- 496 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Istrancalarda Gündöndü Tarlası (ROMAN)
TEVFİK TEKMEN
ISTRANCALARDA GÜNDÖNDÜ TARLASI
ROMAN
BÖLÜM BAŞLIKLARI:
1: (s.03) Bahar Gelirken
2: (s:20) Hıdrellez
3: (s.29) Ahmetçe’nin Düşü
4: (s.31) Hasret’in Kâbusu
5: (s.33) Mukallit Cin
6: (s.35) Muskalı Külkedisi
7: (s.36) Eim Diki Zamanı
8: (s.38) Oyun Delisi
9: (s.40) Kuş Delisi
10: (s.45) Gıcırtılı Karyola
11: (s.47) Sel Yolları Kesince
12: (s.54) Deli Dana Moçka
13: (s.55) Korkulu Düşler
14: (s.57) At Arabası Uçar Mı
15: (s.60) Yağmur Tatili
16: (s.61) Telaş Etme İşler Kalmaz
17: (s.62) Ekim Dikim İşi Bittiğinde
18: (s.66) Sarı Boyalı Posta Arabası
19: (s.69) Kısıklı Gölde Öğle Tatili
20: (s.73) Cin Kerim İle Diyaloglar
21: (s.75) Utanmaz Nihat Ve Yeşilkertenkele
22: (s.91) Felekten Bir Gece
23: (s.99) Netameli İşler
24: (s.106) Hem Suçlu Hem Güçlü Olmak
25: (s.107) Ahırda Cinayet
26: (s.108) Zamanı Çapa
27: (s.110) Cenaze Günü
28: (s.113) Ölü Gömülemeyince
29: (s.113) Tırsık Yahya
30: (s.114) Cenaze Kaldırılıyor
31: (s.116) Bir Araba Otla Kasaba Yollarında
32: (s.123) Çardaklı Kulübe
33: (s.125) Ziraatçılar Ve Köylüler
34: (s.130) Gürbüz Nasıl Katil Olmuştu
35: (s.142) Orak Zamanı
36: (s.142) Serçe Toplantısı
37: (s.146) Kükük Kuş Bekçisi
38: (s.147) Küçük Mucit
39: (s.154) Belik Örme Günü
40: (s.156) Ahmetçe’nin Hastalığı
41: (s.162) Hasret Anası Ve Gündöndü Tarlası
42: (s.164) Domuzlar
43: (s.166) Gökteki Uçan Cisim
44: (s.169) Hastane Günleri
45: (s.170) Hasret Nenesi Bir De Cin Kerim
46: (s.177) Hasret Köpeği Bir De Cin Kerim
47: (s.183) Anıza Kona Uçan Cisim
48: (s.187) Kalp Krizi
49: (s.187) Harman Zamanı
50: (s.188) Harman Sonu
51: (s.191) Ayrılık
52: (s.192) Okul Yılları
53: (s.194) Soğuk Bir Kış Günü
54: (s.193) Üç Yıl Sonra Meşeköy
55: (s.196) Rençperin Tatil Günleri
56: (s.196) Gökçe Kız
57: (s.201) Aşk Kapıyı Çalınca
58: (s.205) Aşk Bacayı Sarınca
59: (s.212) Gökçe’ye Mektup
60: (s.227) Gürbüz Delirmişti
61: (s.228) Divane Gökçe
62: (s.247) Öğretmen Hasret
63: (s.256) Beşinci Mevsim
Nisan/1969
BAHAR GELİRKEN
Bundan böyle evin arka bahçesine koşacak, adını bilmediği ak çiçeklerden uçan manda tutacak, ayağına makara ipi bağlayıp harman yerinde uçuracaktı. Manda bağıra bağıra uçacak, ip bırakmadığı için havada dön ha dön yapacak, döndükçe Hasret de dönecek, döne döne başı dönüp yere düşecek, uçan manda da kaçıp gidecekti.
Ne güzel…
Köyün yedi sürüsü erkenden çıkıp bol otlu yerlere gitti. Tavuklar salınıp yemlendi. Yumurtası gelen çilli tavuk yem bile yemeden folluğa koştu. Kızıl horoz onunla övünüp gururlanarak başını dikip uzun uzun öttü. Sabah olmuş, güneş bile doğmuştu. Yazın burnu görünmüştü artık…
Sarıkulak, samanlık dibinde pirelenip yeni doğmuş güneşin keyfini çıkarırken evin tekir kedisi onu kızdırmadan yanından usulca geçip öteye gitti…
Kadınlar, buzağıları emzirip kalaylı bakırlara kar beyazı sütler sağdı. Sonra memeleri boşalmış inekleri sığıra saldılar. Yüz otuz inekli sürü memelerini doldurmak için vitaminli otlaklara giderken sütle doymamış buzağılar anaları arkasından bağırıştılar…
“Sarı gulaklım, gara burunlum, datlım datlım!” dedi, Beyice kadın, “Doymadın mı guzuum?” Sütlü ellerini, şalvar lastiğine soktuğu çiçekli etekliğine sildi. Süt dolu bakırı kapı yanına bırakıp kotradaki buzağının yanına gitti; burnunu sıktı, kulaklarını okşadı, sevdi. Buzağı, ellerine sarılıyor, hepte emilecek meme arıyordu. “Yeter anacığım yeter!” dedi ona, “şindi bahçeden ot yolup getirin ben. Hep süt mü, biraz da ot yirsin. Tek sen misin? Hasret vaar, süt ister. Seval vaar, yuğurt ister. Sevdiye ayran, Kevser piğnir… Yaa sarı tüylüm, kepçe gulaklım; onlar ot yimez ki! Bi de bubamız var ki onu hiç sorma, yanında hem bal hem de tereyağı ister. Yaa!”
Köyün adamları da güneş doğmadan kalkıp kahveye gittiler. Yahya, kahvesini her zamanki gibi erkenden açmıştı. Kazanın altına odun doldurup ateşi yaktı. Duman karası kazan çabuk ısınıp suyu kaynadı. Çayı da çabuk demledi. şimdi tamam dedi içinden. Gelsin bakalım gavatlar…
Tahta iskemleyi çekip cam dibine oturdu. Gömlek cebinden Bafra sigarası çıkarıp yaktı. Aç karnına acı dumanı içine çekip üflerken bacak bacak üstüne atıp gerindi, bir de boynunu kütletti. Sonra camdan dışarıya bakındı. Köprübaşındaki çok uzun, çok yaşlı servi kavağının tepelerinde kuşlar vardı. Uçup giden, çeşme yanında bir tur atıp yeniden gelen serçeler; sesleriyle, yeri, göğü inletiyordu. Onlara da; “mına koduğumun kuşları!” deyip sövdü. “Vıcır, vıcır, açmamışlar mı ağızlarını; yaz gelmiş sanki bayram gelmiş!”
İlk önce koca Bektaş geldi. Bektaş dede, uzun boylu, kemikli, iri bir adamdı. Kahveye girmezden önce sırtını kamburlaştırıp cevizin dibinde biraz durdu. “Öhhö öhhöö” yapıp öksürdü. Boğazı balgamlı olduğu için öksürüğü çatallı çıkıyordu.
Kahveci:
“Gebeer!” diye seslendi içerden. Kendisi de sigarasından çektiği dumanı havaya üflerken ocaklığa gitti. Hem de söyleniyordu; “bok iç goca gavat!” diyordu Bektaş dedeye. “Beygir boku. İçtin içtin seksen sene, geberemedin gitti…”
Bektaş dede kapıdan girerken; “sen geber ulan!” dedi Yahya’ya, “bakın hele millet duydunuz mu?”
Yahya:
“Nerde millet? Ne millet, ne illet; bi sen varsın, bi de ben.”
Bektaş dede:
“Bakın hele; boklu bi kaveci, sidikli bi dedeye mana bulurmuş! Çayın oldu mu gavat?
Koca Bektaş’tan sonra köyün bütün adamları bir bir gelip tahta sandalyelere oturdular. Tüfekçi Âdem geldi, Osman çavuş, garip Veyse, pis sakal Aziz, kara Ali, Keremce, Veliko… Aba pantolon, aba ceketli kırmızı Hasan ağa da geldi. Sonra Mutlu Ölmez, Şerif Atabir, terzi Duran, Ramazan, Hüseyin, Furkan da geldiler. Daha sonra minaresiz camide tek başına namaz kılan köy imamı geldi. Alaycı bir tavırla; “Selam’ın aleyküm, Meşeköy’ün çalışkan insanları!” dedi. Bu sözleri kahvede şok etkisi yaratmıştı. Kahvedekiler de “ve aleyküm selam hoca efendi!” dediler.
Camiye gitmezlermiş! Ona neydi ki? Ramazanda oruç tutmazlarmış! Ona neydi ki? Herkesin inancı da kendine, ibadeti de kendine. İsteyen cennete gider, isteyen cehenneme; sana ne ulan?
Kahveci Yahya, alaycı hocaya kızmış mogurdanıp duruyordu; “Seen sikin taşağın denk hoca efendii!” diyordu, çıkmayan sesiyle. “Bi yanında devlet, bi yanında millet. Elemterefiş kem gözlere şiş dedin mi maaş aybaşında cepte. Var mı üle hem Tekirdağ hem de kövte? Ekmeğin peşindeyiz biz. Bizim de arkamızda goca devlet olsa, bizim gaynağımız da hiç gurumasa oh valla; üç dönüm bostan, yan gel yat Osman. Yok, büle bişey! Bizim meselemiz zor mesele imam bey! Yağmur yağarsa ekilenler olacak, yoksa kıyamet kopacak! Biz gibi Istranca yamaçlarının bu kıraç toprağından bi yudum navaka çıkarmağa çalışsan görüz o zaman seen büzüğünü de! Bakalım cenneti mi istersin, ekmeği mi? Yazın boyu bi garış hocaa! Yaz başı ne ektiysek, yaz sonunda ne biçtiysek hepsi o. Yaz huu desin, garagış buu desin o zaman görüsün ananın örekesini hocaların çok çalışkanı! Dalga geçiyo. Dışarda deniz yok, olmayan denizde de dalga yok. İt oğlu it!”
Uzun Ahmet geldiğinde ukala imam kahvede yoktu. Kapıda şaşkın şaşkın biraz dikildi. Ortamın havasını beğenmemişti. Garip bir uskunluk, bunula birlikte tedirgin edici bir durum var gibiydi. Selam verip oturmazdan önce Yahya’nın yanına gitti; “ne var oğlum?” dedi göz kırparak, “nedir bu suskunluk?”
Yahya:
“Şindi başımda tıraş yapma sen de, git bi gazık bul da otur. Canım burnumun ucunda zati! Gabak başına patlamasın saba saba. Hadi yallah!”
Ahmetçe:
“Bak sen manyağa!”
Yahya:
“Oğlum git başımdan!”
Ahmetçe:
“Akşam benle mi yattın ulan, bu surat ne?”
Yahya:
“Canımı sıkkın dedim ya arkadaşım, her zaman bir mi? Anla işte! İllaki izaat mı lazım?”
Ahmetçe:
“Tamam, anladık.” dedi. “İzaat filan da istemez. Arkadaşım, Sarıkamışlım, bi tanecik tertibim; üleyse demlice bi çay yap da içelim. Belli, senden hayır yok gene. Bense ne planlar yapmıştım da gidip en iyi arkadaşımla gonuşayım demiştim. Oldu o vakit, işin aslı astarı belli oldu. Belli, gününde diilsin...”
Yahya’ya başka bir şey sormadı, söylemedi de. Oysa gece boyunca düşünmüş, güzel hayaller kurmuş, bunlar üstüne planlar çizmiş, hayalindeki hayali gerçek olunca da ne çok sevinmişti. Bunu paylaşmak istiyordu ama nedense Yahya çok sinirliydi. Kendisine iskemle alıp uzaktaki camın yanına gitti. Oturunca çay geldi, beraberinde yedi tane de bisküvi geldi. O zaman kızıp; “al şunları ulan!” dedi Yahya’ya, “gızanlar gibi yapmayın kendinizi. Hayret bi şeysiniz beya! Püskevit getirme deye kaç kere de süledik…”
Çay içerken düşünüyor, düşüncesinde de arkadaşı Yahya’yla konuşuyordu. Gavat oğlu diyordu ona. Kızmıştı. Ulan bu göreneği daha ne zaman bozmadım mı ben? Gelenekle, görenekle adamlık mı olur? Babalarımız yıllarca gördüklerini bilmiş, bildiklerini yapmış, patinaj yapıp oldukları yerde saymamışlar mı? Ne bir adım ilerleyebilmiş ne bir karış büyüyebilmişler mi? Ne varlıkları oldu da bize ne miras bıraktılar? Biz de onların yolundayız. Bu bizi nereye kadar götürecek güzel arkadaşım? Çıkmaz bir yol bu! Artık kendimize başka bir yol bulmalıyız. Başka çareler aramalıyız. Yeni bir şeyler denemeli ve de yapmalıyız. Yeni şeyler oğlum! Seneler su gibi akıp gitti; biri iki, ikiyi üç yapamadık. Bir karış doğduk, bir karışla ölecğiz. Hadi bir nesil şöyle veya böyle yaşadı diyelim; biz de yaşayıp gideriz, ya sonra, sonra ne olacak? Sonrası tufan arkadaşım! Birken iki olduk, ikiyken dört. Dört sekiz oldu, on oldu, bir gün gelecek on sekiz olacak. Çoğaldık da çoğaldık. Bu topraklar hangimize yetecek? Bu gidişle sonumuz iyi değil. Ya göçüp gideceğiz, ya da yok olup biteceğiz. İki seçeneğimiz var ki, ikisi de birbirinden bok! Bana göre bir seçenek daha var ama size anlatılmaz ki! Yahya; üçüncü şık da neymiş hayalci, üçüncüsü müçüncüsü yok buun ulan diyordu. Allah’ın siktir ettiği bu yerden payımıza düşen bu kadar, kıçını yırtsan da fazlası olmaz işte! Kendini paralayıp durma boşu boşuna! Giden gider, kalan kalır. Hiçte merak etme; ne gidenler ölür, ne de kalanlar. Ahmetçe, siz böylesiniz işte diyordu. Sizin gamsızlığınız, sizin bu vurdumduymazlığınız olduğu sürece bok adam oluruz biz! Yattınız kalktınız bir sürü encek yaptınız. Bunların sonu ne olacak diye düşünmek yok…
Çay içip dışarıyı seyrederken, düşüncesinde de Yahya ile söyleşirken birden kendisine geldi. Yahya, başına dikikmiş sinirli sinirli söyleniyor; “hocasına goyum ulan!” diyordu. “Hocasına da, gocasına da, kahvesine de, ocağına da… Demine, demliğine, çiftine, çıbığına… Mına goduğumun yerinde bi yudum ıraat yok ba! Kış bitti deye sevinirsin, hazırdan yiyen Allah’ın löpkecisi bile kıskançlıklar içine girmez mi? Şitan işte işi yok ki! Ulan, ölür müsün, öldürü müsün? Saba saba üç guruşluk kefimiz vardı bozdu gitti köpek!”
Ahmetçe:
“Ne oldu oğlum?” dedi, “Anlatsana meseleyi.”
Yahya:
“Yahu,” dedi, “kusura bakma! Hocaya gızdım da... Tersinden mi kalkmış ne salakoğlu salak; sik gibi bi laf edip gitti. Çalışmaz aylak aylak oturumuşuz. Aylak durumuşuz da camiye gitmezmişiz falan filan işte. Ulan, namaza da bu kavayla oturduysa korkarın onu bile tersinden kılmıştır!”
Ahmetçe;
“Belki hiç kılmadı, gören mi var?”
Yahya:
“İster kılsın, ister kılmasın; kime ne ondan.”
Ahmetçe:
“Ne yaptın o zaman? Ağzının payını vermedin mi züppenin?”
Yahya:
“Ben mi? Ben gavatın tekiyin oğlum. Utkum tutuldu, donup galdım. Biz var ya gavatoğlu gavatız ulan. Gavatın kralı. Yontulmamış meşe odunu. Ne odunu, kütük, kütük! İçi boş bi kütük. Yobazın oğlu biraz okuyup imam olmuş, sanırsın vali olmuş! Gerçi ne sülese müstahakız. Büle saf, büle dilsiz olduktan sonra…”
Ahmetçe:
“Bektaş dede ne yaptı? O da bi şey demedi mi soytarıya?”
Yahya:
“O da sus pus oğlum. Ağzını bile açmadı.”
Ahmetçe:
“Belki duymamıştır. Ya da ne dediğini anlamamıştır.”
Yahya:
“Duydu, duymaz olur mu?”
İçinden sevinmişti Ahmetçe. İyi olmuş iyi dedi. Aferim ulan hoca! Bizim vurdumduymaz insanımız bu dilden anlar zaten. Ne zaman nasırına basılacak ki, akılları başına o vakit gelir. “Ee, soona?” dedi, “şindi geldin mi dediğime? Hadi gir çiziye. Ben sülemiştim de boş ver demiştin. Gittiği yere gadar; nerde tırak orda bırak demiştin. Bak, o gün gelip çattı demek ki. Bu üçüncü mesele çok mühim! Yani, cayilliği yenme meselesi. Elâlem aya gidecek, biz daa nerdeyiz? Aklımızı kullanmanın zamanı geldi de geçti bile. İşte bak, bi gün adamın biri büle kıçından bi laf eder, sen de şindiki olduğu gibi apışıp galırsın. Adam okumuş ya, bi güvencesi var. Arkası guvvetli. Biz de çocukları okutmalıyız oğlum! Eli kalem tutanın dili kelam eder. Guru bi çölün orta yerinde galmışız. Yönümüzü şaşırmış, yolumuzu gaybetmişiz. Susuzluktan yanmış, açlıktan gebermişiz. Yeni, bi rota çizip yeni bi yola girmeli ve kendimize sulak bi yer bulmalıyız. Yanim, çocuklar da bu susuz çölde galmasın. Önlerini açmalıyız. Ufuklarını genişletmeliyiz ki bizim gibi biçare olmasınlar. Vahaya ulaşsınlar. Veya düz ovaya. İstikballeri olsun. Bu yüzden okumalılar.”
Yahya:
“Hangi çocuklar?” dedi.
“Bizim çocuklar,” dedi Ahmetçe, “hangileri olacak? Hasret, Gökçe, ötekiler…”
Yahya:
“Okudular ya ulan! Beşi bitirecekler ya bu yıl.”
Ahmetçe:
“Ismayıl örtmenle gonuştum. Daa duğrusu gelip o gonuştu benle. Kepirtepe’de örtmen okulu varmış. Gidip okurlarsa altı senede örtmen çıkacaklarmış. Hem de yatılıymış.”
Yahya:
“Tam bi hayal! Al bi rüya daa. Hayalcı dediğim zaman gızıyon aslanım. Sadece Hayalcı diil biraz da salak mısın ne? Kepirtepe’yi hiç mi duymadın sen? Orda hiç gız var mıymış? Sen yolla işte; okusun örtmen olsun. Belki de kaymakam olur. Vali bilem olabilir yani.”
Ahmetçe:
“Hemen alay et sen. Olamaz mı yani? Olanlar nası olmuş?”
Yahya:
“Oğlum, burası bi dağın başı. Yolu yok, vesayiti yok. Telefonu yok, telgrafı yok.”
Ahmetçe:
“Yakın zamanda yol olacak. Yol olunca vesayit de olacak.”
Yahya:
“Ölme eşeğim ölme…”
Ahmetçe:
“Ben gönderecen valla.”
Yahya:
“İyi aslanım, gönder işte.”
Ahmetçe:
“Sen de gönder.”
Yahya:
“Kimi?”
Ahmetçe:
“Kimi olacak, Gökçe’yi.”
Yahya:
“Ey Allah’ım, ne anlamaz kalın kavalı adam! Oğlum, gızdan örtmen mi olur?”
Ahmetçe:
“Kasabaya yolla o zaman; orta mektebe. Sonra ebe okuluna gider. Ebe olsa fena mı olur?”
Yahya:
“Yollamaan. Erkek olsa neysem ne; gız evladını bilmen nereyi mektebe, okula filan yollaman. Ebe olup tek başına bilmen nerelere gitsin; orda ne yaptığı, nası yaşadığı belli olmasın, soona itin biri gandırıp aklını çalsın… Tövbe ulan, Allah yazdıysa bozsun.”
Ahmetçe:
“Ne sülesem boşuna demek ki! Biğninizi ağ sarmış bi kere. Örümcek ağı. Nuh deyin de peygamber demeyin sakın! Hep aynı kavada yörüyüp gidin. Size iyi gitmeler...”
Yahya:
“Saa da iyi rüyalar o zaman. İyi hülyalar. Bol bol da güneşler. Şindi işim var...” deyip gitti. Ahmetçe, orada kaldı. Gözlerini camdan ötelere çevirdi. Kahve duvarı dibinde küçük bir dere vardı. Üstünde ağaç köprü, köprübaşında da ulu bir selvi kavağı vardı. Ötesinde meydan, meydanın ötesinde demir kurnalı çeşme, büyük bir ceviz ağacı, tozlu yollar, bahçeler, evler, dikenli çalıdan avlular ve mavi gökyüzü vardı. Bakışları, göğe uzanan sonsuz boşlukta donup kalınca yeniden hayal âlemine daldı.
Hasret, okuyup öğretmen oluyor ve bir gün genç bir öğretmen olarak köye dönüyor. Lacivert takım elbisesi, mavi gömleği, sarı kravatı ve cilalı iskarpinleri var. Kapıyı açıp kahveye giriyor. O, gene aynı yerinde, şimdiki gibi oturmuş çay içiyor. Oğlu Hasret, kösele iskarpinlerini tıkır tıkır ettirerek yanına geliyor. Memur gibi. Baba diyor, ver elini öpeyim. Sen büyük bir adamsın. Senin gibi adamların eli bir kere değil bin kere öpülür. Beni okutup adam ettin ama asıl adam gibi adam sensin. Meşeköy’e örnek oldun, yol gösterdin. Sen bu köyde milatsın. Artık herkes çocuklarını şehre gönderip okutuyor. Kızları bile...
Ahmet Velioğlu, o zaman gururlanıyor. Koltukları kabarıyor, başı göğe değiyor. Oğlunun iki elinde iki çanta var. Birinde kitaplar, defterler, birinde giysileri. Bu altı senede büyümüş, koca delikanlı olmuş. Cilalı iskarpinleri ayna gibi… Ütülü pantolonu jilet gibi... Boyu sırım. Alımlı, çalımılı ama alçak gönüllü, kültürlü, bilgili… Yürüyüşü, duruşu, konuşması bile bir başka.
Köylüler ayakta karşılıyor onu, kucaklayıp öpüyorlar. Hoş geldin çocuk, hoş geldin evlat, hoş geldin Hasret öğretmen diyorlar. Allah senden razı olsun. Seni böyle gördük ya artık gam etmeyiz. Hasret de onlara; öyleyse gündöndü ekin diyor. Köylüler hep bir ağızdan; yapma Hasret, kuşlar yer diyor. Gözü çıksın bu kuşların! Bin tane, iki bin tane kuş. İki bin kuş, on bin olur, milyon olur. Sen bilmez misin, bak çok da okudun. Çok kitap eskittin altı yıl, çok kalem tükettin. Kuşlar çıt çıt yer, bize hiç bırakmazlar. Emeklerimiz boşa gider.
Kuşlar yesin Bektaş dede, diyor Hasret öğretmen. Kuşlar yesin. Yesin dursun. Tek bir kişi tek bir tarlaya ekerse tabii ki olmaz, tabii bitirirler. Ama birlik olup hepiniz ekerseniz o zaman bitiremezler. Çok gündöndü kuşlara da yeter, size de. Bektaş dede, sen bari yapma be dede! Sen bilmiş bir kişisin. Görmüş, geçirmişsin. Halimsin, Âlimsin, Selimsin. Filozof birisin.
Köylüler, domuzlar yer Hasret, diyorlar. Domuzlar doymak bilmez. Öyle doyumsuz yaratık ki onlar, hem de nankördürler. Doysa bile çekip gitmezler. Kırıp dökerler, yere serip ezerler. Pis kokularından tarlaya girilmez.
Bekleriz dede diyor öğretmen Hasret. Herkes tüfeğini alıp geceleri tarlasını bekler. Teneke çalıp gürültü yaparız, bağırırız. Korkuturuz, ürkütürüz. Korkudan bataklarından çıkamazlar. Kör karanlıklarda, ay aydınlıklarında köpek sesinden, insan sesinden dağlar inler. Cümle yabaniler neye uğradığını şaşırır da alıp başlarını uzak yerlere giderler.
Köylüler susuyor. Hasret, bağ dikin diyor o nlara. Bu köyde en iyi yetişen o değil mi? Hem toprağımız, hem de havamız bağcılık için çok uygun. Yaz boyunca bir damla su düşmese bile kurumazlar.
Oğlum, bizim bağlarımız var ya, diyor köylüler. Herkesin bir dönüm, iki dönüm bağı var zaten. Bize yetip artıyor bile. Yi yi bitmiyor. Ne bağı? Ne asması? Ne üzümü? Mesele üzümse alı var, akı var, moru var. Sarısı bile var. Tekirdağ’ın kokulusu, kınalı yapıncak, pamit, popaz karası, keçimemesi, hepisi de var. Yi yi bitmiyor. Şarap da yapıyoruz, pekmez de…
İyi işte diyor Hasret, ben de böyle söylüyorum zaten. Demek ki, bu üzüm bu memlekette oluyor. Olmuyor diyemezsiniz. Bağ diksek tilki yer, kirpi yer, tosbağalar yer. Bostan eksek hırsız çalar, karga deler. Gündöndü eksek kuşlar, karıncalar, domuzlar yer. Ee, ne olacak? Eksek olmaz, olsa bile bize kalmaz demekle ne olacak? Yazın yağmur yağmazmış, sarı sıcaklar yakarmış. Kışın don tutar ekinin boğazını sıkarmış. Burası yurdumuz Bektaş dede! Burada yaşamanın bir yolu, yaşarken kalkınmanın bir çaresi olmalı. Tarih buraları şarap tanrısının toprakları diye yazıyor. Bir zamanlar buraların dağı, taşı üzüm bağlarıyla doluymuş. Bağ aralarında ceylanlar geziyormuş. Şimdi bakıyoruz da şarap tanrısına adanmış bu topraklara ne olmuş? Uçsuz bucaksız o bağlar neden yok olmuş? Gelin, biz de bağcılık yapalım, gelin bu yoksulluktan kurtulalım. Eskisi gibi güz gelince bağ bozumları olsun. Ateşler yansın, kazanlar kaynasın. Belki ceylanlar geri gelmez, belki eskisi gibi bağ aralarında gezmez ama neden olmasın? Örümcek ağlı küf kokmuş mahzenlerde şarap fıçıları neden yıllanmasın? Arabalarla Karadeniz’e, Midye’ye, Istrancaların ötesine, Balkan ülkelerine, Avrupa içlerine, Rusya’ya neden taşınmasın? Enez’ye, Ege’ye, Ege’nin ötesine, Yunanistan’a, Arabistan’a…
Gülüşüp; ne çok üzüm oldu, ne çok üzüm oldu, yer gök üzüm doldu, deyorlar. Devlet baba bir de bakmış ki, “ooo, bu da ne böyle” demiş Ne çok üzüm, demiş. Hemen rahat yerinden kalkmış, bu üzüm memleketine şarap fabrikası yapmış. Vay bee! Ne çok şaraplar, ne çok şaraplar! Fıçı fıçı…
Olur mu olur, belli mi olur, diyor Hasret. Olursa fena mı olur?
Belli mi olur demekle iş mi olurmuş Hasret, diyor köylüler. Göle maya çalan birinin torunlarıyız tamam da çok iyi biliyoruz ki, göl maya tutmamış. Senin bu söylediklerin öyle bir şey… Hani, hökümet nerde? Hani devlet? Hani, fabrika nerde? Çok bağ yaptık, çok üzüm topladık tamam da sonra ne olacak? Bir sürü üzümü dereye mi atalım? Çürütelim mi? Sığırlar yese onlara veririz ama yemezler. Düşünmek kolay; söylemek ondan kolay… Aklın sınırı, dili kemiği yok ki. Biz henüz süt satmayı bile beceremiyoruz. Yoğurt yap, ekşimik yap, peynir yap… Süt çok mu geldi, bırak buzağı emsin. Kuzu emsin, oğlak emsin… Ateşler yansın, pekmezler kaynasınmış; kaynatmayan mı var?
Erik toplayıp satın, kızılcık, kır elması, ahlat, muşmula… Ne yok ki? Götürün pazarda satın.
Olur beyim! Acaba külosu kaç lira? Kasaba nerede? Öküz arabalarıyla tıngır mıngır gidelim, satalım. Bizler satmayı bilmeyiz Hasret, bilemeyiz çocuğum! Böyle şeyler bize ayıp gelir.
Hasret öğretmen, yapılabilecek işleri sayıp sıralayıp duruyor; o kadar çok ki, saymakla bitmiyor. Neler neler. Yeter ki istensin, yeter ki yapılsın. Onlar bir inanmış; bildikleri bir şey varsa o da olmaz. Dilde hep o; olmuyor, olmaz. Yağmur yağmaz, olmaz. Don olur, olmaz. Donda kökü kurur, kuraklık sapı kurutur. Kuş yer, kirpi yer, tilki yer, domuz yer, kurt yer, böcek yer; olmaz. Olsa bile para etmez. Çoğunu ne yapsınlar? Hem kendilerinin, hem de hayvanların emeğine yazık değil mi? Aslında Hasret’in anlattıkları hoşlarına gitmiyor değil. Hepsi güzel hayaller bunlar. Uçsuz bucaksız yeşil bağlar, salkım salkım üzümler… Şarap dolu fıçılar... Çukur boylarında, sulak çayırlarda uzun uzun kavaklar... Tarla boylarında ceviz ağaçları... Bahçelerine akan buz gibi kaynak suyu... Bentler, su dolu kanallar. Koyun sürüleri, sığır sürüleri. Modern ahırlar. Çok süt veren inekler ve uzun memeli cins keçiler… Aşılanmış ağaçlar ve arabalar dolusu meyveler ve cep dolusu paralar. Oh ne güzel! Meğer buralar cennetten bir yermiş de haberleri yokmuş!
Mitolojide, Trakya toprakları tanrılara adanmış topraklar olarak bilinir. Şarap tanrısı buralarda yaşamıştır. En büyük tanrı Zeus’un oğlu güç simgesi Herkül burada yaşamıştır. Kışları soğuk olduğu için kuzey rüzgârları tanrısı Poyraz’ın da buralarda oturduğuna inanılır.
Birgün gelecekten haber veren Midye kralının gözleri en büyük tanrı Zeus tarafından kör edilmiş. Çünkü ancak tanrıların bilebileceği geleceğe ait gizleri açığa çıkarma ahmaklığında bulunmuş. Bu vesile ile en büyük tanrı Zeus’un bile buraya geldiği ve zaman zaman buralarda yaşadığı bilinir.
Zeus, kör ettiği bu medyum kralı daha kötü cezalandırmak için büyücülerin eline bırakmış. Büyücüler, kadın yüzlü akbaba vücutlu yaratıklarmış. Kör krala akıl almaz işkenceler yapıyorlarmış. Daha sonra, Apollo’nun falcılığı öğrettiği bu ihtiyar kral açlıktan ve susuzluktan ölmek üzereyken Midye’de yaşayan ve buraya gemilerle gelmiş Argonot’lar tarafından kurtarılmış. O da kendisini kurtaranlara teşekkür etmek için Kafkasya eteklerindeki altın postun yolunu tarif etmiş.
Kulübeler sırtının berisindeki eskiden var olan bağlara ne olmuş? Şimdi oranın adı neden eski bağlık? Oysa efsanelerde anlatılan, tanrıların, kralların yaşadığı bu topraklar böyle olmamalıydı. Gerçi, savaşların, yıkımların, göçlerin, kaçışların yaşandığı da gerçek ama ne olursa olsun bazı şeylerin onarılması, yeniden yapılandırılması gerekmez mi? Bir zamanlar var olan bağlar şimdi neden yok? Ne olduklarını kimse bilmiyordu. Acaba Balkan harbi sonrasında Türkler gelip yerleştikten sonra bakmadılar da dağ mı oldu? Ya da savaştan kaçan Bulgarlar veya Yunanlılar giderken evleri, barkları yaktıkları gibi bağları da mı yakmışlardı? Öyle olsa bile buralar gene bağlık neden olmasın? Neden yeşil çayırın iki yanında dize dize bağlar, yeşil yapraklı asmalarda iri taneli salkımlar, içlerinde elmalar, armutlar, ayvalar, narlar olmasın?
Hasret öğretmenin anlattıklarına göre, bu köy başka bir köy olmuş. Toprağı başka toprak, otu başka ot, ekini başka ekin, ormanı başka bir orman. Dağlar ova olmuş, dereler nehir olmuş, her yer bağla dolmuş. Sihirli bir el değmiş de bu yerler cennetten bir yer olmuş. İnsanlar da fakirlikten kurtulup zengin olmuş. Ahmetçe, sevincinden uçuyordu. Lakin Hasret, söylüyor; herkes dinliyor ama tek Yahya durmadan vır vır ediyordu.
Hayalindeki Yahya, kadın yüzlü, akbaba vücutlu büyücülere benziyordu. Büyücü Yahya, kör Mustafa’nın kulağına eğilmiş; “bu da hayalcı çıktı Mustafa” diyor. “Vah vaah, boşuna okumuş, yazık! Bizim tertip de çocuğum okudu diye hindi gibi kabarıyor. Okuyup öğrtmen çıktı diye… Yazıık! Şimdi kesin anladım Mustafa, okumakla adam olunmaz. Hem de inandım, armut pişer dibine düşer. Babası ne ki dölü ne olsun? Öldür birini, yaşat ötekini. Baksana bir, babası gibi onun hayatı da hayal. Bir de okutacağı çocuğu düşün bunun! Yazık yazıık! Gör işte memleket kimlerin eline kalmış. Böylesinden kime hayır gelir?”
Hayalindeki kadın başlı, akbaba vücutlu Yahya, Hasret’e bağırıyordu; “sen de kimsin ulan?” diyordu. “Üç kuruşluk okudun diye kendini bir bok mu sanıyorsun? Dün sıçtığın daha kurumadı be! Gelmiş, bacak kadar boyun, kuş kadar beyninle koca koca adamlara akıl mı satıyorsun? Hem de ukalalık yapıyorsun, devlet okulunda şımartılmış dürzü! Senin bu dediklerin ancak Rusya’da olur. Hadi hadi sende, çek arabanı git; öğretmen misin, komünist mi her ne isen. Çokbilmişliğini gören biri de bir şey sanmasın seni. Rahmetli Menderes bu okulları boşuna kapamadı. Bu okullar komünist yuvasıdır diye boşuna demedi. Çünkü birgün başına ne geleceğini biliyordu. Al işte, tepe tepe kullan! Hayrını gör. Memleketin köküne kibrit çakacaklar. Hepsi komünist bunların! Bir olmuşlar, memlekete komünistlik gelsin istiyorlar. Dinden çıkıp ar, aya, kalmasın, kim kime dum duma olsun istiyorlar. Hadi hadi çocuk, beni daha fazla konuşturma! Şimdi jandarma gelir, alıp seni götürür de sonra görürsün ananın örekesini. Git çocuğum git, başka yere git! Başka memlekete mi, nereye istersen git.” diyordu.
Ahmetçe, hem konuşan Yahya’dan, hem de hiç konuşmayan köylülerden korkuyordu.
Ova toprağı verimli. Ova toprağı köylüsünü zengin etmiş. Ova toprağına insan eksen insan biter. Ova, uçsuz bucaksız bir düzlük. Ovalılar, öküzleri satıp traktör almışlar. Uçsuz bucaksız tarlalara giriyor, bacalarından dumanlar çıkarıp böğürerek dipsiz direksiz toprağı devirip altüst ediyorlar. Ovalılar, tarlasına bir sene buğday, bir sene de gündöndü ekiyor. Haziran geldiğinde bütün ova sarı yeşile kesiyor. Her yerde sarıçiçekli gündöndüler. Gökteki güneş gündöndü olup toprağın üstüne iniyor. Milyonlarca sarı güneş… Yerdeki güneşler sabahtan akşamlara kadar gökteki güneşi izliyor. Sarı sarı, milyonlarca…
Her sene gidiyordu. Sobalık odun, kirişlik ağaç, yaba, diğren, çoban sopası, kazma, kürek, keser sapı gibi şeyler götürüyordu. Götürdüklerini ova köylüsüne satıyor, dönüşte kazandığı parayla kasabadan alış veriş yapıyor, aldıklarını arabasına doldurup dağlardaki köyüne dönüyordu. Her seferinde ovanın bereketli topraklarına hayran kalıyordu. Ekinlerin gürlüğü, pancarın, mısırın yeşilliği, gündöndü çiçeklerinin sarılığı yüreğinin yağlarını eritiyordu. Her dönüşünde de ovanın güzelliğini köylüsüne anlatıyor; “biz de gündöndü ekelim komşular” diyordu. Her seferinde böyle diyor, her seferinde de kimseyi ikna edemiyor, umutları gelecek bahara kalıyordu.
Ahmetçe, ne zamandır gündöndüyle yatıp gündöndüyle kalkıyordu. Bu sene çok yalvardı gene. Mutlu’yla konuştu, Ramazan’la, Rüstem’le, Sedat’la, Veli’yle, herkesle konuştu. “Birlik olalım” dedi. “Düzorman yakasının tümünü gündöndüyle dolduralım” dedi. Onlar sa, “vazgeç bu sevdadan Velioğlu” dediler. “Bu topraklarda olmaz. Bilmezisin bu çiçek evvelden ekildi, denendi, olmadığı görülünce de vazgeçildi. Olduğu zamanlarda ise kuşlar yedi, domuzlar yedi…”
Neden sonradır ki Ahmetçe, hayal dünyasından çıkıp gerçek dünyaya döndü. Gerçek olan evleri, bahçeleri, yolları gördü. Cam dibindeki dereyi, viran ahşap köprüyü, köprübaşındaki ulu selviyi, tepelerindeki serçeleri gördü. Ötede meydan, meydanda çeşme, çalı çırpıdan avlular, koca ceviz, dalları tomurcuklanmış söğütleri gördü. Yeşil bağlar ve sarıçiçekli gündöndüler hayalinden silinip gitti. Askerlik arkadaşı ocaklıktaydı. Ama kadın yüzlü akbaba vücutlu büyücüler gibi değil normal insan gibiydi. Usulca kalkıp yanına gitti. Cebinden bozukluk çıkarıp çay parası verirken; “eveet, tertip…” dedi.
“Eveeet, ne?” dedi Yahya.
Ahmetçe:
“Bu yıl gündöndü ekelim mi?”
Yahya, çuk çuk çuk yapıp dişlerini sıkarak; “ööf ulan, sıktın ama!” dedi “tövbe tövbe! Ne diyon oğlum sen, kavayı mı sıyırdın? Gündendi gündendi deyip durmandan bıktım. İçimde gündendi çıktı ulan, siktirme şindi gündendisini de savış git! Çekil başımdan. Allahım ya Rabbim...”
Ahmetçe:
“Alacağınız olsun! Bu son teklifimdi size. Bundan sonra size gündendi deyen ne olsun. Artık kimseye gündendi de demen, selam da vermen. Size meraba deyen gâvur olsun. Siz de demeyin. O gadar dil döktüm, o gadar yalvardım, üle olsun bakalım. Siz bildiğiniz yoldan gidin, ben de kendi bildiğim yoldan. Bundan sonra... Küstüm ulan size! Başka da sözüm yok.”
Kahveden bir hışımla çıktı. Ellerini cebine soktu, başını eğdi, şapkasını alnınına indirdi; içi buruk şekilde evin yolunu tuttu. Üstünden geçerken her adım atışında köprünün eskimiş ağaçları yağsız menteşeli kapılar gibi gıcırdayıp aşağı yukarı yaylandılar. Çeşme yalakları yanından geçip yamaç yolu tırmandı.
Günleredir bir gündöndü saplantısı içindeydi ki, aklından çıkmak bilmiyordu. Sarıçiçekli ay çiçekleri… Yeryüzünde binlerce… Yere inmiş sarı güneşler gibi... Binlerce… Düzorman yakasındaki tarlasında sarı sarı. Yüzlerini güneşe dönmüşler… Güneş nereye, onlar oraya. Yer, gök sarı sarı…
Yel sarı, hava sarı ve sonrasında sarıçiçeklerini döken kafalar kara tanelerle doluyor. Taneler yağ doluyor. Ağırlaşıp başlarını yere eğiyorlar. İri taneli kafalar laf dinlemeyen koca kafalı köylülerin yağlarını eritiyor, pis kokulu domuzların, fındık yürekli kuşların da düşlerini süslüyor.
Ahmetçe, inadım inat diyordu. Bu sene gündöndü ekecekti ve olur muymuş, olmaz mıymış herkes de görecekti. “Kuşlar, garımcalar yirmiş, domuzlar yirmiş! Olmazmış ha, görsünler bakalım…”
Harmanın içi tepe tepe gündöndü kalpaklarıyla doluyor. Ahmetçe, gene hayal dünyasında geziyordu. Olmuş kalpakları kısa sopalarla dövüp taneleri ayırıyorlar. Kara taneleri harmana serip güz güneşinde kurutuyorlar. Kuruyunca orta yere toplayıp gündöndüden tepe yapıyorlar. Tahta küreklerle savurup çerinden, çöpünden temizlenen taneleri çuvallara dolduruyorlar. Çuvallar dolusu gündöndüyü arabaya yüklüyorlar, sonra öküzleri koşup kasabadaki Ahmet Ziya’nın yağhanesine götürüyorlar. Yağhanenin içi kavrulmuş gündöndü, süzülmüş yağ kokuyor ki, bu kavruk kokuyla mest oluyorlar. İşçiler, gelip onların gündöndüsünü de boşaltıp değirmene taşıyor. Isıtıyorlar, soyuyorlar, kavuruyorlar, ezip yağını çıkarıyorlar. Ahmetçe, gözlerini kırpmadan kurnadan sarı sarı akan yağa bakıyor. Karısı Beyice de dikilmiş yanında, ikisinin gözleri de gülüyor, ikisi de sevinç selinde yüzüyor.
“Amet agaa!” diyor, ağzını uzatarak ter içindeki bir işçi. “bu yağ size bir sene yeter artık. Beş teneke oldu.”
Ahmetçe:
“Beycee,” diyor karısına, “ ne diyon gız, yeter mi?”
Beyice:
“Yeter yetmesine de… Bi teneki daa süzseler.” Diyor. “Yinenle yanana dağlar dayanmıyo adamım. Çok olsun da az olmasın. Yedi kişiyiz, yedimiz de çekirge gibiyiz. Gara garımcalar gibi. Yaz bitti, gitti. Hem belli mi olur; gızlar büyüdü. Yaşları gelip kemale erdi kayrı. Yuvadan uçup gitmek isterler. Seval’ın kısmeti çıkarsa veriz de davullu zurnalı cümbüşle gider.”
Ahmetçe:
“Ne diyon Beyce, yağlı güleşe mi gidecek Seval?”
Beyice:
“Düğün diyom, düğün! Düğün dediğin kalle, keşkek ister. Pilav ister, çorba ister. Onlar da yağ ister. Sen bi teneki daha süzüver kardeş.” diyor işçiye.
İşçi:
“Aga,” diyor Ahmetçeye. “altı teneke olsun, ingemin düğünü var anlaşılan.”
Ahmetçe:
“Süz ulan,” diyor işçiye. “altı teneki olsun anasını satayım. Nası olsa kendi malımız, para mı saydık. Kışın boyu uzun, belki düğün bile yapabiliriz, hiç belli olmaz.”
Güneş ısıtmış, çiy kalkmıştı. Eve vardığında karısı Beyice, bir o yana, bir bu yana koşturup duruyordu. İnekleri sağmış, buzağıları emzirmiş, sütü tencereye döküp pişsin diye peçkanın kızgın tuncuna koymuş, akşamdan mayalanmış kaymaklı yoğurdu yayığa doldurmuş, tavukları salıp yelmemiş; şimdi bakraç omzunda çeşmeye gidiyordu.
Ahmetçe, avluya gelince sırtını ahlatın yaşlı gövdesine verip oturdu. Ev önleri yeşillenmişti. Mor zambaklar, turuncu kocagötlüler, sardunyalar, menekşeler, daha bir sürü çiçek renk renk açmışlardı. Çalışkan bir arı, birinin üstünde bal arıyor, narin bir kelebek başka birinin üstünde uçuyor, ince bir yel de rengârenk kelebeğin tülden kanatlarını titretiyordu. Ağaca iyice yaslandı, başını kaldırıp köy üstlerine, köyden ötelere bakındı. Bozca dallarına, dua pınar sırtına ve ötesindeki sıra kayalar yanlarına. Sonra sudan gelen karısını gördü. Dolu bakırlarla dik yokuşu zor çıkıyordu.
“Gızlar nerde acanım?” dedi ona, “kalkmadılar mı daa?”
Beyice:
“Öldüm öldüm!” deyip sızlandı. “Bu yamaç bi gün öldürecek beni. Kalbim duracak, canım oracıkta çıkacak. Geri kavalı domuzun muğtarı! Hazır makineler gelmişti. Devletin ayağımıza gelmiş adamlarını sinek kovar gibi elinin tersiyle kovdu. Gaynak suyu ağırmış, acıymış, içilmezmiş! Bizim oluk oluk akan datlı suyumuz varmış! Sen içme hayvanlar içsin domuz! Sen sulanma bahçeler sulansın. Sanki hayvanlar da bu su acıdır demiş, sanki domatizler, büberler de acıdır acıdır demiş! Hadi deyelim muğtar salak, herkes mi salak? Bi Allahın kulu çıkıp da demez mi, yapma muğtar? Yanlış yapıyon. Varsın acı olsun, varsın ağır olsun. Buz gibi su, yazıktır, adamlar gelmiş geri gitmesin. Makineleri var, gazıp boruları döşesin, bu suyu küğümüze getirsin. Akılsız muğtar! Bu yamaç beni öldürecek, öldürecek! Tavuğuna su, bızasına su, itine, enceğene, gızına, gızanına, ekmeğine, yemeğine, yeleğine su. Bıktım, usandım! Kalktılar…” dedi sonra. “Hasret okula gitti. Seval yayık düğecek, Kevser sığırları götürdü, Sevdiye de hastalanmış, yatıyo...”
Ahmetçe:
“Nesi varmış Sevdiye’nin?”
Beyice:
“Başım diyo, başını sıkıp yatıyo. Kalkınca da ağlıyo. Ne desem gızıp alınıyo. Laf edemez oldum. Git başımdan diyo da başka bişey demiyo. Anlamadım derdi ne. Götürüp Üsküp hocasına da göstermedik. Nazar mı oldu, büyüye mi tutuldu anlamadım. Sen de düştün bi gündendi peşine…”
Ahmetçe, böyle yanıp yakınan, abuk subuk konuşan karısına kızdı; “şu bakırları eve götür kadın!” dedi sertçe. “Bacakların tir tir… Başımda titrek titrek dikildikçe burda ben yamıldım. O gıza da süle, gelirsem bacaklarını kırarın. Kalkıp bi işin ucundan tutsun. Daa abası duruken birini mi sevdi kaltak? Aklını başına alsın, kendini şaşırmasın! Bu yaz işimiz çok. Kış bitti, yatmak bitti…”
Beyice:
“Ne halin varsa gör.” deyip eve doğru gitti. Yapacak bir sürü işi vardı.
Arka bahçenin güney yanını güvemlik sarmış; işe oradan başlamalıydı. Baltayı alıp bir güzel biledi. Bahçe çayırına yayılmış güvem piçlerini tek tek kesip avlu üstlerine taşıdı. Güvem işi bitirince baltayı bırakıp ambara gitti; çapa alıp geri geldi. Çayırda ne kadar labada varsa kök kök söküp dikenlik dibine attı. Böyle aç açına öğleye kadar çalıştı. Öğle olmak üzereydi ki, elinde bir tasla Beyice geldi. Kocasına:
“Süt duğraması getirdim.” dedi.
Baharın sıcaklığı kışın hamlığıyla bir olmuş, azıcık iş yapayım diyeni kan ter içinde bırakıyordu. Ahmetçe de öyleydi. Şapkasını çıkarıp terini silerken; “ya Bismilla deyip işe başladım Beyce,” dedi karısına, “yata yata iyicene hamlamışım ha! Şu halime baksana bi!”
Beyice:
“Otur biraz.” dedi ona, “Hem duğramadan kaşıkla, hem de dinlen bi yandan.”
Ahmetçe:
“Sevdiye kalktı mı?” dedi.
Beyice:
“Kalktı.”
Ahmetçe:
“Başı geçmiş mi?”
Beyce:
“Geçmiş.”
Ahmetçe:
“İyi.” dedi, “İşler başladı artık. Golu, bacağı, başı, kıçı ağrıyan gamlasın. Hasret ortaokula gidecek; bu yaz çok çalışıp çok gazanmalıyız. Öküzler, kış boyun yiyip yattılar, kalkıp sıçtılar; bokluk tepeleme dolu. Yarın ilk işimiz bu olacak…”
Ahmetçe ile Beyice’nin üçü kız, biri oğlan, dört çocukları vardı. Seval on dokuz, Sevdiye on yedi, Kevser on üç yaşındaydı. Hasret, evin en küçüğüydü ve tek oğluydu. Evdekilere göre Hasret’in başında bir cini vardı, adı da Kerim’di. Cin Kerim; “ne biçim adın var ulan; Hasret diye ad mı olurmuş? Ne boktan bir ad! Hem, sen erkek misin kız mısın belli değil oğlum!” deyip onunla dalga geçiyordu. Hasret’se; “üç gız sıra sıra, dördüncüye ben olmuşum.” Diyordu. “Araya araya zor bulmuşlar. Bu yüzden adım Hasret, bunda ne var salak!”
Cin Kerim, Kevser’le hiç geçinemiyor, Hacer neneyi ise çok seviyordu. Bundan mıdır ne, Hasret, Kevser’le hep didişiyor, nenesiyle çok iyi geçiniyordu. Nenesiyle geziyor, nenesiyle sohbet ediyor, geceleri bile nenesiyle yatıyordu. Uyumazdan önce anlattığı masalları, hikâyeleri, öğütleri dinliyor, dinlerken uykusu geliyor, sonra da gözlerini yumup uyuyordu. Daha altı yaşındayken bir dua öğretmişti ona, adı uyku duasıydı. Her gece uyumazdan önce onu okuyordu. Duğaya, “yattım sağıma, döndüm soluma…” diye başlayınca bir de bakıyordu ki, döşeğe girdiği gibi duanın kuralını unutup soluna yatmış; o zaman hemen sağ tarafına dönüyor, sanki yeni yatmış gibi tekrar sağından soluna dönüyor, “yetmiş iki melek yoldaş olsun yanıma…” diye devam ediyordu. Tam burada duayı kesip “nene, yetmiş iki tane melek mi var?” diye soruyor, nenesi de ona; “sen duayı bitir bakalım.” diyordu. Sonrasında; “yattım Allah kaldır beni, can bedende uyandır beni…” diye devam ediyordu.
Hacer nenesi; “insanların bi bedeni vardır gızanım,” diyordu ona. “Bedenin içinde bi de canı vardır. Can bi nefestir, her an uçup gidebilir. Can, uçup göklere giderse cansız bedenin içi boş bi kütükten farkı galmaz. İnsan, bi vardır, bi yoktur. Akşam yatar, saba kalkmaz! Yani, yaşam denen şey bu gadar golay, bi o gadar da zordur. Can, bedeninden hem zor çıkar, hem de çok golay çıkar. Bu duayı bu yüzden üğrettim. Bi vakit unutma; uyumazdan önce hep oku. Yüz yaşına gelsen bile gene oku. Yaşarken de canının gıymatını bil. Canı taşıyan fedakâr bedeninin gıymatını bil. Bu dünyanın gıymatını bil ama öbür dünyanın da var olduğunu bil…”
Bir gün çok kar yağmıştı. Çok soğuk olmuş, dereler hep buz tutmuştu. O gün sabahtan akşama kadar karda gezmiş, kızak kaymış, buzda topaç çevirmiş ama oyuna doymak bilmemişti. Ayakları ıslanmış, parmakları buruşmuş, ıslak paçaları buz tutmuş, eli, yüzü kırmızı olup uyuşmuştu. Ta ki akşam olup karanlık çökünce eve ancak gelebilmişti. Koca nenesi ateşlik başında bağdaş kurup oturmuş korda pişirdiği köpüklü kahvesini içiyordu. O zaman Hasret’e çok kızmıştı. Yüzüne sinirli sinirli bakıp; “otur ısın bakalım,” demişti ona, “ısınabilirsen! Ben ne anlattım, sen ne anladın? Ne dinlemişin, ne de kavana yazmışın. Büğün ne yaptın bakalım sen? Oyun mu oynadın? Büle oyun olmaz. Şüle bi bak kendine! Bi bak, düşün bakalım! Tam bi irezil. Bu gadar üşümeye bu beden dayanır mı? Akşama daa hastalanacaksın. Sabaa galmaz. Hastalandığın gibi ateşler basacak, her yerin cayır cayır yanacak. Görüyon mu; şu odunların yandığı gibi. Cayır cayır yanan bedende bu can duru mu sanırsın? Bak odunlara! Yana yana gızıl kor olmuşlar. Ne suyu, ne de bi yudum eti galmış mı? Var mı? Bak, bak, iyi bak!
Hasret:
“Galmamış.”
Hacer nine:
“Galmamış ya! Galmaz tabii. Çünkü ateş her şeyi yakar. Yakıp kor yapar. Kor sönünce de külleri galır. Bi oyun yüzünden üşüdün, üşüyünce de hastalandın. Datlı canın da, hastanmış, ateşler içinde galmış ve de işe yaramaz olmuş bedenini bırakıp gitti… Şindi ne olacak? Hadi süle bakalım?”
Hasret:
“Yani, ölür müyün?”
Hacer nine:
“Öldün bile… Can bi nefesti ya hani, uçup göklere gitti. Uçup gidince kurtuldun mu? Yok, kurtuluş gene yok. Çünkü beden ölür ama ruh ölmez. Kıyamet günü gelip mahşer yeri gurulduğunda bu can bu bedene yaptıkları için nası hesap verecek? Sorgucu meleği karşına geçip de, hey Hasret’in canı deye seslenip, süle bakalım fani dünyadayken seni taşıyan bedenini neden korumadın, neden iyi bakmadın deye sorduğu zaman ne cevap verecen?” demişti.
Cin Kerim bile; “duy oğlum duy, neneni iyi dinle!” deyip “öküz gibi salakçasına oyun olmaz. Oyunun da sınırı olmalı. Git üstünü değiştir, sonra gel ısın. Hasta olup ölürsen kiminle gezerim ben?” diye devam etmişti.
Hasret’in nenesi çok biliyordu ama zararlı olduğunu bilmezmiş gibi hem kahve, hem de sigara içiyordu. Cin Kerim, neneyi seviyordu da bu huyunu hiç sevmiyordu.
Ahmetçe, çok iş var, çok diyordu içinden. İşler olur da… Zaten hep yaptıkları işlerdi bunlar. Olur, olmasına da bu gündöndü işi nasıl olacak? Köyden kimseyi ikna edemediği için tek başına kalmıştı. Bütün köylüye kızgındı bu sebepten. Dağ köyünde gündöndü olmazmış; lafa bak! O, gündöndüyü ovada görmüş de burayı da ova mı sanırmış; lafa bak! Ovada kurt yokmuş, kuş yokmuş, domuz yokmuş. Ova toprağının dibi direği yokmuş. Ova toprağı verimliymiş. Burası öyle mi? Yarısı kum, çakıl, yarısı toprak. Böyle toprakta gündöndü mü olurmuş! Aah ulan ah deyip babasına kızıyor, ovayı bırakıp neden buraya geldiler diye yatıp kalkıp sitemler ediyordu.
Osman ağa:
“Heey küğlü!” diye seslenmiş, ovada yaşayan şimdiki Meşeköy’lülere. Kollarını kartal kanadı gibi iki yana açmış; “heey komşular!”
Bulgaristan’daki köylerinde nasıl yaşadıklarını, daha sonra dirlik düzenliğin nasıl bozulduğunu, yurtlarını nasıl bırakıp kaçtıklarını, kaçarken ne zorluklar çektiklerini, nerelerden geçip nerelere gittiklerini, bu köye nasıl yerleştiklerini anlatıp duruyordu.
“Urus gâvurundan, Bulgar gâvurundan kaçtık.” diyordu. “Bin dokuz yüz on ikide… Bize dediler ki, hiç durmayın, kaçın! Bulgar çeteleri küğleri basıyo, eşiktekini, beşiktekini, genç, yaşlı, garı, gızan demeden kesip öldürüyo. Neneleri, dedeleri ipe dizip kurşuna diziyo. Bebeleri süngüleyip deliyo, garıların, gızların ırzına geçiyo. Gan, gözyaşı, feryat, figan. Tam bi mezalim. Yaşanacak gibi gibi diil. Goca imparatorluk çökmüş. Devşirme padişahlarda damla Türk ganı yok, hepisi gâvur soyu olmuş. Zevke, sefaya düşüp kendini de devleti de unutmuş. Bunu gören gâvur duru mu? Balkanlarda kim varsa, Urusu arkasına alıp baş kaldırdı. Çöktüler üstümüze aç gurtlar gibi. Goca imparatorluk çöktü, beş yüz yıllık hükümranlık da bitti, Balkanlar elden gitti. Üç ciğersiz Bulgar, aç akbabalar gibi üstümüze yörüdü. Bize dediler ki; kalkın, mandanızı, öküzünüzü, atınızı, eşeğinizi koşun, dingilleri yağlayıp kaçın. Bulgar ordusu Çatalca’ya gitmiş. Çak İstanbul’un dibine. Osmanlı ordusu bozulmuş. Onları belki orada bile tutamazmış. Bize dediler; üle bi kaçın ki, büyük suyu geçip ta karşıya gidin. Yağmır demedik, çamır demedik, yayan yapıldak, aç, susuz günlerce gittik. Ta büyük suyun ötesine geçtik. Yollarda ölüp galanlarımız oldu. Bi gittik ki, Bursa yanlarında bi küğe gittik. Burda durun kayrı dediler. Durduk. Döşeğimizi, yorganımızı, pılımızı, pırtımızı indirdik. Küçükler tirim tirim titredi. Aş yoktu, ateş yoktu, açıktaydık. Güz bitiyo kış geliyo. Kendimize ottan, sazdan barınaklar yaptık. Goca kış golibada nası geçer? Geçti işte. Kış üle büle geçti ama yaz kıştan beterdi. Daa yaz gelmeden sivrisinekler geldi. Sıtmalandık. Sıtma beter bi dertti ki, insanı öldürüp bitiriyo. Herkes, ölüyom ölüyom deyip titredi. Bu şekilde yaşanmaz dedik. Biz Güllük Vadisinin yamaçlarından gelmiştik…”
Hacer:
“Gidelim Velii, gidelim!” diyor, kocasına yalvarıyordu. “Gidelim Velii! Ha goca Veli! Bu sıtma hepimizi öldürecek...”
Balkan harbi bitmişti. Onlara, savaş bitti mütareke oldu dediler. Bursa yakınlarındaki sivrisinekli, sıtmalı köyü bıraktılar, öküzleri arabalara koşup gene yollara düştüler. Büyük suyu geçip tekrar Trakya topraklarına geldiler. Nereye gittiklerini bilmiyorlardı. Bir istikamet tutmuş öyle gidiyorlar; niyetleri kendi yurtlarına dönmekti. Gide gide büyük bir ovaya vardılar. Burası Ergene ovasıydı. Uçsuz bucaksız bir ova. Uzun saplı, iri başaklı ekinler vardı. İri kafalı gündöndüler, iki koçanlı mısırlar, labada yapraklı pancarlar, bahçeler, bağlar bostanlar vardı. Ovanın seyrine doyum olmuyordu ama uçsuz bucaksız ki, git git bitmiyordu. Babaeski yakınlarında bir yerde durdular. Köy kenarındaki çeşmede hayvanlarını suladılar. Burada biraz mola verip dinlenecek, sonra yeniden yollara düşeceklerdi.
Ova köylüsü:
“Selam’ın aleyküm!” dedi, “hoş geldiniz, hoş geldiniz…”
Muhacirler:
“Aleyküm selam. Hoş bulduk, hoş bulduk.” dediler.
Ova köylüsü:
“Nerden gelir, nereye gidersiniz? Aç mısınız, tok musunuz? Hele bi deyin bakalım!”
Savaşların, kırımların, açlıkların, hastalıkların perişanlık içinde sonu gelmez kaçışların yaşandığı yıllardı.
Muhacirler:
“Hem aç, hem susuz, hem de yorgunuz.” dediler.
Ova köylüsü:
“Burada eylenin biraz.” dedi, “Bulgar köpeği kaçıp gitti. Eniği, enceği, kartı, genc; itini kedisini yanına katıp gitti. Cehennemin dibine gitsinler. Yemek yediği kaba sıçan köpekler! Ben şimdi köye haber salarım, size yiyecek getirirler.”
Ali onbaşı:
“Güllük Vadisinden geldik…” dedi, ova köylüsüne. “Yenişar bizim küğümüzdü. Eski Zağra’da. Kızanlık’la Çırpan arasında. Orda beş yüz sene yaşadık. Türk, Bulgar, Boşnak, Pomak karışık… Urus gelince düzen bozuldu…”
Ova köylüsü:
“Burası Çengelli,” dedi. “Çok meşakkat çekmiş, çok yorulmuşsunuz siz.”
Osman ağa:
“Sen bu halimize bakma.” dedi. “Büle diğildik biz. Üç yüz küçükbaşım vardı; memlekette galdı. Goca Veli’nin yirmi, Ali onbaşının da bi o gadar büyük başı vardı. Tarlamız, bağımız, bahçemiz, bostanımız vardı. Evimiz, ahırımız, ambarımız vardı. Herkesin her şeyi vardı ama hepisi gâvura galdı. İkişer öküz alıp kaçtık. Öküzü ölen de yollarda galdı…”
Ali onbaşı:
“Hey Çengelli köylüsü, bize adını demedin...”
Ova köylüsü:
“Adım Halil.” Dedi. “Ama bana kale derler. Neden mi kale? Sorma, bi gün anlatırım. Sizin yurdumuz dediğiniz yer çok uzak, bu halinizle oraya gidemezsiniz. Burada kalın. Ne kadar gâvur varsa kaçıp gitti, şimdi evleri boş. Tarla, toprak, otlak çoktur burada. Gâvurun sabanı, pulluğu, tırmığı, çapası, kazması kaldı. Öküzünüz var, eşeğiniz var, mandanız var; ekin, biçin. Yenişar dediğiniz yer çok uzak. Hem uzak, hem de şimdi orası Bulgaristan sınırları içinde kaldı.”
Daha bir adım bile gidecek halleri yoktu, kalıp yerleşmeye karar verdiler. Çengelli köylüleri onlara çok iyi davrandı. Ekmeğini, yemeğini paylaştı, her türlü yardımı yaptı. Elinden geleni esirgemedi. Boş evlere yerleşmelerine, tarlaları pay etmelerine yardımcı oldular. Oraya yerleşip ekip biçtiler. Aç kalmadılar, susuz kalmadılar, evsiz, barksız, çiftsiz, sabansız kalmadılar ama bu ova köyünü bir türlü sevemediler. İki yıl zor durabildiler. Onlara göre ova denen yerde dibine işenecek diken, kıçını silecek bir yaprak yoktu. Yüzyıllar boyu dağ eteklerinde yaşamışlar; gül dikmişler, gül dermişlerdi. Güllük vadisinin Yenişar köylüsü Osman Ağa, bir gün başını dikti, elini savurdu, yeri tekmeledi; “sikerin ulan büle küğü!” gibisinden sövdü, saydı. Kışın gündöndü sopası yakmak zoruna gidiyordu. Koca Balkan yamasındaki köyünü çok özlemişti. Gül kokusu, kekikli dağ kokusu burnunda tütüyordu.
Bir gün Çengelli köyüne bir Balkan köylüsü geldi. Baltayla yontulmuş bir araba dolusu meşe kerestesi getirmişti. Ovada bir balkan köylüsünü görünce koşup yanına gittiler ve onu hemen tanıdılar. Bu, Aşağıyenişar köyünden kenar Kamil’in oğlu Kadir’di. Onu gördüklerine çok sevindiler. Hoş, beş ettiler, dertleştiler. Aşağıyenişarlılar oradan on beş sene önce göçüp gitmişlerdi. Göçtükten sonra onlardan bir daha haber alamamış, nereye gittiklerini, nereye yerleştiklerini öğrenememişlerdi.
“Biz,”dedi, Kadir, “Kapaklı Köyüne yerleştik. Şindi ordayız. İşimiz de ıraatımız da iyi şükür. Sığırımız var, davarımız var. Ormanımız var, olağımız var. Ekiyoz, biçiyoz; geçinip gidiyoz…”
Osman ağanın içini tarifsiz sevinçler sarmıştı. Sarılıp sarılıp Kadir’i öpüyor, boyuna; “Anlat adamım, anlat.” diyordu, “Sen anlat, biz dinleyelim. Daa daa ne var, ne yok? Anlat anlat… Buban nasıl, sağ mı? Falanca nasıl, filanca nasıl, anlat. Biz,” diyordu, “iki senedir bu küğdeyiz. Goca goca iki sene mına goyum! Bi türlü alışamadık. İçimize yatışmadı ba Kadir. Ulan goca dünyada bi çalı olmaz mı; yok! Bu yaşımda gündendi sopası yakmak zoruma gidiyo beya! Çöl bi yer ki, başı, ucu yok. Üç keçi salsan kıra, koparıp yutacağı bi tiken yaprağı yok. Sürünün başına bi çoban olsan, bırak gurdu, önüne bi köpek çıksa ürküteceğin bi sopan yok. Ulan, ne biçim bi dünya, anlamadım gitti. Hani diyoz… Kalkıp gitsek… Sizin oralarda bize de bi yurt yok mudur? Bilemiyoz ki, ne ildesiniz?”
Kenar Kamil’in oğlu:
“Osman aga,” diyordu ona, “ben anladım; yüreğin buruk, gönlün kırık senin. Biriniz benle gelsin, keşifte bulunsun. Berimizde bi küğ vardı; Bulgar kaçarken evleri, damları, samanlıkları yakıp gitti. Hoşunuza giderse oraya yerleşirsiniz. Bize çok yakın. Bulgaristan’daki gibi yakın yakın oluruz gene.”
Ahmetçe, o gece erken yattı. Erken yatması uykusunun geldiğinden değil canının sıkkın olduğundandı. Düşüne düşüne başına ağrılar girmişti. Yastık sertleştikçe sertleşti, bir türlü uyuyamadı. Uyuyamadıkça kötü oldu. Bir sağa, bir sola döndü durdu. Döne dene deli oldu. Karısı kıpırtısına kızıp kalktı, küçük kızı Kevser’in yanına gitti. Beyice gidince o da kalkıp dışarı çıktı. Aylı gece gündüz gibiydi. Her şeyin gölgesi vardı. Merdivene oturup sırtını duvara dayadı. Dereden beriye esen bir yel vardı ve taşlar serinlemişti. Sigara yakıp içti. Sigara bitince gene içeri girdi. Yatağa girip yorganı çekti, gözlerini yumup uyumaya çalıştı. Bir türlü uyuyamıyordu. Gene sağa döndü, sola döndü. Sabah erken kalkacak, arabayı hazırlayıp öküzleri koşacak; göksu pınarı yanındaki bostan yerine, dere boyundaki bahçeye gübre çekecekti. Çok işi vardı. Lakin gündöndü işine öyle takmıştı ki, bu düşünceden bir türlü kurtulamıyordu. Kendi içinde, sıra sıra bir sürü işle, birlik olmayan köylüsüyle cebelleşip durdu. Kalkıp gene dışarıya çıktı. Merdivende oturup gene sigara içti. Gene girip gene yattı. Böyle içeri dışarı derken nasıl uyuduğunu bilemedi. Uyuyabildiği zaman tan yerleri ağarmış, horozlar ötüyorlardı. Tabii kalkmadı. Beyice, tam üç kere başına geldi. Sonunda karısına kızıp bağırdı:
“Git başımdan, hastayın!”
Beyice:
“Goca gün kırda durdun.” dedi. “Güneş çarptı tabii. Şindi yorgan döşek yat, işler beklesin...”
Ahmetçe:
“Başıma dikilip dır dır edip durma!” dedi, “Git, öküzlere bak. Önlerine ot dök. İyice doyunsunlar. Üğleye duğru kalkarın ben. Dişliyi bul, kürekleri bul. Bokluk yanına götür. Kalkınca başlarız…”
Öküzlerin birisi Macar’dı. Macar olan ak tüylü, ak gözlü, öteki gök tüylü ve karagözdü. Ona Moçka adını vermişlerdi. Hasret, bunun adını karagöz koyalım, deyip diyordu. Babası, olmaz oğlum, demişti. Karagöz adında çok hayvan var küğde. Moçka koyalım ki özel olsun. Hem goca bi öküze koyunmuş gibi karagöz adı yakışır mı? En iyisi Moçka…
Gök tüylü moçka danayı arabanın sağına koşup öküz yaptılar. Macar gözlü olana da Toska adını verip ona eş yaptılar. Köy yerinde öküz demek her şey demekti. Öküzün varsa her işini yapabilirsin. Onlar arabayı çeker, arabayla yük çekersin. Pulluğu çekerler, pulluk toprağı sürer. Döveni çekerler, dövenler harman döver. Öküzsüz hiçbir şey olmaz. Öküzün varsa traktörün var demektir. Yoksa boyunduruğun düşmüştür ki, o vakit belin bükülmüştür. Bu yüzden Ahmetçe, öküzlerine canı gibi bakıyor, tımarını iyi yapıyordu.
Bir gün danalar büyümüş, başlarını boyunduruğa sokup öküz olmuşlardı ya Ahmetçe o zaman karısına; “şindi goca öküzleri satalım Beyce,” demişti. “Parasıyla sarı lira alalım.” Beyice, çok sevinmiş, çocuklar gibi tepinip zıp zıp etmişti. “Üç tanesini üç gıza takarız.” Demişti, “gocaya giderlerken… Ötekiler Hasret’in olur. Daa küçük o, geç mi galdın deme sakın! Zaman çabıcak geçer de insana dünmüş gibi gelir. Daa dünmüş gibi… Bi bakmışın ki büyümüş, sırık gibi oluvermiş. O zaman vay anasını daa dün emekliyodu ne çabık büyümüş deyip şaşırısın. Bundan kayrı biz geri, onlar ileri. Kanunu büle. Elin gızı istendiğinde nazlı olur. Bi dolak sarı lira isterin der. İster mi ister. Beşibiyerde ister. Gerdanlık ister. Bilezik ister. Yatak ister, yorgan ister. Yapağı, yün. Çanak, çömlek, üst, baş ister. İster oğlu ister. Para yok deyemezsin. Usul usul hazırlanmak, üç beş kenara komak ilazım.”
Genç öküzleri koşup arabayı ahır yanına çektiler. Seval, lastik ayakkabılarını, eski urbalarını giyinip gelmişti. Beyice de, Ahmetçe de eskilerini giyinip kendilerini hazır etmişlerdi. İşe üç elden sarılıp arabayı çabuk doldurdular. Sonra Seval öküzleri yedekledi, Ahmetçe de deh dedi. İlk arabayı göksu yanındaki bostan yerine götürüp boşalttılar, yarım saat içinde geri geldiler. Arabayı gene doldurup gene gittiler; gene bostan yerine boşaltıp geldiler. Tekrar gittiklerinde Bektaş dede gelmişti. Kevser, iki fincan kahve yapıp getirdi. Bektaş dede kahve içerken anlatıyordu; “hani bi hikâye vardı…” diyor, Kevser de çökmüş yanlarına onları dinliyordu. “Eskiden... Garımcayla cırcır böceği hikâyesi… Bilir misin Kevser? Hani sıcaklar bastırmış, yer, gök cayır cayır yanarmış. Otlar gurumuş, ekinler olmuş, yelin bi yudum esmediği, çalının kıpırdamadığı bi sıcak. Garımcalar otluktan ot tuğumu, anızlıktan ekin tanesi toplayıp yuvalarına kışlık taşıyo; bıkmadan, usanmadan. Sakla samanı gelir zamanı deye. Bi de cırcır böceği varmış. Canı çok gıymatlı bi böcek. Kefine düşkün olduğu için sıcak demeden, çok usandık demeden çalışan garımcalara yan gözle bakıp hadi canım sendee demiş. Dünya yanıp gavruluyo, bu sıcakta çalışılır mı hiç? Akıl var, mantık var. İş bilmek, kılıç kuşanmak var. Büğünün yarını var, öbür günü var. Günler çuvala girmedi ya! Sıcaklar çekip gider, havalar serinler, ben de o zaman çalışır, kışlık nevaleyi o zaman topların deyip bi ağacın dalına oturmuş. Yeşil yapraklar gölge ediyo, onu gızgın güneşin yakıcı sıcağından koruyomuş. Sırtını dayamış, bi de bacak bacak üstüne atıp Ooh demiş. Gel kefim gel. Sazını da almış, keyifli keyifli çalmış. Hem çalmış hem sülemiş, yer gök sesinden inlemiş. Cırrr, cırrr, cırrr; goca gün cırlayıp durmuş. Yankola yanları, çıplak tepe aykırılıkları, batak çeşmenin orası, sivri kaya civarları, bütün meralıklarda hep onun cırcır eden sesi varmış. Sonra akşam olmuş, yatmış uyumuş. Sabah olmuş uyanmış ki gene çok sıcak varmış. Çalışmak gene zor gelmiş. Yarın olur, öbür gün olur, hava elbet serin olur, günler torbaya girmedi ya demiş. Yarın olmuş, öbür gün olmuş gene sıcak demiş gene çalışmamış. Gağnını doyurup bi ağacın tepesine binmiş, cır cır edip şarkı sülemiş. Deyeceğim Kevser gızım, goca yazı üle geçirmiş. Bi gün bi bakmış ki yaz bitmiş. Ne çabık bittiğini anlayamamış. Bi ülüzgar çıkmış, bi bulut şişmiş, bi yağmır yağmış ki her yeri seller almış. Ağaçtan inip kendini deliğine zor atmış. Tabii delikte saz da çalamamış, türkü de okuyamamış. Çalsa, sülese kim dinler onu delik içinde? Sesini, sazını kim duyar? Hem aç gağnına saz mı çalınır, oyun mu oynanır? Bi zaman soona acıkınca ambara gitmiş. Gitmiş ama yazın ne taşıdı da ambarda ne bulsun? Bi buğday danesi, bi ot tuğumu yok. O vakit aklı başına gelmiş. Canı çok sıkılmış ama ne çare iş işten geçmişmiş. Çok geçmiş. Delikten çıkayım da kendime biraz yiyecek bulayım, büle aç aç durulmaz deyip hemen yukarı tırmanmış. Kapısını aralayınca acı bi yel kamçı gibi yüzüne urmuş. Her yer karla kaplı ve kara kış buuv demekteymiş. Kapıyı kapayıp içeri girmiş, boş eve oturmuş; sırtını duvara dayayıp gara gara düşünmüş. Otursa olmamış, kalksa olmamış, aç gağnına uyunmamış. Gağnı açlıktan zil çala çala golu, ganadı kıpırdamaz olmuş. Aç açına düşünüp duruken aklına gara garımca gelmiş. O zaman çok sevinmiş. Yaz boyu çalışıp ambarı tıka basa doldurmuştu ya hemen ona gitmeli, biraz borç istemeli demiş. Gitmiş, utana sıkıla garımcanın kapısını çalmış. Garımca gardaş, garımca gardaş demiş. Garımca onu sesinden tanımış ama kapıyı açmamış. Kapı arkasından seslenmiş; sen süle gardaş, ben buradan dinlerin; kış fena bastırdı, havalar çok suğudu evime suğuk girmesin demiş. Tabii, garımcanın kefi gıcır. Evi var, bakımlı, sıvalı, temiz. Suğuk girmiyo, damı akmıyo. Sobası yanıyo, ambarı dolu. Yakacağı, yiyeceği bol… Kış olmuş, kar yağmış suğukmuş umurunda diil. Sıcak yazın cefasını çekmiş, şindi sefasını sürecek. Cırcır böceği titriyo, üşümekten ve titremekten zor gonuşuyo. Utana sıkıla, garımca gardaş ne olursun biraz borç buğday ver, bi yudum navakam galmadı, açlıktan ölüyom; yaza çalışır borcumu öderim demiş. Garımca acımamış, bi tek buğday bile vermemiş. Bütün yaz çaldın saz, şindi de üzül biraz demiş…”
Gübre işi dört gün sürdü. Sekiz araba bostan yerine, on yedi araba dere boyuna götürdüler. Üç araba gübre de ev arkasındaki bahçeye döktüler.
Sonra çift hazırlığı başladı. Pulluğu samanlıktan çıkarıp ambar önüne getirdi. Tekerleğini katranla yağladı. Demirini söküp Halil ustaya götürdü. Demirci Halil demiri kızgın ateşe sokup kor gibi yaptı. Sonra kor gibi demiri maşayla tutup örsün üstünde dövüp keskinleştirdi.
Önce ev yanlarını süreceklerdi. Sürüp sürgüleyecek, düzlenmiş toprağı çizileyecek, çizilere soğan, sarımsak, ıspanak, marul, patates, kabak gibi şeyler ekeceklerdi. Sonra sırada dere boyu vardı. Dere boyundaki bahçe dört dönümdü. Bu yeri çok güzel gübrelemişlerdi. Güzelce sürüp ekim için hazır edeceklerdi. Dere boyu su altı olduğu için buraya fasulye ekiyorlardı. Bahçenin alt ucunda küçük bir kaynak vardı; onun yanlarına da domates, biber, patlıcan, salata, lahana, kıvırcık gibi şeyler ekiyorlarlardı. Nedense pancar, havuç, turp ekmesini bilmiyorlardı. Ahmetçe bu işe de çok kızıyordu. Burada havuç, turp olmazmış! Onlar soğanlı bitkiymiş. Meşeköy’ün toprağı bir karış. Bir karışın altı taşlık. Bir karış toprakta yirmi beş santimlik havuç nasıl büyüyecek. Ggidecek gidecek, on beş santim sonra ayağı taşa değecek. Olmazmış. Ahmetçe, bu işe hayret ediyor, kızsın mı gülsün mü bilemiyordu. Bu sene karar vermiş, hem turp hem de havuç ekecekti. Turp tohumu, havuç tohumu, marul tohumu, şeker kamışı tohumu almış, hepsini kıştan hazır edip duvardaki gözeye yerleştirmişti. Kasabadaki tanıdık bir Arnavuttan tütün tohumu almış, kaçak da olsa biraz tütün bile ekecekti. Hem anası, hem kendisi sigaraya bir sürü para harcıyordu. Arnavut Hasan kasaba gibi yerde kaçak tütün eker de kendisi dağ başındaki köyde ekemez mi? Bu hallerine çok kızıyordu. Hadi, diyordu kendisine, hadi başkası yapmamışsa yapmamış, ben neden yapmadım? Bizim tütünümüz gene küçük yapraklı olsun. Şeker kamışımız ince olsun, kısa olsun. Havucumuz yirmi beş diil de on beş santim olsun. Yetmez mi? Hesap mı soracaklar? Kadı kızı kusur mu bulacak? Yalan mı Beyce diyordu. Kışın havucu, turpu, pırasayı parayla alıyorlardı. Buna kızıyordu. Köylü bir insan bu gibi şeylere para verirse salak sayılmaz mı? Ekelim bakalım, olur mu olmaz mı? Dere boyuna hem kamış, hem havuç, hem turp, hem de pırasa ekeceğiz diyordu. Bahçenin sulak ve derin topraklı yerine hepsinden azar azar ekecek, bu gibi şeylere bundan sonra beş kuruş bile vermeyeceklerdi. Tütün bile ekeceğim ansını satayım, kim görecek, kim bilecek? Kendi ihtiyacıma değil mi? Niye tütün ektin diye tutup asacaklar mı? Tütüne para, sebzeye para, tavuğa, yumurtaya para, una, şeker, tuza para; bu ne ulan, yeter artık! Bundan sonra her şeyi kendimiz yetiştireceğiz Beyce. Kör gözlerimiz açılsın, uyuyan aklımız uyansın artık. Hem yapmayız, hem de yok diye ağlanıp sızlanırız. Bir dağ köyündeyiz ve yokluklar içindeyiz Allah vermez, devlet vermez, ot bitmez. Bitse de yağmur yağmaz deriz. Toprak kısır deriz. Hiç bir şeyi beğenmez namkörlük ederiz. Sanki biz bulunmaz Bursa kumaşıyız. Bizi kim beğenecek Beyce?
Istranca yüksekliklerinde ovaya göre farklı bir iklim yaşanır. Buralar oraya göre daha serin olur. Yaz, geç gelir, tez gider. Toprak geç tava gelir. Ekim dikim işleri ovaya göre daha geç başlar. Bu yüzden dağ köylüsü yaz işini sıkı tutması gerekiyordu. Hem motoru, makinesi yok; her işini hayvan gücüyle, kol gücüyle yapıyorlardı. Bu yüzden çok emek istiyor, çok zaman gerektiriyordu. Toprak geç ısınıp geç tava geldiği için çift işi ancak Mayıs ayı başlarında yapılıyordu. Ahmetçe, Yulaf ekimini Nisandaki iyi havalarda yapmıştı. Onlar topraktan çıkıp yeşermişlerdi bile. Bundan sonra mısır, ayçiçeği, kavun, karpuz, patates, soğan, sarımsak, fasulye, nohut gibi bir sürü şeyi sıra sıra ekecekti. Bu yaz çok işi vardı. Tıpkı karıncalar gibi evcek çalışacaklardı.
Gübre çekilip bokluk yeri temizlendi. Dere boyu sürülüp sürgülendi. Göksudaki bostan hazır edildi. Bu işler yapılırken baharın müjdecisi hıdrellez de geldi.
Çocuklar:
“Direllez geldi, direllez geldi…” diye sevinip bağırıştılar. Bu gün onların bayramıydı. Okul bitmiş, karneler alınmış, yaz tatiline çıkmışlardır. Hem okul bitmiş, hem kış bitmiş, hem bahar gelmiş; oynayıp eğlenecek, bayram edecek, ateşten atlayıp biti pireyi yakacaklardır. Sabah olunca koca karadutun yanına bayram yeri kurulacak, kızlar darbuka çalıp oynayacak, türküler, maniler okuyacaklardır. Delikanlılar yamaçtaki çimenliğe dizilip kızlara ayna çakacak, kaş, göz atacaklardır. Karadutun yüksek dalına salıncak kuracaklar, sallanıp uçacaklar, yerdekilerse sallayanın da sallananın da aşkına diye bağırıp tempo tutacaklardır. Böylece sevgililer buluşup görüşecek, konuşup hasret gidereceklerdir. Sonra kimisi ip atlayacak, kimisi yedi kiremit, kimisi yakar top, kimisi uzuneşek, birdirbir gibi oyunlar oynayacak, kadınlar da sıcak çimenlere serilip kışın hamlığından, stresinden kurtulacaklardır...
Not: Romanın tamamını latekmen.blokspot.com adresinde bulabilirsiniz.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.