- 1478 Okunma
- 9 Yorum
- 3 Beğeni
AYAK DUASI
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Tam bir hafta oldu. Küçükken kucağına oturmak için sıra beklediğimiz babaannem, kucağına kızımı almış başını okşuyordu. Birden “Sanki ayağım uyuştu.” dedi. Sonra başının döndüğünü söyledi. Yüzünü yıkadılar. Hastaneye götürelim, dedik. “Yok, rahatsız olmayın. İyiyim.” dedi. Geç saatlere kadar bize eski köy hayatını, çocukluğunun adetlerini anlattı. Sonra ben ailemi alıp eve döndüm. Sabah babam aradı. “Babaannen felç geçirdi!” dedi. Kısmi felçmiş. Dört gün yatırdılar hastanede. Felç durdu, “Bundan sonra benim yapabileceğim bir şey kalmadı.” dedi nöroloji doktoru. Fizik tedavi uzmanı gelip birkaç egzersiz gösterdi. “Bunları evde yaptırın, bir ay sonra tekrar bakarız.” dedi. Amcamların evine getirdik. Şimdi yatakta yatıyor. Vücudunun sağ tarafını kullanamıyor. Kendini konunun dışında gören bir çocuk gibi bizi sessizce dinliyor. Pek konuşmuyor, konuşsa da zor anlaşılıyor.
Amcamın eşi “Ana!” diyor, “Kesin nazar değmiştir! Her kim seni görse bu yaşta nasıl olur da sağlıklı sıhhatli durur.” diyordu. Rahmetli Halime Halam, eve misafir geldi mi gelinine “Kızım gel, beni ayağa kaldır.” derdi. Misafirler gittikten sonra ona “Kızım gözden sakınmak gerekir, bu kadın bu yaşta hala dinç derler, Allah muhafaza!” derdi. Sana kim durumunu sorsa çok şükür, aslan gibiyim, derdin. Şükretmek iyi de biliyorsun köyde bazı sülalelerin nazarı tehlikelidir. Hıdıro’nun dedesinin gözleriyle bir horozu devirdiğini sen anlatmamış mıydın bize? “
Babaannem yüzünün sağ tarafı felç olduğu için kelimeleri tam söyleyemiyor. Ancak dikkatli dinleyince ne dediği anlaşılıyor. “Kader, kızım! Kaderde neyse odur. Allah şu ayaklarımı geri versin, başka da bir dileğim yok.” diyor. Ayaklarını çok utandığı için istiyor. Sultan Halam “Ayağa kalkarsa bu utancı sebebiyle kalkacak.” diyor. Hastanede altını bezlemelerini zor kabul etti. Büyük abdestini sabahtan akşama kadar tutup beni tuvalete çıkarın, diye inat etti. Sultan Halam ile Mence Halam ayağa kaldırmaya çalışırlarken onu düşürdüler. İki hasta bakıcı zar zor tekrar yatağa kaldırabilmişler. Ondan sonra bir daha tuvalete çıkarın, demedi. Ama yanına ne zaman ziyaretçi girse yüzündeki utanç belli oluyor. Beni bez almaya gönderdikleri zaman o kadar zoruma gitti ki onun utancını tahmin bile edemiyorum. İyileşmeli, diyorum. Ailemizin en büyüğü o kaldı. Tüm aile hatta akraba olmayan komşular bile ona Fehime Anne der. Şimdi hepsi onun için dua ediyor. İyileşmeli, bunu hak ediyor.
“innnekeelekulliişeyinkadiyyr”
“Hoca, egzersiz hareketlerini sen yap!” diyorlar bana. Bir elimle dizine bastırıp ayak bileğini öne arkaya, sağa-sola oynatıyorum. Şişmiş ayak parmaklarını geriye esnetip sonra bir müddet birbirinden ayırıyorum. Bacağını dizden büküp tekrar yatay pozisyona sokuyorum. Sıra kolunda. Tıpkı bir ölü kolu gibi ağır ve cansız… Tek farkı hala sıcak ve yumuşak olması. Aynı hareketi yirmi defa yapınca dışarıdan zorluyormuşum gibi mi geliyor bilmiyorum. Babaannem hep “Onu hiç hissetmiyorum.” diyor. Moral olsun diye “Yakında hissedeceksin!” diyorum. “İnşallah!” diyor.
“veilelllahilmasiiyr”
Amcam, yer minderine uzanmış, oğlu Ömer de başına dikilmiş, amcamdan ellerini yüzüne kapatıp “cee” yapmasını istiyor. “Küçüklüğünden beri bu adetten bir de kapak çevirmekten vazgeçmedi.” diyor amcam. Ömer on altı yaşında. Altı kardeşin en küçüğü ve en özürlüsü. Otizm ve hatırlayamadığım başka bir zihinsel hastalığı var. Asıl adı Ömer Faruk. Şimdi sadece Ömer diyorlar. Sağlam bir tek kızları var. O da çoktan evlendi, küçük bir kızı var. On yıl önce Ömer’in fotoğrafının olduğu büfenin köşesinde şimdi onun fotoğrafı duruyor. Diğer çocukların en küçüğü yirmili yaşlarda. Öyle tam zihinsel özür değil onlarınki. Sınır zekâ dediğimiz eğitilebilir düzeyde zekâları. İlkokulu bitirdiler, okuma yazma biliyorlar; fakat yabancı biri onlarla bir-iki dakika konuşunca akıllarının kıt olduğunu hemen fark ediyor. Amcam ve eşi amca çocukları, onları hep akraba evliliğine misal gösteriyorlar. Amcamın eşi cennetlik olmalı, diye bir düşünce aklımdan geçiyor. Babaannemle birlikte şimdi evde beş özürlü oldu. Halit, babaannemi saymazsak en büyükleri. Benden beş yaş küçük. Halı saha maçlarımıza gelip bize spikerlik yapıyor. Sahanın kenarında Ercan Taner gibi maç sunuyor. “ Valla sensiz maçın zevki olmuyor!” diyoruz. İşe yarar olduğunu düşünüp çok seviniyor. Gelmeyince onsuz zorluk çekip çekmediğimizi soruyor. Geçenlerde böbreklerinde sorun oluştuğu için gelemedi. Mahallede onu gördüm. Halit geçmiş olsun, dedim. Sağ ol hocam, deyip gelmemesine çok üzülüp üzülmediğimizi sordu. Tabii ki üzüldük, dedim. ağlayıp ağlamadığımızı sordu. Ağlamadığımızı söyledim. Ama çok üzüldünüz değil mi, dedi. Tabii, dedim. Meğerse taş düşürüyormuş. Daha doğrusu kocaman taş iki aydır böbrek kanallarında, düşmüyor. Nasıl oluyorsa büyük abdestini yapmasını zorlaştırıyor. Kanaması var. Doktor, taş kıpırdamamış, ameliyat lazım; yoksa böbrekleri zarar görecek, demiş. Amcam düşüneceğiz, dedi. Üç gündür ağrı kesici içiriyorlar.
“veterrzuku mennteşeâu biğeyriihıseebb”
Ömer’in sorunlarından birisi de çok yemesi. Yüz kilo civarında. Son günlerde daha fazla kilo aldı. Misafirlere pasta ikram edilmesinden nasipleniyor. Ellerinde puding, krem şanti poşetleri var. Genelde anlamsız sesler çıkarıp ellerini göğsüne, kasıklarına vuruyor. Babam “Şu çocuğa biraz dikkat edin, daha fazla kilo alırsa başınıza bela olacak!” diyor. Annesi de “Ne yapabilirim ki, sürekli dolabı karıştırıyor! Geçen dondurucudan üç defa tavuğu çıkardı. Biz koyuyoruz, o çıkarıyor. En son bozulacak diye pişirmek zorunda kaldık.” diyor. Ömer bizi duymuyor. Bilgisayardan dinlediği Kuranı Kerimi taklit ediyor. Babam “Suphanallah, valla aynı Abdussamet gibi okuyor !”diyor. Amcam gülümsüyor, ona kadar saymasını da bildiğini söylüyor. Amcam sayıyor, o devamını getiriyor. “Bir: iki, üç: töğt, beş: altı, yedi: sekiiz, otuz” Bir kişi hariç herkes gülüyor. “Ömer nasılsın” diyorlar. Hızlıca “İyiyim” diyor. “Hoş geldin” diyorlar, “Hoşbukdu” diyor. “O kadar rehabilitasyon merkezine gitti, başka bir şey öğretmediler mi?” diyor babam. Babama bazen çok kızıyorum. Lafının ne yaralar açtığını nasıl anlamıyor? Amcam, “Bunlar öyle” diyor. Hatırlıyorum, Küçükken onu tek balkona çıkardıkları için ezan okumayı da öğrenmişti. Ama beş yaşına geldiği halde konuşamamıştı. Ezan okuyunca “Madem ezan biliyorsun konuş artık o zaman!” diye bir söz söylemişti Şehmuz Dayı. Ömer kaldığı yerden tecvit okumasını sürdürüyor. “Vallahuuvaleeküllişeyy’inkadiir.” Hepimiz Arap kökenli olduğumuz için odadaki herkes anlıyor. Bir tek Ömer anlamıyor ne söylediğini.
Babaannem dudaklarını oynatıyor, dua okuyor olmalı. Meşhur bir duası vardı. “Ya rabbi yatağa düşmeden ölüm!” derdi. Artık o duayı etmeyecek, ayağına kavuşmak için dua edecek. Kolunun iyileşmesini de çok istemeyecek, biliyorum. Egzersizleri bitiriyorum. Babaannem yatakta durmadan düşünüyor, Ömer sallanarak odadan fırlıyor.
Yahya OĞUZ
YORUMLAR
Abim tek kelimeyle harika... Anlatım o kadar sürükleyici ve yaşananlar öyle doğal yansıtılmış ki, ailenizden biriymişim de olan biteni bi köşeden izliyormuşum gibi hissettim. Babannemize Allah acil şifalar ve sabır versin. Ve mümkünse bizi böyle yazılardan mahrum bırakmayın. Sağlıcakla.
Yahya Oğuz
Sena Bölükbaşı
''Taş I'' - kıyıdaki adam'ın yazısında ki güç ile sizin yazınız ''AYAK DUASI'' Her iki yazının ortak özelliği, sahip olduğumuz gücün zamanla insanı nasılda tükettiği...
Güç kime aitse zamanla onu terk ettiği ve insanı aldattığını en çıplak şekilde ortaya koyuyor. Belli bir zaman sonra dualar havada kalıyor ve çaresizlik içinde insan yok olmaya hazırlanıyor..
Okumanızı tavsiye ederim yazıyı...
Tekrar sevgiler...
Yahya Oğuz
kutluyorum efendim tüm yüreğimle.
hayatın sunumu yine biz insanlara dair yeter ki her şeyin hayırlısı.
saygılarımla...
Yahya Oğuz
Merhaba Yahya Bey, yazı öyle bizden ki, insan bir an köşede yatan ninenin yerine kendini koyabilir. Akraba evliliğinden olan özürlü çocuklar hemen hemen birçok ailede var.
Allah!ım kimseyi yatağa düşürmesin. Çok zor bir durum. Yakın bir akrabam bu durumda idi yazı kahramaninın gibi yatmak istemedi. Altina sürgü istemedi. Kendini yataktan yere atıp inatla yürümek istedi ve beş altı ayda aksak da olsa yürümeyi başardı. Ve on dört yıl daha kimseye muhtaç olmadan yaşamıştı. Nur içinde uyusun.
Yaşamin gerçekleri usta bir kalem tarafından yazılırsa okuması da hayli keyifli oluyor.
Tebrik ederim.
Yahya Oğuz
Çok saygılar
Oldukça keder verici bir öykü. Gerçek olaylardan uyarlanmış olma olasılığı yüksek. Hayat bazıları için oldukça ağır yüklerle tecelli ediyor. Bunu, ister kadere ister başka bir şeye bağlayalım, gerçeğin değiştirmediğini biliriz. İnsan bazen isyan eder çaresiz. Galiba tüm kültürlerde mücadeleyi bırakmadan kabul etmek bir erdem sayılır. Kadim Anadolu’da “Allah beterinden saklasın” lafı bu kabulenmenin en olgun dile getirilmesi değil mi?
Bir de bu yükü üstlenen öyle insanlar var ki, ben işte onları yaşadıkları toplumların isimsiz kahramanları olarak görüyorum.
Sağlıcakla,
nitemtran tarafından 2/23/2016 12:17:13 AM zamanında düzenlenmiştir.
Yahya Oğuz
çok teşekkürler, saygılar
bizim buralarda bir deyim vardır
"üç gün yatak dördüncü gün toprak" derler büyüklerimiz
düşündükçe ne kadar haklı olduklarını anlıyorum
paylaşıma teşekkürler
saygılar
Yahya Oğuz
sanırım bir öyküyü bana sevdiren olabilirlik ve hayatın içindeki insan yaşamlarına dair parçalar, sahici gözlem... yazı kurgu mu bilmiyorum ama bende yaşanmışlık hissi yoğundu.
su cennetlik mevzuunda ben de hep aynı şeyi düşünürüm. evlat yetiştirmek ne denli fedakarlık emekse özürlü evlat sanki binlerce katında... ayrıca babanneye nazar değme konusunda yengenin söylediği şey gülümsetti. o kafada insanlar tanıyorum ben de. hiçbir zaman iyi değillerdir hep şikayet ederler.
doğallık içine gizlenmiş yaşam dersleri diyebileceğim yani hayatın aslında nerede önem kazandığını hissettiren oldukca naif bir öyküydü.
kutluyorum Yahya Bey.
Yahya Oğuz
Çok saygılar
Ar duygusu bazen eğitimin çok önüne geçebilen bir duygudur bence... Özellikle çağ ilerledikçe insanoğlu bu duygudan da uzaklaşmakta. Acaba nedeni ne ? Bütün dünyayı küçük kutulardan izlemek mi, yoksa çağın getirdiği boş kültürlere yenilmek mi?
İnsanoğlunun en korktuğu şey birilerine muhtaç olmak. Muhtaçlık muhtaç olduğunuz kişilere belli bir zaman sonra benginlik getireceğini düşünen tek çare yeniden dirilmek ya da ölmek ister. Özellikle kırsaldan şehirleşmeye geçiş yapan toplumlarda artık yaşlı insanlar ayak bağı olarak görülmekte. Bununda en büyük nedeni sanırım yine toplumsal boş hatta bomboş kültür.
Yaşlılık kaçınılmaz, her insanın başına gelebilecek bir durum. Bence bu durumda da embati en iyi çözüm olacaktır. Ama kesinlikle ar duygusundan da uzaklaşmadan...
sevgiler...
Yahya Oğuz
Güzel yorumunuz için çok teşekkürler, saygılar