- 1182 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Muz vadi köyü anılarımdan 2
[ italik ]
Akşam yemeğini yemiş, çay içerek dağlardaki kesim yapılan ormanlarda bütün gün çalıştığımız günün yorgunluğunu gideriyorduk. Yemeklerimizi yapan Muz vadili köyünün yerlisi olan Kerim, beyim dedi bu gün yediyemedim amma yayın eykenden kalkıp ıymak kenayındaki Çevlik’e gidip bol miktarda alabalık tutacağım, yayın akşama sizleye yanında rakısı ile güzel bir ziyafet veyeceğim dedi. Habeyiniz olsun dedi.
Kerim; Köyündeki diğer köylülerde konuşurken olduğu gibi, karşılıklı konuşmalarında (R )harfini kullanamıyor onun yerine ( Y ) harfini bir türlü kullanıyordu. Kendisinin bize anlattığına göre hem kendisinin söylemesi hem’ de bizim de, köy halkı ile konuştuğumuzda köylülerde gözlediğimiz kadarıyla bu köydeki halkın hepsi aynı durumdaymış ve bu köydeki insanlardan hiç kimse konuşurken ( R ) harfini kullanamazlarmış. Aynı olayı arada bir işe gidip gelirken bizler’ de karşılaştığımız köylülerle konuşurken saten biz’ de bunu fark etmiştik. Meğerse bu olay doğruymuş. 1994 Yılı yazında çalışma yaptığımız Ermenek ilçesinin o günkü adıyla Muz vadi olan en uzak orman köyündeki insanların konuşmalarında R harfinin kullanılmadığını bunun yerine Y harfi kullanıldığının gerçek olduğunu görmüştük.
Fakat bu güzel köyün güzel insanlarına konuşurlarken R harfi yerine Y harfi kullanmaları oldukça güzel yakışıyordu. Hele ki birbirinden güzel kadınlarının kızlarının kendi aralarındaki R siz sohbetlerini dinlemek onların konuştukça, kıp kırmızı yanaklarındaki ortaya çıkan gamzeleri görmek o köyün insanlarına kadınlarına kızlarına ayrı bir güzellik katıyordu.
Ben o güne kadar hayatımda hiç balık avı yapmamıştım. Üstelik yangın bekçisi Kerim’in söylediğine göre gideceği yerdeki ırmakta çok miktarda kırmızı benekli alabalık varmış. Bu yüzden iş arkadaşlarımdan izin alarak, Kerim ile ben de balığa çıkmak istedim. Arkadaşlarımın bunu uygun görmesi ile ertesi günü sabahtan erkenden balığa gitmek üzere o gece erken uyumuştum.
Sabah olmuştu. Gün ışımış etraftaki sık geniş yapraklı ceviz ağaçlarının sık dalları yaprakları arasından güneş kendini yenice göstermeye başlamıştı. O gün çok güzel bir bahar havası vardı. Köydeki sık ceviz ağaçlarının kirazların ve daha pek çok meyvalı ağacın etrafa yaydığı oksijen bolluğu ciğerlerimize doldukça rahatlıyorduk ve bu oksijen bolluğu insana tarifi imkânsız olan rahatlatıcı bir keyf veriyordu.
O sabah ben ve yangın bekçisi olan geçici aşçımız Kerim ile elimize içine balık koyacağımız bir sepet alarak oltalarımız ile birlikte yola koyulduk.
Bir saate yakın bir mesafedeki içine hiç balta girmemiş çam ormanlarının arasından Ak denize doğru akıp giden gök su nehrinin kıyısındaki halkın Çevlik dediği sık ormanların bulunduğu dağlardan tepelerden zorlukla indikten sonra çok güzel yere varmıştık.
Kalın balta görmemiş çam ağaçlarının sıklığından ve uzun boylu ağaçların çok olmasından kaynaklanan gökyüzünün ancak ağaçların arasından güçlükle görülebildiği bir yere uzun bir süre sonra nihayet vardığımızda gördüğüm manzara karşısında adeta büyülenmiştim..
Çevlik yolu başlangıçta dik yokuşların olduğu sonra tepelere çıktıktan sonra inişe geçildiği derin bir vadiye doğru inen bir keçi yolundan ibaretti. Çıkarken insanı terleten fakat vadiye inildiğinde de bir o kadar rahatlatan zengin bir oksijen deposunun bulunduğu bir yerdi.
Köylülerden kimileri buraya Cennet_Cehennem adını da verdiğini daha sonradan konuştuğumuz köylülerden duymuştum. Öyle’ ki buralardaki ormanda bulunan ağaçlara belki hiç balta girmemişti. Köylüler bile oralara sadece geyik ve balık avlamak için gittiklerini söylüyorlardı.
Kerim yanımda ormanın içinde biraz gittikten sonra çağlayarak akan buz gibi berrak suyu bulunan gök su ırmağının kenarına vardık. Irmağın kenarında ormandaki diğer ağaçlar gibi, ırmağın içine dışına her taraflara köklerini salmış gökyüzünü göstermeyen çınar ağaçları ve akçaağaç gibi ırmağın taşkınlarına siper olmuş diğer yapraklı ağaçlar vardı.
Kerim ile beraber büyük bir çınarın dibine oturarak oltalarımızı suya atmıştık. Aslında balıkları oltayla tutmaya gerek bile yoktu. Elimizde bir file sepet olsa, suyun içine daldırsan en az birkaç tanesini yakalayabilirdin.
Irmakta o kadar çok kırmızı benekli, alabalık vardı ‘ki kenardan oturup baktığımda, çıplak gözle onların ırmağın içinde çınar ağaçlarının suyun içindeki kökleri arasında oynayışlarını sonra suyun geldiği tarafa doğru kayalardan atlayarak oynadıklarını avlandıklarını görebiliyordum. Hayatımda o güne kadar çok alabalığı bir arada görmüş değildim.
Sanırım birkaç saatlik bir zaman içinde köyden gelirken, bizim yanımızda getirdiğimiz sepet tuttuğumuz alabalıklarla dolmuştu.
Kerim bana döndü o kendi konuştuğu diliyle yetey’ mi beyim dedi. Ben de yeter gidelim artık deyince, oturduğumuz yerimizden kalktık elimizde içi balık dolu sepetle ormanın içinde geldiğimiz patikadan geriye doğru giderek eve doğru yürümeye başladık.
Dönmeyi dönüyorduk amma, aklım hep oradaki alabalıklarda ve bir de gökyüzünü zor gördüğümüz sık ağaçların oluşturduğu ormandaydı.
Ormandaki ağaçlar o kadar uzun ve sıktı’ ki güneş tepedeyken bile ışınları sık çam ağaçlarının arasından süzülerek toprağa iniyor baktığım zaman adeta büyüleniyordum.
Hani derler ya “delikli demir çıktı mertlik bozuldu.” Şimdi öyle oldu. Dozer denen yol yapma makinaları ile kolayca ormanların derinliklerine kadar yeni yollar yapıldı. Eskiden sadece golasar dediğimiz bıçkılar kullanılırken motorlu testereler ortaya çıktı. Herkesin elinde bir motorlu testere orman içinde benim o zamanki gördüğüm ormanlardaki, ağaçları ormanı gençleştirme yenileme adı altında ağaçları keserek ve bir de kazanç elde etme amacı ile bunları keserek ormanları azalttılar. Şimdi o benim oralarda çalışırken gördüğüm, yaşlı içine bile giremediğim insanı ürküten sık ormanlar kaybolup gitti.
Kerim getirdiğimiz balıkları akşam bir güzel tereyağında kızarttı, yaptığı salatalarla beraber sofrayı kurdu.
Ormanda beraber çalıştığımız memur arkadaşlarımızdan şu anda ismini hatırlayamadığım biri içkiyi çok severdi. Rakı içmeden duramaz hele sofrada tam onun istediği biçimde yemekler oldu mu bizleri de kendine benzetir mutlaka rakı içirirdi. Ben o zaman yevmiye ile sadece yazları çalışan henüz bir talebe olduğum için onlara pek ayak uyduramasam da yine de birkaç bardak almak mecburiyetinde kalırdım.
İçkiyi çok seven, memur arkadaşımız iş yerine gelirken Güney yurt köyündeki kaçak rakı yapan kişilerden bol miktarda rakı getirmişti o rakılardan çıkardı balığın yanına koydu şu zıkkım balık’ da rakısız boğazımdan geçmez diyerek kadehleri doldurdu içmeye başladı.
Bizim oradaki çalıştığımız yıllarda Güney yurt köyünde üzümden boğma rakı çıkaran köyüler vardı. Bunlar çıkardığı rakılarını met ederler tekel rakısından daha üstün olduğunu söylerlerdi. Fiat yönünden de ucuz olduğu için arkadaşımız bir yaz boyu yetecek kadar rakı getirmiş olduğundan neredeyse hemen, hemen her akşam bu rakıdan içiyordu.
Sofrada bol miktarda alabalık olduğu için o akşam yendi içildi sohbetler yapıldı hikâyeler anlatıldı derken Kerim bir hikâye de ben anlatacağım dedi ve kendi köyleri ile ilgili bir hikâyeyi bizlere anlatıverdi.
Kerim’ in bize kelimeleri içinde (R)harfini kullanmadan kendi şivesi ile bizlere anlattığına göre, Bu köyde yakın zamana kadar yastık kullanılmazmış. Halkı fakir olduğundan köylünün yaşadığı köy şehre çok uzak mesafede olduğundan çoğu evlerde yatak yerine kendi el yüzü kendi el tezgâhlarında dokudukları içi yün yataklar kullanılırken yastık yerine de çevredeki işlenebilir karaçam ağaçlarının kütüklerine insanın tam başının geldiği yeri oyarlarmış gece bunları yastık yerine bunları bunlardaki oyuklara başlarını koyarak uyurlarmış..
Hikâyesini ise şöyle anlatmıştı. Akşam olmuş, köydeki hane halkından biri erkenden yataklarına yatarlar. Evlerde genellikle bireyler aynı odayı paylaşırlar. Biraz zaman geçince, evin kızı bağırmaya başlar. Kızının sesini duyan anne korkuyla yerinden fırlar.
Annesi korku içinde, kızından tarafa bakar kızına yataktan kalkmadan yattığı yerde bağırmaya başlar.
-Ne bağırıyorsun gızım?
-Kız karanlıkta annesine cevap verir.
-Ana, ana şu oğluna bir şey söyle, oğlun benim keytiğime başını koydu çekmiyoy uyuyamadım. Demeye başlar.
Eh hikâye bu ya nasıl da gülmezsin, Kerim bunları anlatırken bizler’ de kahkahalarla ona gülüyor şerefine kadehlerimizi kaldırıyorduk.
Keyfimi, neşemizi köyün muhtarı mazlum Ali’ye gece kuşları çabucak ulaştırmış olmalı ki, biraz sonra o’ da elinde bir çıta bal ile gelip soframıza misafir olmuştu. Mazlum Ali beni neden çağırmadınız diyerek biraz sitem etmişti amma, onun yanımıza gelmesiyle neşemiz bir kat daha artmıştı.
Mazlum Ali şalvar giyerdi şalvarının uçkur kısmında devamlı olarak iki çift zil bulundurur, eğlence meclislerinde zillerle çok güzel oyunlar oynayarak etrafındakileri neşelendirirdi.
Neşemiz iyiydi amma, onun oynaması için ne davul, ne def, ne de saz çalan biri vardı.
Kerim yerinden kalkarak iki takım ağaç kaşık parçası kaşık çalıp oynayarak içeriye girdi. Mazlum Ali için bu bile yeterdi. Şalvarının cebinden zilleri çıkarıp parmaklarına geçirmesiyle ortaya fırlaması bir oldu.
O gece hem içtik hem de Mazlum Ali’nin zillerinin sesiyle Kerimin de kaşıklarının sesiyle güzel bir gece geçirmiştik.
Altmışlı yılların şirin yeşillikler içindeki Muz vadi köyündeki geçirdiğim üç aylık çalışma hayatımda tanık olduğum bizzat yaşadığım daha birçok anılarımdan biri olan bu güzel akşamı aradan çok, çok uzun yıllar geçmesine rağmen unutamam. Ayrıca adını andığım hatırasını yaşadığım Mazlum Ali için de Allah’ an rahmet diler, onun’ da nur içinde yatması gönülden temenni ediyorum.
Diğer arkadaşlarımdan kim sağ kim değil bilmiyorum amma hepsi benden çok büyük olduğu için onların’ da sağ olmadığını düşündüğümden onlara’ da Allah rahmet eylesin diyorum.6 Şubat 2016
Ahmet Yüksel Şanlı er
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.