- 683 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
KÂHTALI ÇİÇEK
MAZİYE YOLCULUKLAR – 90
Kâhta’nın Qeraş köyünden, çok değer verdiğim bir ailenin öğretmen oğlu arkadaşım telefon etti:
— Hafta sonu Mersin’e geliyorum. Misafir kabul eder misin?
Hiç düşünmeden, evet diye yanıtladım…
Bulaşacağımız yeri kararlaştırdık.
İçimdeki çocuk sevinçten uçuyordu. Kanatlarım çıkarsız dostluk, hemşerilik, güzel bir insanın ziyaretiydi…
Birkaç yıldır tanışıyoruz. Kâhta’ya her gidişimde görüşmeden dönmediğim iki dosttan biridir…
Okuyan, düşünen ve yazan bir aydındır. Dini inancını bilinçli yaşayan bir Müslüman’dır…
Olaylara at gözlüğü takmadan bakan, ırkçı olmayan, yaşananları doğru değerlendirebilen bilince sahiptir…
Konuşmasını da bilir, dinlemesini de bilir… Kibirli olmayan bir öğretmendir…
Bu kişilikte olan bir insan sevilmez mi?
Ben hem seviyorum, hem de saygı duyuyorum…
Telefonu kapattım. Görüşmelerimizi düşünmeye başladım.
Kâhta’nın girişinde bulunan çay ocağındaki buluşmalarımız gözümün önüne geldi…
Mis gibi Kâhta havası, tavşankanı çaylar, tadına doyulmayan sohbetler…
Eşimi çağırdım:
— Hafta sonu Kâhta’dan sevgili arkadaşım Abdurrahman öğretmen bize geliyor. Tanırsın. Özel konuktur, güzel konuktur… Ağırlarken eksiğimiz, kusurumuz olmasın, dedim.
Neler yapabilirim, nerelere götürebilirim diye düşünmeye başladım. Kafamda planlar yaptım.
Birinci gün yol yorgunluğunu atması için dinlenmesi lazım. Evde kalırız.
İkinci gün Kız kalesine götürürüm. Cehennem’i gösterir, Cennet’te gezdiririm. Dönüşte, Erdemli Çamlığında, denizin kenarında mangal keyfi yaparız…
Üçüncü gün Toros Dağına çıkarız. Mersin’i ve Akdeniz’i seyrederiz. Kendin pişir kendin ye restoranlardan birinde dağ havasında yemek yeriz.
Hafta sonuna kadar planıma yeni eklemeler yaptım.
Cumartesi günü öğleden sonra sevgili arkadaşım geldi. Yanında bir arkadaşı vardı. Bizi tanıştırdı. Sohbete başladık. Güzel insanlarla sohbetin tadı bir başka oluyor…
Bir gece kalacaklarını, yarın dönmek zorunda olduklarını söylediler.
Benim bütün planlarım boşa gitti…
Kız Kalesi, Cennet, Cehennem, Erdemli Çamlığı, Toros Dağları bana küstü…
Pazar günü Abdurrahman öğretmenin saat onda yöneticilik sınavı vardı.
Yol yorgunuydular… Sabahlamak da olmazdı…
Pazar günü birlikte sınavın yapıldığı okula gittik. Sınav saatinde Abdurrahman öğretmen sınıfa girdi…
Abdurrahman öğretmenin arkadaşına, içimden Kâhtalı Çiçek, diyordum…
Boşalan okulun bahçesinde Kâhtalı Çiçek’le baş başa kaldık. Okulun bahçesinde banklı masalar vardı. Bir bankta oturduk.
Kâhtalı Çiçek söze başladı:
—Abdurrahman öğretmen senin çok çile çektiğini söyledi. Ben de az çile çekmedim…
Küçük bir çocuktum. Benden beş yaş küçük bir kız kardeşim vardı. Kâhta’da demirciler çarşısının alt tarafında bir değirmen vardı, bilirsin. O değirmenin önünde bir deli katır babamın kafasına tekmeyle vurur… O tekme babamın ölümüne sebep olur. Annem dul, biz de öksüz kaldık. Varlıklı bir aile de değildik.
Bir süre sonra annemiz bizi alıp Tarsus’a getirdi. Tarsus’ un kenar mahallelerinden birinde, briketle yapılmış, pencereleri naylonla kapatılmış bir göz eve yerleştik.
Canım annem, tarlalarda çalışarak bizi büyütmeye çalıştı. Yoksulduk. Öksüzdük. Alın terimizle, onurumuzla yaşıyorduk. Annem bizi kimseye muhtaç etmedi.
Okullar açıldığında, annem beni İmam Hatip Okulu’na yazdırdı. Annemin alın terini boşa götürmemek için var gücümle derslerime çalışıyordum.
12 Eylül 1980 öncesiydi. Okullarda, sokaklarda sağ-sol çatışması vardı. Ben hiçbir gruba katılmadım. Okuyup annemi yoksulluktan kurtaracaktım.
Bizim okula ülkücüler hâkimdi.
Karşımızdaki lisede solcular hâkimdi.
Kavgaları olurdu. Ben hiç kavgalara girmezdim.
Kâhtalı Çiçek sustu. Bir sigara yaktı. O günleri yeniden yaşıyor gibiydi. Ben de Adıyaman’ın sert tütününden bir sigara yaktım. Sustum… Bekledim…
Kâhtalı Çiçek bir süre sonra anlatmaya devam etti:
Bir gece eve giderken, dokuz kişi aniden önümü kestiler. Hiçbir şey sormadan dövmeye başladılar. Kendimi korumaya çalıştım ama dokuz kişiye karşı ne yapabilirdim. Yere düştüm. Yerde tekmelediler. Kafama bir taş indi. Kan içinde kaldım. “Öldü” dediler.
Kaçtılar. Benim yerde yattığımı görenler başıma toplandılar. İçlerinde bir Kâhtalı varmış. Beni tanıdı. Hemşerim, dedi. Koluma girdi. Bir başkası da diğer koluma girdi. Olay yerinin yakınında bir akrabamızın evi vardı. Beni oraya götürdüler.
Onlar beni hastaneye götürdü. Başımdaki yaraya dikiş atıldı. Diğer yaralarımı pansuman ettiler. Eve döndük. Her tarafım yara bere içindeydi.
Yaralarımın sızısından çok neden dövüldüğümü bilmemek yüreğimi acıtıyordu.
Kendi kendime sorular soruyordum: Neden ben? Suçum ne? Ben kime ne yaptım?
Sabahı zor ettim. İçlerinden biri bizim karşımızdaki lisede öğrenciydi. Okula gidip gelirken görürdüm.
Oturdukları kahveyi biliyordum. Tekrar dayak yemek pahasına kahveye gidecektim, beni niçin dövdüklerini soracaktım.
O yaralı halimle kahveye gittim. Hepsi bir masada oturmuş, çay içiyorlardı. Beni görünce şaşırdılar. Yaşadığıma inanmaz bir halleri vardı.
Masalarına yanaştım:
— Merhaba, dedim.
Cevap vermediler.
Niçin dövüldüğümü öğrenmezsem rahat edemezdim:
— Sizinle konuşmak istiyorum.
— Bizimle ne konuşacaksın?
— Oturayım, biraz konuşalım.
Onların cevabını beklemeden bir sandalye çektim. Oturdum. Sordum:
— Beni niye dövdünüz.
İçlerinden biri soruma karşılık verdi:
— Faşist olduğun için.
— Benim ne faşistliğimi gördünüz? Bizim okuldaki öğrencilerden bazıları, sizin okulu taşlardı. Beni, bir tek gün o taş atanların içinde gördünüz mü? Sizinle kavga edenlerin arasında var mıydım? Bizim okulda faşist dediklerinizin hepsini tanırsınız. Onların yolunu kesmiyorsunuz da benim yolumu niye kestiniz? Kâhta’dan gelmiş, tek gözlü bir evde çocuklarını büyütmeye çalışan dul bir kadının, öksüz oğlunu öldürmekle mi devrim yapacaksınız?
Sustular. Birbirlerinin gözlerine baktılar. Cevap bekledim.
İçlerinden biri konuştu:
— Kafana o taşı yedikten sonra nasıl ölmedin. Hala yaşadığına inanmıyorum…
— Allah öldürmese, öldürmüyor, dedim. Yoksul, öksüz, garip bir çocuktan ne istediniz. Onu merak ediyorum.
Başlarını önlerine eğdiler. Ben de lafı fazla uzatmadan kalktım. Kahveden çıktım. Yaralı bedenimi sürükleyerek eve gittim.
Kâhtalı Çiçek elini sigara paketine uzattı. Sigara çıkarttı. Yaktı. Uğradığı haksızlığı yakıyor gibiydi.
Yüreğim yanmıştı. Dayak yiyen Kâhtalı Çiçek değil, Kâhtalı Cantekin’di.
Kendi kendime sorular soruyordum:
—Yoksul, öksüz ve garip bir çocuğu dövenler, kimlere hizmet ettiğinizin bilincinde miydiniz? Bu çocuğun evine ekmek, yemek götürmeniz gerekirken, sizler ne yaptınız? Namusuyla çalışıp öksüzlerini kimseye muhtaç etmeyen dul bir kadını anneniz gibi görüp yardım etmeniz gerekmez miydi? Kimlere hizmet ettiğinizi bugün anladınız mı?
Sorulacak çok soru vardı. Yıkılmıştım. Konuşamadım.
Uzun bir aradan sonra Kâhtalı Çiçek hayat hikâyesine devam etti:
Okula gitmemeye karar verdim. Anneme ekonomik katkım olsun diye taşeronluk yapan bir akrabamızdan iş istedim.
Adana’nın dışında bir inşaat işleri vardı. Beni oraya bekçi olarak aldı. İnşaatta bekçilik yapmaya başladım. Gece gündüz inşaatta kalıyordum. Ekmeksiz kaldığım günler oldu. Yakınımızda çalışan yaşlı bir adam bana ekmek veriyordu…
Akrabamız, inşaat alanında çukurlar kazdırmak için işçi arıyordu. Kazılacak çukurların yeri belliydi. Kazılacak çukur başına para verecekti. Ben de birkaç kuruş fazla para kazanırım diye gece de çalışarak birkaç tane çukur kazdım. Çukurları kazarak akrabama yardım etmiş olduğum için seviniyordum. Biraz fazla para kazanıp anneme vereceğim için ayrıca seviniyordum.
Birkaç gün sonra akrabam geldi. Çukurları gösterdim. Aferin bekliyordum…
— Bu kadar çukur kazdım. Bunlar için bana para verirsin, dedim.
— Sana çukurlar için para vermem, dedi.
— Gece yarılarına kadar kazdım. Başkası kazsaydı para vermeyecek miydin?
— Sana para vermiyorum. İşten de atıyorum, dedi.
Şaşırmıştım. Tarsus’a dönecek yol param da yoktu.
— Para mı almadan bir yere gitmem, dedim.
Oturdum. Müteahhit geldi. Durumu anlattım.
— Çocuğun parasını ver, dedi.
Uzun tartışmadan sonra paramı alıp bana verdiler. Tarsus’a döndüm.
Çok geçmeden 12 Eylül darbesi oldu. Ben de okuluma döndüm…
Abdurrahman öğretmen sınavda sorulara yanıt ararken, Kâhtalı Çiçek ile sohbetimiz sürüyordu. O anlattıkça ben hüzünleniyordum…
Gökyüzünü gri bulutlar kaplamıştı. Masamızda kurşun gibi ağır bir hava vardı.
Sınav bitiş zili çaldı. Abdurrahman öğretmeni karşılamak için masamızdan kalktık.
Kâhtalı çocukların, gençlerin, anne ve babaların hayata tutunmak için verdikleri mücadelenin canlı tanığıydım.
Hepsi acı dolu hikâyelerdi…
Kâhtalı Çiçek nice zorluklara direnmiş, okulunu bitirerek devlet memuru olmuştu. Mutlu bir yuva kurmuştu.
Bu güzel insanı tanıdığıma sevindim. Acılarıyla kahroldum.
Başarısı beni mutlu etti.
Yaşamak direnmektir. Zorlukları yenmektir. Onurlu bir şekilde güzel günlere yürümektir.
Kâhtalı Çiçek ve Kâhtalı çiçekler, sizleri seviyorum.
Yarınlarınızın önündeki engelleri tırnaklarınızla söke söke yolunuza devam ediniz.
Güzel ve mutlu günler sizin de hakkınızdır…
YORUMLAR
Kahtayı görünce ilgimi çekti yazınız ve Kahtalı Çiçeğin öğretmen olması da. Benim babam da öğretmenlik yapmıştı Kahta ve Besni de, aynı okulda anaokuluna gidiyordum bende. Çok fazla hatırlayamasam da o zamanları, fazlasıyla çekti yazınızda görmek. Ve Kahtalı Çiçeğe bunları yaşatan zihniyette çok tanıdık. Anılarımdan izler taşıyan bir yazı okudum. Kaleminize sağlık.
Sümeyye Sena Bölükbaşı tarafından 1/13/2016 10:31:50 PM zamanında düzenlenmiştir.