Musa-2
Birinci Bölüm
Gözlerimi gazeteden kaldırdığımda, açlığı tekrar hissettim. Mutfağa gidip yiyecek bir şeyler var mı diye dolabı kontrol ettim. Biraz beyaz peynir ve bir parça ekmek kalmıştı dolapta. Keyfim biraz düzeldi. Sıcak bir çay demlemeliydim. Peyniri ekmeğin arasına doldurup yemeli, üstüne bir bardak sıcak çay içmeli, ardından sigaramı tüttürmeliydim. Zaten bu ara yeryüzünde içilebilecek iki şey kalmıştı; biri çay diğeri sigaraydı. Buz kesmiş olan ellerimi ocağın üstündeki demliğe yaklaştırıp ısınmaya çalıştım. Ellerimin üstünde düzensiz, karmakarışık kıvrımların olduğunu fark ettim. Kıvrımlar rüzgârın etkisiyle oluşan çölün kumlu yüzeyindeki şekillere benziyordu. Kıvrımların her yanına dağılmış olan kıllara aklım takıldı. Elimin dış kısmını işgal eden siyah kıllar başlarını yukarıya kaldırmış isyan ediyorlardı bana. Şu an, suçlunun kim olduğunu düşünmek istemiyordum. Zaten bu konuda en ufak bir fikrim bile olmuyordu çoğu zaman. Tek bildiğim zamanın geçip gittiğiydi. Tüm insanların, iğrenç böceklerin ve ruhani varlıkların terk edip gittiği bu puslu mekânda ne zamana kadar yaşamaya devam edecektim? Hem burası tam bir daire sayılmazdı. Ufacık pencereleri, kümes kadar küçük olan iki odası vardı. Boyası dökülmüş duvarlar ve küf kokan kirli perdeler sinir bozucuydu. Uyuduğum odanın köşesinde duran kahverengi koltuk ise oldukça eskiydi. Yatakta uzanmaktan sıkıldığım zamanlarda bu koltuğa oturur, çılgınca veya sıra dışı hayaller kurardım. Seviyordum koltuğumu, padişahların tahtından daha değerliydi benim için.
Ortalık giderek kararıyor, soğuk kendini daha fazla hissettiriyordu. Hazırladıklarımı mideme indirmiş, sigaramın dumanını ciğerlerime çekmiştim. Koltuğuma oturdum. Gereksiz düşünceler beni meşgul ediyor, doğramaların arasından içeriye dolan esinti gün boyunca hiç açılmayan perdeleri titretiyordu. Yakın bir zamanda camların kenarlarına macun sürmeye niyetlendiğim halde bir türlü fırsat bulup bu işi halledememiştim. Bir de elektrikli soba alsaydım üşüme problemim ortadan kalkacaktı. Evet, en kısa zamanda kış hazırlıklarımı tamamlamalıydım. Giymek için iki tane montum vardı Allah’a şükür...
Kış mevsiminin, güzellikleri dondurup korumaya alan dönemin, ayak seslerini duyabiliyordum. Sokak aralarını yalayıp geçen rüzgârın içinde saklı duran umut olmasaydı ben ne yapardım! Rüzgâr ürkütücü olduğu kadar hayat doluydu. Geceleri rüzgârın sesi ninni yerine geçiyordu. Bazen bu ses o kadar içime işliyordu ki korkunç, bir o kadar da çekici seslerle birlikte taşlaşıp kalıyordum hücremde. Bu gibi zamanlarda ölümle pençeleşen bir çocuğa söylenen ninni oluveriyordu rüzgârın sesi. Üstte oturmak, zorluklarla mücadele etmek demekti. Beş katlı bir binanın en üst katında oturduğum için rutubetliydi evin havası. Ev sahibi yurt dışındaydı. Kirayı en son hangi tarihte ödediğimi unutmuştum. İyi ki İstanbul’da tanıdık kimsesi yoktu. Eğer tanıdıkları olsaydı, kirayı ödemem için beni zorlayacaktı büyük bir ihtimalle. Benim vereceğim kiraya ihtiyacı yoktu. Ev sahibi Stockholm’de büyük işlere girişmişti.
Ayağa kalktım. Dışarı çıkmam gerektiğini düşündüm. Bu kadar yoğun hayaller, kirli soğuklar, yüzeyi buzlarla kaplı gölün dibinde boğulan sıcaklığım ve kulağıma gelen sessiz uğultular çekilecek gibi değildi. Evde tıkalı kalmakla kendimi kurtaramazdım. Uzun bir süredir işlerim kötü gidiyor diye kendimi yiyip bitirecek değildim. Siyah montumu giydim ve üstümü başımı kontrol ettim. En ufak hareketimde bile devinip duran boyun kaslarım bana güç verdi. Aynada ışıl ışıl parlayan gözlerime bakarken, oldukça özel yaratılmış olduğum düşüncesine kapıldım. Gururlandım. O an yaşamın pınarından akan suyun tadı damaklarımdaydı. Belki de yeryüzünde çaydan ve sigaradan başka içilebilecek başka şeyler vardı. Bacaklarımı kibarca oynatıp durdum bir süre. Evet, galiba hâlâ hayattaydım. Hiçbir şeyim yoktu; iyiydim. Sağ ayağımın topuğunu öylesine yere vurdum ve derince soluk alıp verdim.
Kapıyı kibarca kapatıp aşağıya, çıkışa doğru, inmeye başladım. Üçüncü katta bir bağrışma sesi düşüncelerimi kesintiye uğrattı. Umursamadım. Ayakkabılarımın ucuna bakarak inmeye devam ettim. İkinci kata geldiğimde komşunun solgun yüzlü, bembeyaz tenli, etli butlu kızıyla karşılaştım. Tüm organları olgunlaşmış gibi durmasına rağmen ham olan yerleri vardı sanki. Siyah saçlarını civciv sarısına boyamış olması dikkatimi çekti. Annesiyle bir başına yaşayan bu kızın ismi Songül’dü. Önümde adeta bir engeldi. Ağır hareketlerle aşağıya iniyor olması sinirlerimi gerdi. Üstelik her adımda daracık ve incecik eteğinin altında devinip duran kalçaları zihnimi alt üst etmişti. Songül, soğuk hareketlerimin farkında olduğu için bana yaklaşmaya cesaret edemiyordu. Birkaç sefer hazırladığı yemekleri yukarıya getirmiş ve beni ilgiyle yukardan aşağıya süzmüştü. Yüz vermediğim için artık suratıma bakmıyordu. Sorunlarımı neden insanlara hissettiriyordum? En güzeli bir selam çakmak değil miydi? Hem belki aramızdaki buzlar da erirdi. Binanın dış kapısını açmaya çalışan Songül’e gülümsedim.
Rahat bir ses tonuyla, "Merhaba Songül. Bakıyorum da yüzüme hiç bakmıyorsun," dedim. "Bir sorun mu var aramızda?" Karşımdaki mükemmel canlıya odaklandım. Tombul elleriyle kapıyı sonuna kadar açtı. Yüzü hafifçe kızardı, daha bir güzelleşti. Mora boyadığı tırnaklarına baktım. Nasıl bir cevap vereceğine karar veremiyor gibiydi. Üstüme baktı.
(Boş bir kafa ile okunması tavsiye edilir.)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.