- 602 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
403 - AKIL ve SORUMLULUK
Onur BİLGE
İnsan… Ahsen-i takvim… En güzel biçimde yaratılan… Nimetlerle donatılan… Eşref-i Mahluk… Yaratılanların en şereflisi… En önemlisi… Bir takım katkılar karıştırılan nutfeden yaratılan, denenmek için evrile çevrile işitir ve görür hale getirilen varlık… Akıllı ve sorumlu…
Akıl ve sorumluluk… İşte bana rahat vermeyen…
Akşamüstü bir ara arkadaşlardan ayrıldım. İçimde anlamsız bir sıkıntı… Tuhaf bir huzursuzluk… Ayaklarım beni parka götürdü. Her taraf yemyeşildi. Çiçekler rengârenk… Voleybol oynayan gençler, çelişen kızlar… Salıncaklar, kızaklar çocuklarla dopdolu… Neredeyse oturacak yer kalmamış banklarda. Grup grup insan… Söyleşmekte, gülmekte eğlenmekte, gezmekte…
Herkes capcanlı… Hayat dolu… Belki hasta ya da hasta adayı… Belki yakın bir kaza anına doğru ilerlemekte… Belki tedavide… İlaçlar almakta, kontrollere gitmekte… Ne kadar da rahat görünüyorlar! Sanki hiç dertleri tasaları yokmuş gibi… O kadar gailesiz…
Herkes bir tarafa gitmekte… Çantasından bir şeyler çıkarıp atıştıran genç kız, dondurma yiyerek yürüyen çift, laf yarıştırarak yol alan dört kadın, emektar bastonu bel vermiş yorgun ihtiyar, soluk soluğa kalan astımlı… Belki de astım değil rahatsızlığı… Çiçek tozlarının marifeti… Yani bahar… Çamların altı, ne de olsa…
Kâinatta bir hareket!.. Her şey dönmekte ve ilerlemekte… Kimi yanarak kimi donarak hızla hareket etmekte… Her şey için bir süre tayin edilmiş ve eksilmekte, bitmekte… Her şeyin bir yaratılış nedeni var. Bir yaşam süresi… İçlerinde insan, en çaresizi…
İnsan… Akıl ve sorumluluk sahibi… Hayatı pamuk ipliğine bağlı…
Şu kadın seksen yaşını aşmış. Belki şeker, tansiyon veya kalp hastası… Ya da kolesterolü var. Belki böbrek yetmezliği… Ya da belki hepsine birden sahip…
Şu çocuklar henüz üç dört yaşlarında… Koşmaya, oynamaya çalışmakta… Kim bilir her birini nasıl birer hayat beklemekte… Önlerinde ne kadar uzun yollar ve aşılacak engeller var! Galiba en şanslımız onlar… Olacaklardan habersiz yaşamaktalar. Çünkü onlar için endişelenenler var, onlar adına düşünenler… Hiçbir işleri yok, yemekten içmekten, oyundan ve uyumaktan başka… Zaten hiç de iş değil onlar. Hepsi farklı birer mutluluk ve huzur kaynağı… Kendilerini kollamaları da gerekmemekte… Sorumlu olanlar tarafından mecburen gözetlenmekteler…
Yetişkinlerin vay haline!.. Hem yaşam mücadelesi hem nefis savaşı… Okuması yazması, kazanması harcaması… Haramı helali… Yettiydi yetmediydi… Ettiydi etmediydi… Hayatın çarkına takılan takılana…
İşte böyle bir pazar günü… Görebildiklerim, gözleyebildiklerim… Parktakiler… Sanki yarın haftanın ilk iş günü değilmiş gibi… İşsiz güçsüzmüş gibi vakit geçirmekte… Avarelik etmekte…
İşte böyle bir dünya hayatı… Sanki yarın Ahret değilmiş gibi… Çalışanlar, okuyanlar, gezenler, eğlenenler… Küçükler büyükler, yaşlılar gençler… Çoğu hiçbir sorumluluğu yokmuş gibi endişesizce yaşamakta…
Saniyelerine kadar hesaplanarak teslim edilmiş, ne zaman son bulacağı belli olmayan ömürler bonkörce harcanmakta… Zaman hızla geçmekte… Ölümler, herkes için çok erken… Takdir-i İlahi…
Çoğumuz geçimlik ücret için çalışmaktayız. Sadece hayatlarımızı idame ettirebileceğimiz kadar… Bunun için ezelde takdir edilen ömürlerimizin ne kadarını çalışarak geçiriyoruz? Geleceğimizi hazırlamak için hayatımızın kaç yılını veriyoruz? Uykuda geçen zamanlar… Diğer ihtiyaçlar için sarf edilen saatler… Ya ibadetin payı?
İnsan ilişkileri… Sorunlar… Birazcık mutluluk için sarf edilen çabalar, ödenen bedeller… Bir nebze sevgi için katlanılmak zorunda kalınan güçlükler… Arzulanan güven, beklenen sadakat… Emin adımlarla geleceğe doğru ilerleme gayreti… Adım başı engeller, alıkoymaya çalışan çengeller…
Aklıma Serap, Hasan, İpek Hanım üçlüsü takıldı durdu ara ara… O akşam kantinde Hasan’ın ve Serap’ın masalarında konuşulanlardan belleğimde kalan altı çizilecek cümleler…
Onun derdi bunun derdi, değirmencinin su derdi… İpek Hanım’ın da kendi derdi…
O anda onlar için en önemli sorunlar… Zaman geçtikçe önemini kaybedecek, sıradanlaşacak, hatta unutulup gidecek meseleler… Oysa çok daha önemli konular var, yetişkinler için. Mühim sorumluluklar… Hani hep ertelenen, vadeler konan… İlerde gerçekleşecek olaylarla alakalandırılan… Bir türlü yanaşılamayan, başlanamayan ibadetler… Huzursuzlukların temelinde boylu boyunca yatan… Anlaşılan ya da anlaşılamayan… Kabul edilen veya edilmeyen… Adı farz olan, sünnet olan…
Bugün Orçun, Bursa caddelerinde sokaklarında deli koyun gibi gezen Hasan’ı Virane’ye getirip Define’yle tanıştırdı. Ona sorunlarını rahatça anlatabileceğini söyledi.
“Dede gerçekten insan ruhundan iyi anlar. Bizim dert ortağımız, akıl hocamızdır.” dedi.
O gece onun masasında beraberdiler. Mahir ve İhsan da Serap’ın masasındaydı. Orçun, dedeye kısaca olanı biteni anlattı. Hemen müdahale edeceğini sandık ama o, Serap’ın da bulunmasını istedi. Ne yapacağını anlayamadık. Kimimiz barıştıracak zannettik, kimimiz ayrı ayrı konuşacak, olayları ikisinden de dinleyecek, ona göre orta yolu bulacak…
Hasan’dan kızın evinin telefonunu aldım. Dedenin kendisiyle konuşmak istediğini, okula kadar gelmesini, onu oradan alacağımı söyledim. Mahir vardı, İhsan yoktu. Onun için bana refakat etme işi Mahir’e düştü.
Define, Hasan’ı bahçenin dibine götürdü. Daha rahat anlatmasını sağlamak istiyordu. Aramızda utandırmamak için ama o hâlâ geçmemiş hiddetinden yüksek sesle konuşuyordu, ister istemez duyuyorduk. Gerçi biz biliyorduk olanı biteni ama oradakilerin çoğu olaydan haberdar değildi.
Hava sıkıcı bir hale geldi. Zorla hiçbir şey olmazdı. İşittiğimize göre onlar o günden beri bir araya gelip konuşamamışlar. Hasan’ın sıkıntısı dışa vurmuş. İyice dağıtmış! Yakın arkadaşlarını dahi kırmaya başlamış. Az kalsın yine biriyle daha boylaşacakken araya girmiş, Çatalfırın’dan onu alıp buraya getirmiş.
Kızın ne halde olduğunu Allah bilir! O günden beri derslere de girmiyor galiba. Okulda hiç gören olmamış.
Ben en çok İpek Hanım’ı merak ediyorum. O, bu ikisinden de dertliydi. Nasıl da hararetli hararetli anlatıyordu! Aslında Hasan’ın derdi umurunda bile değildi! Ne çok sevmiş, ne kadar da değer vermiş!.. Öğrencilerin arasında, ne diyeceklerini bile umursamadan, öyle uluorta neyi var neyi yoksa ortaya döküverdiğine bakılırsa çok şey önemini kaybetmiş onun için…
Serap, yaklaşık bir saat sonra teşrif edebildi. Okulun bahçesinde de bir süre oturup konuştuk. Mahir, Define ve Virane hakkında biraz bilgi verdi. Doğal olarak Hasan’ın da orada olduğunu söyledi. Kız gelmek istemedi, bir tatsızlık daha olmasın diye. Onunla aynı ortamda bulunmak istemediğini, onu unutmaya çalıştığını söyledi. Zor ikna ettik.
Okulun bahçe kapısından bir girişi vardı ki görülmeye değer!.. Omuzlar dimdik, alın arkada çene önde… Surat bir karış! Yere kuvvetli kuvvetli basarak yürüyüş… Teskin edene kadar akla karayı seçtik! Nahoş bir olaya sebebiyet verilmeyeceğine dair sözler verdik, aldık Viraneye getirdik.
Hasan yanımıza geldi. Define bu defa onu bahçenin dip tarafına aldı. Alçak sesle konuştular. Serap, o akşamki gibi değildi. Olayları içine epeyce sindirmiş görünüyordu. Yarım saat kadar kafa kafaya konuştuktan sonra onlar da yanımıza geldiler. Biz çay içiyorduk. Serap’la dede kahve istediler. On dakika kadar da havadan sudan konuşuldu. Ondan sonra karar açıklandı.
Alınan karara göre Hasan’la Serap bir süre görüşmeyecek, kendilerini dinleyecek, bu arada derslere devam edecek, okulu asmaktan vazgeçeceklerdi. Bu bir süre bir ay da olabilirdi birkaç ay da ama mutlaka en az bir ay olacaktı. Nerede karşılaşırlarsa karşılaşsınlar birbirlerini daha önce hiç görmemiş, tanımamış gibi hareket edeceklerdi. Bu sürenin sonunda bugünkü gibi Virane’de tekrar bir araya gelecekler ve Define’ye duygu ve düşüncelerini söyleyecekler, onun hakemliğinde kesin bitirme ya da sağlıklı bir biçimde devam kararı alınacaktı.
Bütün bunları anımsadım. Sonra düşündüm düşündüm… Neyi mi? Allah’ın bizden ne istediğini… İman istiyordu en başta, sonra da ibadet… Bunların nedenlerini düşündüm…
İman istiyordu, kendimize güvenimizin artması için… Sırtımızı en güvenilir, en büyük güce dayayarak güç kazanmamız için… Yeryüzünde yapayalnız faniler; bitkiler ve hayvanlar gibi toprak olup gidecek zavallılar olmadığımızı bilmemiz, Kâinattaki en şerefli yaratıklar olarak yaratıldığımızı idrak edip bize bahşedilen değerin farkına varmamız için… Bu şekilde güven kazandırıyordu bize.
İbadet istiyordu. Ara ara da olsa huzuruna alarak saygıya, giderek sevgiye çağırıyordu bizi… İlerde aşka… Nefsi zorlama egzersizleri yaptırıyor, talimler ettiriyordu. Böylece bir yandan nefsimizi meşgul etmemizi, bir yandan da irademizi kuvvetlendirmemizi sağlıyordu. Ayrıca bunlardan puan toplatıyor, hiç bitmeyecek hayatlarımızdaki yerlerimizi ona göre belirlettiriyordu. Bunu bize yaptırıyordu. Kadere inanmamızı istiyordu ama bu geleceğimizi kurma olayını emeğimize bağlamıştı.
En çok ama en çok birbirimizi sevmemizi, saymamızı istiyordu. Herkesi Hızır bilecek kadar sevmemizi… Onun için gizlemişti aramıza Hızır’ı ve erenleri… Birbirimizi akraba gibi, kardeş gibi sevmemizi istiyordu. Müslümanlar kardeştir.
Bir ana babanın çocuklarından isteyeceği şeyleri istiyordu bizden, sevgi dolu bir ortam oluşturup mutluluk içinde yaşamamızı… Habil’le Kabil olmamamızı, bireysel ve toplumsal anlamda… Çok şey değildi. Ne güzel şeylerdi!..
Evliliklerde eşler, beraberliklerde sevgililer, arkadaşlar, komşular, milletler birbirlerine düşman olurlarsa ne olurdu dünyanın hali!?..
İşte Serap’la Hasan!.. İşte zavallı İpek Hanım… Onlardan da perişan!..
Parkın çıkış kapısına gelmişim. Bir çocuk bir tepsiye dizmiş nar gibi bol susamlı simitleri… Onun gevrek sesiyle kendime geldim.
Üç simit aldım ve eve döndüm.
Ah! O taze simit kokusu!
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 403
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.