- 1363 Okunma
- 6 Yorum
- 2 Beğeni
ÇİNGENE KIZI
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Plastik çiçekler içeride, masaların üstünde; doğanın zarif mucizeleri çiçekler dışarıdaki çiçeklikte. İki serçe, çiçekliğin toprağını eşeleyip cıvıldaşıyor. Cam kenarında oturan bir genç kız gülümseyerek erkek arkadaşına kuşları gösteriyor, “Baksana ne kadar tatlılar!” diyor. Beriki de kızın sözlerini onaylayıp benzer şeyler söylüyor, fırsattan istifade kızın ellerini kavrıyor. Kafenin sözde yarı açık alanının neredeyse bütün masalarını gençler doldurmuş. Özgürlüklerini sigara ve nargile tüttürerek kanıtlamaya çalışıyorlar. Erkekler kızlara adlarını menüden öğrendikleri kahve çeşitlerinden içecekler ısmarlıyor; kızlar gülümseyerek karşılığını veriyor. Hoparlörden gelen ses “Dancing İn Your Eyes” diyor. Coşku fısıldayan müziğe gençler ritim tutar gibi gülüşüyorlar. Şimdi Avrupa’nın ortasında ve batısında, Amerika’nın kuzeylerinde yazgılarında bolca zenginlik olup inanç olmayan milyonlarca genç müziğe kendini kaptırmış, birbirlerini dansa kaldırıp coşuyorlardır.
Bir genç kız, ömrünün yıllar sonra en çok anacağı mevsiminde olmalı. Sabah bir saat makyajla uğraşmış, erkek arkadaşının hoşlandığı kokuyu da ihmal etmemiş, kıpır kıpır kanı onu dışarı atmıştır. Saçları sarıdır ya da boyatmış. “Tamam, canım!” diyor telefondaki talihli kişiye. Dışarıda en az on beş dakika oyalanacağı belli. Tam dışarı çıkarken cam kapıdan ona siyah gözlerini dikmiş ablak yüzlü, esmer kız çocuğunun farkına dahi varmıyor. 7-8 yaşlarındaki küçük kızın yanında annesi ve lise yaşlarında ablası da var. Üçü de sanki böyle bir mağaza varmış da oradan giyinmişler gibi aynı hırpani kılık içindeler. Her birinin elinde ıvır zıvır dolu birer un çuvalı. Anne çuvalını camekânın önündeki çiçekliğin üstüne koyup içeri girmeye davranıyor. Küçük kız da annesinin yaptığını aynen taklit ediyor. Garson, eli cam kapının kolunda yollarını kesiyor. “Burada dilenemezsiniz, patron kızıyor! Müşterileri rahatsız etmeyin!” diyor. Anne, kendisinden küçük olan garsona “abe” diyerek yalvarıyor, parmaklarıyla iki işaretini yapıyor. Garson yumuşamıyor, “Hadi!” diyor, çuvalları işaret ederek bağırıyor. Anne çuvalları köşeye çekerek yalvarmaya devam ediyor. Garson kararlı bir ses tonuyla bir kez daha uyarıp “Ne kadar da yüzsüzler!” diyerek içeri dalıyor. Kadın kapanan kapıya güvenip küfürler ediyor.
Aşkın en uzun mevsimi bu olmalı. Genç kız hala telefonla konuşuyor konuşma aralarında ikide bir gülerek kaldırımda turlar atıyor. Parlak, küçük siyah gözler hala onu izliyor. Sindy bebeklere bakan yoksul kız çocuklarının bakışı gibi, western filmlerindeki zencilerin beyazlara bakışı gibi bakıyor. Cebinden çekirdek çıkarıp ağır ağır çitliyor. Aniden yüksek sesle bir şeyler diyor annesi. Kız irkilip çuvalın dibini karıştırmaya başlıyor. Renkleri solmuş kıyafetleri çıkarıp özensiz bir şekilde tekrar çuvala sokuyor. Cicili bicili açık mavi bir kot pantolon çıkarıp uzunca izliyor. Sonra telefonla konuşan kıza bakıyor. Onun da giydiği pantolon aynı tonda. Küçük kız ilk kez bir elbiseye bu kadar seviniyor.
Güya her şeyi kaydedip hiçbir şeye müdahale edemeyen bir kamera gibi kendimi metne dâhil etmeyecektim. Ama öykünün yalınlığı sizi memnun etmeyebilirdi. Hem kalpler çoğu zaman bir okuma ve tercüme organı olarak işlev görür. Yazgıları böyle okuyabildiğimi söylesem eminim saçmaladığımı söylerdiniz. Fakat tanrısal bir güçten değil herkeste olabilen bir özellikten bahsediyorum. Falcıların, adeta kanun hükmüne gelmiş insanlığın deneyimlerinden elde edip yaşa ve kılığa göre yaptığı, yüzde doksan ihtimalle gerçekleşen öngörülerine benzer tahminlerden bahsediyorum. Misal, bir iş adamının oğlunun da iş adamı, oto tamircisinin oğlunun oto tamircisi olacağını söylemek kimseyi kolay kolay yalancı çıkarmaz. Dünya’nın gidişatı ile ilgili kehanetler de kısmen buna dahildir. Bu yüzyılın sonuna kadar Hinduların ineği tanrı gibi kutsal saymaya devam edeceğini, Ortadoğu’nun iç karışıklık ve mezhep savaşlarıyla çalkalanacağını, Afrika’da yoksulluk ve vahşetin bitmeyeceğini, bir virüsün insanlığın sonunu getireceğini bilmek için müneccim olmaya gerek yok. O küçük çingene kızının uzak geleceğini de söyleyebilirim elbette. Yakın zamanda ölmeyeceğini biliyorum mesela. Ölmek istemediğini de biliyorum. Onların çok dayanıklı insanlar olduğunu biliyorum. Oysa ölseydi cennete giderdi. Mesela Suriyeli olsaydı cennete giderdi. Belki anne ve babasıyla Avrupa’nın kıyılarına doğru büyük umutlarla bindiği bot aniden devrilince kendini denizin derinliklerinde bulurdu. Masmavi sular, kaldırma kuvvetini değil de yutma gücünü son damlasına kadar kullanacak, basınç göğsüne bastıracak, sadece beş dakika suyun karanlığıyla cebelleşecekti. Acı soğuğu iliklerine kadar hissedip diplerde bir müddet annesinin kurtarıcı ellerini bekleyecekti. Gelmeyince bütün ümidi kırılıp kalbinin son atımını bırakarak sönecekti. Ölseydi cennete gidecekti elbet. Ama o da herkes gibi ölmek istemeyip hayatı doya doya yaşamak isteyecektir.
Çingene kızı, çünkü adını bilecek kadar müneccim değilim. İşte o, akşamüzeri cebindeki çekirdek bitince çuvaldan yapılma çantasını açıp rengi solmuş elbiseleri tek tek deneyecek; kimi bol, kimi dar gelecek ama hiçbir zaman tam uymayacak elbiseleri giyip babasının küçük tıraş aynasında kendine bakacak. Annesi iki beden büyük kot pantolonu çengelli iğne ile daraltıp "iyi oldu" diyecek. Zamanın, günlerle birlikte çocukluğu da süpürdüğünden habersiz gül yüzü ve zarif bedeni, çok değil sekiz dokuz sene sonra, tıpkı daha önce ablasına olduğu gibi annesine benzeyecek. Sırf kalıtsal bir durum değil, daha çok yaşam tarzıyla ilgili bir şey. Gencecik yaşında boyu güdük kalacak, yakın zamanda erkekler gibi kuvvetli kollara ve geniş omuzlara sahip olacak, on binlerce yıllık ucube Venüs heykelleri gibi göğüsleri sarkacak ve kalçaları yağ toplayacak. Bunların olacağını biliyorum. Sadece bedenine has değil, bozulması imkânsız bir mühür gibi annesinin yazgısını taşıyacak. Evet, yazgılar da kalıtsaldır. Annesi gibi bastıra bastıra sakız çiğnemeyi, yüzsüz olmayı, yerli yersiz küfür etmeyi, yeri geldiği zaman hırsızlığı öğrenecek. Belki yabancı bir erkekle kaçamak bir ilişki yaşayacak. Şimdi evi çadır mı minibüs mü her neresiyse artık, gidince akşama kadar kafedeki makyajlı, güzel kokulu sarışın kızı düşünecek, annesi dua öğretmişse dua edecek, bilmiyorsa bile içinden geçirecek. “Allah’ım ben de böyle güzel olsam, çiçek gibi koksam, zarif olsam!” benzeri ümitlerle geceyi geçirecek. Oysa onu mutlu bir çocuk olarak tasvir etmek zor değildi. Ama bazı yerlerde mutluluk nesnel anlamda gerçeklğini yitirmiştir. Bazı insanları ancak minimal ölçeklerle ve kendi çapında değerlendirdiğimiz zaman içlerinde mutluluk buluyoruz. Mesela bir Somalili, Eritreli çocuk asla astronot olmayı düşlemeyecektir. Onun hayali açlığını bastıracak bir avuç lapa yemek ve bir çift terliktir. Eğer çizdiğim karakterin gerçekten yaşayacağını ya da en azından yüzyıllar sonra da okunacağını bilseydim bütün öykülerimi mutlu sonla bitirirdim. Romeo ile Jülyet’i ben yazsaydım ölmeden onları kavuştururdum. Josep K’yı mahkemede aklar, Zebercet’in beklediği 6 numaradaki kadını mutlaka geri döndürürdüm. Ama acı gerçekler hüküm sürüyorsa dünyayı ideal şekilde tasvir etmek kalpleri saf dışında tutmayı gerektirir. Yazarın karaktere karşı sorumsuzluğu, biraz da yazma özgürlüğü buradan geliyor.
Mesela öykü şöyle devam edebilirdi: Onun adı Sera. Yıllar öncesinde annesi yine bu şehre gelmişti. Henüz ona gebe iken bir villaya girmişti. Normalde kapalı olan dış kapı o gün bekçinin beş dakikalık dikkatsizliği yüzünden açık unutulmuştu. Bekçi, çöpleri dışarı bırakmak için kapıyı açmış, arka bahçedeki köpeğin ciyak ciyak bağırışlarını duyup telaşla arka bahçeyi kontrole gitmişti. Çingene kadını, kızıyla bahçe kapısından geçip hızlı adımlarla villanın merdivenlerini tırmandılar. Daldıkları evin geniş sofasında sarışın bir kız dikili duruyordu. Kız bir müddet onları şaşkın şaşkın izledi. Elinde kendisinden daha sarı, incecik bir oyuncak bebek vardı. Kanı ısınmış olacak, onlara doğru yaklaşıp bebeğini çingenenin kızına uzattı. Çingene kadın, bebeği kapıp torbasına sokuşturmuştu. Tam o esnada “Sera” diyerek seslenen evin hanımı görünmüştü. Kendi kızının ve çingenenin kızının yüzündeki mutluluk ifadelerinden öyle etkilenmişti ki onlara pasta ikram edip yüz lira da vermişti. Uydurma işte! Çingene kadın her zamankinden daha uzun bir süre yalvardı evin sahibesine. Diğeri hemen “ Mesut Bey!” diyerek bekçiyi çağırmış “Bunları niye içeri alıyorsun?” diyerek fırça çekmeyi de ihmal etmemişti. Çingene kadın, Sera’yı hiç unutmadı. İnsanlar bunu hep yapar. O da bütün insanlar gibi talihin isimle uyuşacağını ümit etti. Kızı doğunca da kocasına ismi ille de Sera olacak diye inat etti. “Kızım, okuyacak, doktor olacak. Bizim gibi elâleme el açmayacak, onurlu olacak!” demişti.” desem inanır mıydınız? Gördünüz işte, size de inandırıcı gelmedi.
Öykümüze dönelim. Çingene kızı ya da Sera, mavi pantolonu diğerlerine nispeten daha itina ile sardı. Gözlerinin önüne sarkan saç demetini kulak arkasına atıp sarışın genç kıza imrenerek baktı. Belki bir göz teması kurmak istedi. Sarışın kız “Tamam, öptüm! Ara beni ha!” deyip telefonu kapattı. Kafe kapısına doğru gülümseyerek yöneldi. Küçük kızın büyüyen göz bebeklerinin önünden geçip cam kapıyı ittirip içeri girdi. Sarışın kızın o esnada neler düşündüğünü tahmin edebiliyoruz. Arkadaşlarının olduğu masaya yaklaşırken hoparlörden gelen “Uptown Funk” parçasının müziğine kafasını öne geriye sallayarak eşlik etti. Masadaki kızlardan biri “Ay, Anka kuşumuza bak, sen onca yakışıklıyı peşinden koştur, sonra bir gün aniden birine tutul. Bu sefer durum tersine galiba!” dedi. Genç kız hiçbir şey söylemeden yerine oturdu. Diğeri “Sen hiç böyle gizli gizli konuşmazdın. Berna da Sera, bu sefer gerçekten abayı yakmış, demişti de inanamamıştım; ama şimdi ben de hak verdim.” dedi. Sera “İpsiz sapsızlarla bir yere kadar. Tamam, kendimi çok kaptırdığımda haklısınız. Ama bu seferki çok farklı!” diyerek garsondan yeni bir kahve istedi. Dışarıdaki çiçekliğe tekrar kuşlar kondu. Bir müddet toprağı eşeledikten sonra uçup cam kapının dibine kondular. Giren çıkan yoktu. Köşedeki eski pantolonun etrafında dolanıp çekirdek kabuklarını tek tek yokladılar.
YORUMLAR
Çok başarılısınız. Bir okur olarak görmek istediğim her şey bu çalışmada vardı.
Saygılarımla.
Yahya Oğuz
Aynur Engindeniz
Başka yazılarınızı da okudum. Az ama çok güzel yazıyorsunuz. Sizi ilk okuduğumda ben neden daha önce bu yeteneği fark edemedim diye hayıflanmıştım hatta.
Tekrar tebrik ederim. Saygılarımla.
Aynur Engindeniz
Merhaba Yahya Bey, bakmakla görmek arasındaki farkı çok güzel işlemişsiniz.
Çiçeklik, çeçekler ve çiçekliği deşeleyen kuşlar çok rahat fark edilirken orada soğuktan titreyen bir insan, küçük bir çocuk fark edilmiyor/edemiyoruz.Etmiyoruz!
Oysa dünya nimetleri hepimizin ve onları paylaşmamız gerekirken üstelik...
Duyarlı kalemini kutlarım, selamlar
Yahya Oğuz
Her zaman yalnız düşünürüz ve yalnız hayal kurarız.. Aslında kurduğumuz hayalleri ilk önce kendimize anlatırken ‘’bazen hadi oradan ‘’ bazen de ‘’ hadi hadi olacak ‘’ gibi kendimizi heyecanlandıran, arada sırada kendimizi gülümseten şeyleri de hayal ederiz.
Aslında bir hikayeyi insana sevdiren olaydan çok olaya neden olan duygularıdır…İşte o duyguların yaslandığı yer (içiniz ya da dışınız) biraz sizinle konuşunca, resmin eksik yanları (hikaye) tamamlanmış olur.
Betimleme de daha çok resim çizme sanatıdır. Sizin çizdiğiniz resim ,okuyucunun hayalinde canlanmaya başladığında artık sizden kopan betimlemeler yavaş yavaş konuşmaya, kendisini tamamlamaya da başlar.
İnsan Tasviri
İç (ruhsal) betimleme
Dış (fiziksel) betimleme
Her bir betimlemenin burada birbirinden az-çok olması yazıyı okuyucunun aklında yer edinmesi(hayal dünyasına) için en geçerli nedenlerdendir.
Hikayelerinizi bu nedenlerden ötürü önemsiyorum. Ve okumaya değer buluyorum. Fakat en çok şikayet ettiğim şey sizin için, bu güzel yazılarınıza, hikayelerinize biraz da güncel konuları eklemeniz. Yazan insanların farklı konularda fikir beyanı, illaki siyasi olması gerekmiyor. İnsani duyguların evrensel bir anlayışla anlatılması ve içinde birazda fikir barındırması ‘’bana kalırsa’’ yararlı olacaktır. diye düşünüyorum.
Sizi en baştan beri okuyorum. Ve okumaya devam edeceğim.
Tebrikler
savgiler
Yahya Oğuz
böyle bir gözlemden sonra ortaya çıkan analiz aslında herkesin bildiği bir durummuş izlenimi verse de ciddi anlamda farkındalık yaratıyor. her ne kadar doğrular insanı çoğunlukla cezbetmese de, bu yazı bu haliyle, bu konuda kurulacak bir çok alternatif kurguya nazaran çok daha iyi. öykülerinizdeki hikaye örgüsü en takdir ettiğim yönünüz. elinize sağlık, selamlar, saygılar.
Yahya Oğuz
Okuyucu tarafından, var olan hayatları gerçekçi bir öyküden okumak, artık çok da beğenilmiyor. Gariptir, gerçekçi bir dille anlatılan hayatlar sanki bir “kötü olma” haliyle berabermiş gibi algılanıyor. Oysa bu pekala bir yanılgı olabilir. Zira kabulü zor olan gerçek, her zaman kötü olmaz.
Beşinci paragraftaki sert ama doğruluğu su götürmez deterministik falcılıktan sonra, altıncı paragraftaki anlatım bu anlamda çok önemli şeyleri üstlenmiş. Okur, kazın ayağının hiç de öyle olmadığını, gerçeği deforme edince ortaya komik hatta irrasyonel bir halin çıkmasının bir rastlantı değil, zorunluluk olacağını bu fırtınalı gezide anlıyor. Oldukça akıllıca olduğunu teslim etmeliyim.
“.Bazı insanları ancak minimal ölçeklerle ve kendi çapında değerlendirdiğimiz zaman içlerinde mutluluk buluyoruz.” Katılmamak mümkün mü? Bence değil. Bu tespitten yola çıkarak yaptığın analojiler de cuk oturmuş. Fakat, bu gezintiyle geldiğimiz yer ile “Ama acı gerçekler hüküm sürüyorsa dünyayı ideal şekilde tasvir etmek kalpleri saf dışında tutmayı gerektirir.” cümlesinin vardığı yerde bir çelişki mi var acaba? Burada kullandığın “ideal”; gerçeği mi yoksa arzumuzu mu ifade ediyor? Burada bir muğlaklık var sanki.
Finalde Sera’ların buluşması örgünün son ve vurucu ilmeği olmuş. Örgü bitmiş, sökülmesin diye son düğüm ilmeği de atılmış.
Şekil itibarıyla da çok özenli, örnek olacak bir titizlikte kaleme alınmış.
Tebrik ederim.
Sağlıcakla kal,
Yahya Oğuz
mutluluk...evet belki bir zaman dilimiyle hesaplanabilir bir şey gibi duruyor ama mutlak bir değer ölçütü yok işte. ne cicili bicili bir yaşam, ne astronot olma hayali kurabilme içindeki bir yaşam standardı, ne coğrafyalar ne de dışarıdan şanslı görünebilecek bir kimlik bir pozisyon... bir parça daha yakın olma ihtimali doğuruyor sadece. ancak insan öyle bir varlık ki tanrı içine sonsuz bir derinlik bahşetmiş. ve bu derinlik tuhaf bir şekilde biçimini bozuyor mutluluk/mutsuzluk kavramlarının...
öyle şeyler sığdırmışsınız ki bir sahnenin içine öyküde, uzayan bir yolculuğa çıkarıyor insanı. çoğalan mekanlar yüzler an'lar sorular...
ve yazarın öyküye girip bizzat okurla yüz yüze gelmesi boyutunu da çok sevdim.
öykü için tebrik ediyorum Yahya Bey.
sizi okumak güzel. ve hatta çok geciktirdiğiniz şiirlerinizi de...
selamlarımla.