilk değil. / çok savaş oldu bundan önce./ bittiği gün en son savaş./ bir yanda yenilenler vardı gene / bir yanda yenenler vardı. / yenilenlerin yerinde… / kırılıyordu halk açlıktan. / yenenlerin yanında. / halk açlıktan kırılıyordu.
Almanya, yirminci yüzyılda iki yıkım yaşamıştı fakat yine Dünya devi. Güçlü Almanya. Ülkemde Asiyelerin kurtuluş adresi olarak gösterilen ülke.
YORUMLAR
merhaba Edebiyat Defteri'nin saygın şair-yazar arkadaşlarım. önceki günlerde paylaştığım Almanya'da anılarımdan yeni bir yazı ile sizlerleyim.
Amacım, acı vatan diye adlandırılan bir güzel, bir garip ülkede yurttaşlarımızın yaşamından kesitler sunmak. Almanya'da yaşamanın ne demek olduğunu irdelemek...
Saygılarımla.