SESSİZ ÇIĞLIK
Ağustosta bir yaz gecesi… Gökyüzünün yıldızlarla süslendiği rüzgarın gündüz sıcaklığını adeta unuttururcasına tatlı bir serinlikle estiği sakin bir gece…
Bir gün daha bitiyordu… Sıcakların etkisinden olmalı ağacların yapraklarıyla sessizliğe bürünmesi… kuşların kanat çırpmaktan bile aciz uçma sevdasından vazgeçmesi…Her yerde boğucu sıcak…Günü bitirmek üzere olan kentin serzenişleri duyuluyordu uzaklardan… Ah güneş yetmedi mi yakıp gectiğin…Nedir bu yakıp geçen seni , bizi , tüm dünyayı…
Yorucu bir günü geride bırakırken balkonda oturup kahvemi yudumlamak geliyor içimden. Mutfağa gidip güzel bir kahve hazırlıyorum kendime. Balkonun en sevdiğim, her tarafı izleyebildiğim bir köşemde oturuyorum. Kahvemin o mis gibi kokusunu içime çekerek keyifle içiyorum. Oturduğum balkon iki yolun kesiştiği noktada, yoldan gelen gidenlere takılıyor gözlerim. Bir çocuk sevinçle dondurma yiyor, arada bir başını kaldırıp babasına minnetle bakıyor, uzun boylu kısa şort giymiş uzun düz saçı bir genç kız elinde telefon etrafındaki her şeyden umarsız mesaj yazıyor. Liseli olduklarını tahmin ettiğim iki genç delikanlı köpeklerini gezdiriyorlar, bir yandan da telaşla bir şeyler konuşuyorlardı. Kimi iş yerinden çıkmış elinde poşetlerle hızlı adımlarla evinin yolunu tutmuş bir an önce evine varma telaşında.
Derin bir nefes alıyorum, içimi ferahlatan bir koku… Kahve kokusu mu? Hayır, bu koku farklı bir koku... Tekrar içime çekiyorum. Akasya çiçeği kokusunu… Müthiş bir koku, insan adeta cennete olduğunu hissediyor. Çiçek kokusunun büyüleyiciliği, tatlı tatlı esen serin hava günün yorgunluğunu, o boğucu sıcaklığı unutturuyor. Kendime geldiğimi hissediyorum, az önceki bitkinlik yok olup gitmiş, yeni uyanmış bir çocuğun enerjisi ve coşkusunu hissetmeye başlamıştım. Saatime şöyle bir bakıyorum saat henüz 10.00. Erken yatma alışkanlığım olmadığı için geceyi değerlendirecek alternatiflerim olabilirdi. Ne yapabileceğimi, ne istediğimi sorguladım kendimce; kitap okuyabilirdim, güzel bir film izleyebilirdim ya da insana huzur veren bu güzel havada arkadaşımla gezmeye çıkabilirdim. Kısa bir kararsızlık ardından gece yürüyüş cazip geldi ve hemen arkadaşımı arayarak bana eşlik etmesini söyledim. O da havanın güzelliğiyle büyülenmiş olmalı ki teklifimi hemen kabul etti. Evlerimiz birbirine çok yakındı, yanıma gelmesi uzun sürmezdi. Balkon sefamı bu günlük tamamlayıp dışarı çıktım. Kapının önünde arkadaşımı beklerken etrafımı gözlemlemeye başladım. Az önce gelip geçenlerin olduğu yerde şimdi kimse yoktu. Gökyüzü yıldızlarla süslenmişti, minik görünümlü uçak yanıp sönen ışıklarıyla ağır ağır ilerliyordu gökyüzünde. Birden bire bir ürperti duydum, en son yolculuğumda uçağın sallanışıyla hissettiğim korku sardı yüreğimi. Korkumdan kızıma sımsıkı sarılmıştım. Hemen atmak istedim bu olumsuz duyguyu hatırlatan anımı. Karanlıkta hızla ilerleyen bir gölge çarpıyor yüzüme, yaklaştıkça netleşiyordu. Doğru tahmin etmiştim arkadaşım hızlı adımlarla yanıma geliyordu. Beni bekletmemek için hızlı yürümüş olmalı ki yüzünde telaşlı bir gülümsemeyle :
_ Gecikmedim değil mi?
_ Hayır Lale, ben de yeni geldim.
Lale, ilkokuldan arkadaşım aynı zamanda sevdiğim bir komşumdu. Onunla sohbet etmek hoşuma gidiyordu. Ailesel nedenlerden okul hayatı ne yazık ki kısa sürmüş. Annesinin ölümü nedeniyle hayatında birçok şey gibi okul hayatı da sadece bir hayal olarak yaşamında yer almış. Bunca engel onu yıldırmamış hep okumuş geliştirmiş kendini. Uzun boylu düz saçları ve iri ela gözleriyle oldukça güzel , gülmeyi seven her zaman neşeli tavırlarıyla insana huzur veren bir insan Lale.
_Çok iyi oldu çağırman, bu sıcak böyle giderse mahvolacağız. Benim gibiydi Lale , sıcağı hiç sevmezdi. Gülümseyerek: _Haklısın iyi oldu. Özlemiştim de seni. Gündelik koşuşturmalar en yakınımızdaki insanla görüşmemizi nasıl da kısıtlıyor.
Caddede yavaş yavaş yürüyorduk, Lale iş yerinde yaşadığı komik bir anıyı heyecanla anlatıyordu. Lale öyle deli dolu bir insan ki sıradan hatta sıkıcı bir olay bile onun anlatımıyla bir komediye dönüşebilirdi. Belki de tiyatro okumalıydı Lale. Anlatımındaki incelik, jest ve mimikleri gerçekten etkiliydi. İkimizin de keyfine diyecek yoktu. Epey bir yol kat etmiştik farkında bile olmadan. Serin bir gecede keyifli sohbetimiz telefonumun çalmasıyla bölündü. Telefonumu yanıma aldığımı fark etmemişim bile. Arayan Mehmet’ti…
_Efendim Mehmet…
Sesi kötü geliyordu, önce uykulu olduğunu sanmıştım.O ise hiç uzatma gereği duymadan verdii kötü haberi.Birden duraksadım, telefonum böylece elimde kaldı. Ne söyleyeceğimi, ne düşüneceğimi o anda düşünemedim. Bir sızının yüreğime aktığını o anda hissettim. Bir bıçak en acı çığlığıyla saplandı içime. O anda ne yürüdüğüm yol, ne Lale, ne bu serin hava sanki hiçbir şeyi duyumsayamıyordum. Tek hissettiğim, derin bir sızı… Aldığım haberin ilk şokunu atlatınca yavaş yavaş yerime gelmiş gibi hafızam geçmişi tazeliyordu adeta. Hatırlamaya çalışıyordum geçmişi, her anı bütün ayrıntısıyla.
Ellili yaşlarda kısa boylu, sarı saçları ve dalgın halleriyle adeta bir sarhoş gibi yürüyüşü ve neredeyse hiç konuşmadan yolda ilerlemesi bende ona karşı bir güvensizlik duygusu uyandırırdı. Sabahın erken saatlerinde ayakkabı boya sandıklarını sırtına alır ve kimseye görünmeden başını adeta yerden kaldırmaksızın hızla caddeye doğru yürürdü. Siyah ceket, eski geniş paçalı pantolonu ve ayaklarına büyük gelen ayakkabılarıyla adeta bir dilenciyi andırıyordu. Sırtında taşıdığı boya sandığını caddenin orta yerinde uygun bulduğu bir yere yerleştirir, açılıp kapanabilen sandalyesini de sırtından indirip yere bırakırdı. Onun iş günü başlamıştır artık. Oturduğu yerden önce etrafını iyice süzer ve sandığında bulunan boyaları yavaş yavaş dizmeye başlardı. Etrafında bulunan kişiler o’nu “Deli Ahmet “ olarak bilirler. Deli Ahmet etrafındaki insanlar için sıra dışı bir varlıktır. Gerçekten de farklıydı; ama bu farklılık o’nun kötü biri olarak algılanmasına neden olmuyordu. Deli Ahmet kendine, kendince farklı bir dünya kurmuştu sadece. Kendine has bir dünya…Kendi dünyasında sessizce yaşayan bir insan, kimseye zarar vermeyen ama kimseyi umursamayan biri aynı zamanda. Gün bitip de akşam bastırınca sandığını özenle toplar sırtına alır ve sabahın ilk saatlerinde yaptığı sessiz ve hızlı yürüyüşleriyle evinin yolunu tutardı. Dış dünyasında ki sessizliğine benzerdi evdeki sessizliği. Eve geldiğinde tek zevki evde sessizlik içinde haber izlemekti. Yemeğini yemeyi haberlerin saatine ayarlar, haberlerden tek bir ayrıntı bile kaçırmayıp, özenle takip ederdi. Evde olduğu zamanlarda hele haber izlerken kimse sesini çıkaramazdı. Sesini çıkaracak olana Deli Ahmet çok kızar, bağırır, çağırır hatta bazen çocukları dövmeye kalkardı. Çocukları o’nun bu hallerine neredeyse alışmıştı artık. Evde babaları varken ses yapmamaya özen gösterirlerdi; çünkü öfkeli hali onlarda çok büyük bir korku yaratmıştı. Babalarının evden çıktığı ya da uyumaya gittiği zamanlar çocukların neşe zamanlarıydı. Baskıyı hissetmedikleri, tehdit edilip hor görülmedikleri özgür zamanlarıydı. Zaten normal bir çocuk- baba ilişkisi yoktu aralarında. Çocuklar için babaları eve sürekli bir şeyler getiren; ama buna karşılık onlarla konuşmayan, evde sürekli huzursuzluk yaratan sinirli, geçimsiz, katı hatta aklını kaybetmiş bir adamdı. Hayatlarında gelişen birçok durumda o’na fikir danışılmaz, duygular o’nunla paylaşılmaz adeta o yokmuş gibi davranılırdı. Aslında babaları için de çocuklar çok da önemli sayılmazdı. Deli Ahmet eve gelip kimseyi görmediğinde bu durumdan çok da rahatsız olmaz televizyonun karşısına sessizce oturur. Uykusu geldiğinde gidip yatağında uyurdu. Deli Ahmet her ne kadar geçimsiz görünse de o’nun düzenini bozmayan, kafasına uygun birkaç kişi vardı elbette. Bu birkaç kişiyi gördüğünde sevinçle gülümser sevgiyle karşıladığı bu kişiler evine geldiğinde en iyi şekilde ağırlamak için çırpınırdı. İki dünyası vardı sanki, iki yüreği… Bazen sevgi dolu, bazen de buz gibi soğuk…
Bazen ben onların evindeyken eve gelecek olsa yüreğimin ağzıma geldiğini hissederdim. Korku kaynağımdı oysa o… Hiçbir zaman kızmamıştı bana kötü tek bir söz bile söylememişti. Ne zaman onlara gitsem yiyecek bir şeyler getirdiğini görürdüm. Hem de en güzelinden. Evden içeri girdiğinde şöyle bir bakar ; “Sen kimin kızısın” diye sorar sonra televizyon izlemeye devam ederdi… Tam sekiz çocuğu vardı. Bu çocuklardan ikisi benim çok yakın arkadaşımdı: Sevcan ve Mehmet. …Babalarından korktuğum halde arkadaşlarıma olan sevgim hep korkumun önüne geçerdi.
Deli Ahmet herkesin düşündüğü gibi “deli miydi” gerçekten bilemiyorum; ama dünya hali işte; insanın yaşamında karşılaşacağı insan kendisinden bambaşka biri olabiliyor. Tıpkı Deli Ahmet’in karşısına çıkan Sakine Hala gibi.
Sakine Hala ne isminde ki gibi çok sakin, ne eşi gibi sessizliği seven bir insandı. Her zaman güler yüzlü eğlenmeyi, gezmeyi ve eşinin tam tersine insanlarla ilişkiler kurmayı çok seven deli dolu bir kadındı. Evine gelen kim olursa olsun o’nu sevgiyle en iyi şekilde karşılardı. Çocukluğumun sevimli ninesidir Sakine Hala. Bir çocukla nasıl iletişim kuracağını en iyi o bilirdi. Çocuklar o’nun evinde neşe bulurdu.Tıpkı benim gibi… Zorlu yaşamında yaşam sevincini kaybetmemişti ve kötü ekonomik şartlara rağmen en güzel sofralarda paylaşırdı bizimle bazen özenle pişirdiği bulgur pilavını bazen de tandırda pişen mis gibi tandır ekmeğini… Sakine Hala’nın eşiyle paylaştığı hayat hiç evli bir çiftin ilişkilerine benzemiyordu, mesela onların birlikte bir yere gittiklerini hiç görmedim, onları sadece yemek yerken bir arada görürdüm; ve ne zaman bir arada olsalar mutlak bir konu bulup kavga ederlerdi. Bazen sofrada tuz bulunmaması, bazen de yemeğin sıcak oluşu bir kavga sebebi olabiliyordu. Başlangıçta birbirleriyle böyle konuştuklarında kavga ediyorlar sanırdım; zamanla bu iki insanın birbiriyle bu konuşma şekliyle anlaştıklarını fark ettim. Sakine Hala tıpkı çocukları gibi eşini çok önemsemezdi. O’nu seviyor muydu ? Belki seviyordu , bilemiyorum ama gün içerisinde aynı evde bile öylesine birbirlerinden kopuk yaşıyorlardı ki bu sevgiyi anlamak benim için adeta imkansızlaşıyordu.
Evimiz Sakine Halalara çok yakındı, bazen evlerinden yükselen mutluluk dalgası kahkahaları bizim evden duyuluyordu. Böylesi günler genellikle babalarının evde olmadığı ender zamanlardı .Zaman hızla akıyordu.
Bir kış gecesinde dışarda buz kesen ayaz, öyle bir soğuk ki insanın içine işliyor. Evde ailemle sobanın etrafında oturmuş televizyon izliyorduk, dışarıda buz gibi havanın aksine odamız sıcak , yüreğimizde türkü tadında bir huzur… Sobanın üstünde kaynayan çayın mis kokusu odayı kaplamış. Sıcağın etkisiyle gözlerim uykuya teslim olmamaya direnirken şiddetli bir sesle yerimden fırladım. Kapı ya öyle hızlı vuruluyordu ki kapı kırılacak sandım. Babam hemen yerinden kalkıp hızlı adımlarla kapıya yöneldi, bu arada korkmamız için bize telkinde bulunuyordu. Kapıyı açtığında Sakine Hala ve çocuklarını görünce çok şaşırdım, gecenin yarısı amansız soğukta pijamalarıyla evden kaçıp gelmişlerdi. Babam ne olduğunu sormadan Sakine Hala ve kızları telaşla ve hep bir ağızdan olayı anlatmaya başlamışlardı bile. Yine evde ses olmuş, babaları buna çok kızmış ses yapan çocukları dövmeye kalkınca onlar da evden kaçmışlar. Aslında Sakine Halanın böyle gece baskınlarına yabancı sayılmazdık. Böyle zamanlarda annem yiyecek bir şeyler hazırlar, hemen çayı demler, havadan sudan sohbetler derken onlar da sakinleşir , bir gün öncesi telaşlı yüzleri gerginliğini kaybederdi. Ve ertesi gün sessizce evlerine dönerlerdi. Bu gece de böyle olacaktı. Annem sobanın üzerinde kaynayan çaydan ikram etti, odanın ve çayın sıcaklığı gerginliği yok etmiş, yüzlerinde okuduğum o endişe ve kaygı silinmişti. O gece hepsi bizde kalmıştı. Sevcan’la Mehmet’in bizde kalışları benim için ayrı bir keyif olmuştu.
Yazın ilk günleri…
Uzun süren kış mevsiminden sonra taze, mis gibi bahar kokusu uyumamı engelliyordu.Bir an önce güzelim baharın kokusunu içime çekmek istiyordum. Erkenden kalktım, bugün sevcan’la ödevlerimizi yapıp daha sonra dere kenarında öğretmenime çiçek toplayacaktık. Sevcanın evinin kapısına doğru yürüdüm, kapıya varacaktım ki Deli Ahmet’i evden çıkarken gördüm. O’nu görünce durakladım, onunla karşılaşmak her zamanki gibi beni korkutuyordu. Bu gün farklılık vardı Deli Ahmet’ te. Onu her gördüğümde sırtında taşıdığı ayakkabı sandığı yoktu sırtında, elinde termos vardı bu defa. Çok şaşırmıştım. O’nu evden çıkarken hep sandıkla görmeye öyle alışmıştım ki… Merakım gittikçe artıyordu. Deli Ahmet yavaşça evden uzaklaşınca evlerine doğru yürümeye başladım. Sevcan’ı n elinde kitaplarla dışarı çıktığını gördüm. Onu görür görmez:
_Baban artık ayakkabı boyacılığı yapmıyor mu? O termos nedir? diye sordum merakla.
Sevcan gülümseme-alay karışımı bir bakışla:
_O işi bıraktı dedi önemsemeyen bir tavırla. Artık dondurma satacakmış. Ayakkabı sandığını sakladı. Nerden aklına geldiyse bu iş…Bunu da yakında bırakır görürsün.Gülümsedim , hoşuma gitmişti aslında.Gülümseyerek :
_İyi ya işte artık hep dondurma yersiniz, dedim. Sevcan babasının çalışmasından memnundu; çünkü babasının çalışmayıp evde kalması onları huzursuz edecek endişesi taşıyordu.
Deli Ahmet işinde titiz, çalışmayı da severdi. Dondurma satma işini epeyce ilerletmişti. Yazın gelişiyle okuldaki çocuklara, akşam da köydeki düğünlere gidip çalışıyordu. Aradan yıllar geçmişti …Eski kızgınlığı azalmıştı biraz, zamanla çocukları büyümüş hatta torun sahibi bile olmuştu Deli Ahmet’in. Belki de çocuklarına asla hissettirmeyip kendi içinde sakladığı tüm sevgileri torunlarına saklamıştı âdeta. Sonsuz bir bağlılıkla seviyordu onları…Onlar da dedelerini... Evde gürültüyü eskiden olduğu gibi çok sevmiyordu; ama torunlarına kızamıyordu, onları dövemiyordu. Torunları ise dedelerinin evinde herkesi şaşırtan bir sevinçle dolaşıyordu.
Yıllar sonra Ağustosta bir yaz gecesi… Gökyüzünün yıldızlarla süslendiği rüzgarın gündüz sıcaklığını âdeta unuttururcasına tatlı bir serinlikle estiği sakin bir gece… Deli Ahmet, evlerine oldukça uzak bir köyde düğün olacağını duymuş. O akşam o düğüne gitmeye karar vermiş ama gideceği yeri söyleme alışkanlığı olmadığından onun nerde olduğunu kimse bilememiş. Sakine Halalar da komşularının düğününe gitmişler. Sadece Sevcan ve Mehmet evde kalmış. Deli Ahmet düğün bitimi eve yorgun dönerken belki bir araba bulurum diye düşünmüş olmalı ki gittiği köyden yürüyerek dönmeye kalkmış. Ve karşıdan karşıya geçerken bir arabanın çarpmasıyla feci şekilde can vermiş. Yolun ortasında kanlar içinde sere serpe uzanmış, soluksuz yatıyormuş. etrafında termos parçaları, önlüğünden belki de o gün sattığı dondurmadan kazandığı etrafa saçılmış bozuk paralar…
Karanlık gittikçe artıyordu kentin üzerinde. Umudunu kaybetmiş yıldızlar vardı uzaklarda, sessizliğin çığlığında yitirilmiş…
Deli Ahmet’in yaşamı gibiydi ölümü sessiz ve yalnız… Bir intiharı andırıyordu ölümü; dokunaklı ve isyankar. Kendi dünyasında yaşadığı bilinmezler,kaçışlar karanlıkta ölümü sarmalıyordu şimdi. Acı verici bir ölümdü tıpkı hayatı gibi…
Kazanın olduğu yerde insanlar telaşla toplanmış. Deli Ahmet’i tanıyanlar hemen ailesini arayıp durumu anlatmışlar. Telefonu Mehmet açmış ve ilk o öğrenmiş babasının öldüğünü. Ölümü duymanın o korkunç şaşkınlığıyla kaza yerine gitmişler. Kızları, oğulları, eşi Sakine Hala…Ölümün o korkunç yüzü bir tokat gibi çarpmıştı yüzlerine… Deli Ahmet’in görüntüsü dehşete düşürmüş , yıllar boyunca yok saydıkları, hor gördükleri onlara sürekli kızan, bazen döven adam hemen yanı başlarında kan gölünün içinde yatıyordu. Hayatları boyunca belki de babalarına karşı hiç hissetmedikleri ya da hissetmişlerse bile dile getiremedikleri duyguları ve kaybettikleri değerli kişinin onları terk edişi bir sızı olup akmıştı yüreklerinde. Deli Ahmet belki de gitmeyi seçmişti ama giderken çocuklarının yüreklerinden hiç gitmeyecek bir acı bırakarak… Perişan olan çocukları belki de ilk defa aralarında olmayan babalarına karşı suçluluk duygusu ve pişmanlık bir zehir gibi yakıyordu yüreklerini.. Mehmet beni arayıp “babam öldü” dediğinde inanmak istemedim.Masallardaki dev kahramanlarımdan birini kaybetmenin ezikliğiydi belki beni bu denli sarsan.Acımasız hayat, fütursuzca uzaklaştırmıştı Deli Ahmet’i çocuklarından, insanlardan… Ve kayıtsızca çekip almıştı o’nu bu dünyadan.Birçok hatırama bir de ölümü de katmıştı hayat… Mehmet ve Sevcan’ın yanında çocukluğumdan kalma birçok hatırayı hüzünle yaşıyorum yeniden.Gülümsemiyordu bugün güneş,kaybettiği ışığın hüznüyle…yıldızlara bırakmıştı geceyi , kaybolmak için yalnızlığında…Olmamıştı, yapamamıştı işte kaçamamıştı kendinden… Yavaş yavaş doğruldu yerinden ve usulca baktı sevincini yitiren bu şehrin gözü yaşlı insanlarına…Çare yok doğacaktı bu gün de…Aydınlanıyordu şimdi dünya yeni umutlar ve kim bilir hangi özlemlerle…Sessizce kucaklıyordu hayat ölümün çaresizliğini… Biz yeni bir güne acıyla” merhaba” derken sonsuz bir sessizlik Deli Ahmet’i bekliyordu.