- 649 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
GERÇEKLER DÜNYASI
Sanki canımdan şarıl şarıl seller akıyordu. Bedenimin her bir köşesinde nice sınavlarda üşümeyeyim diye sakladığım umudum perperişan kendi kendini terk ediyordu. Hayallerimin öksüz yurdundan yetim kanatlarımla uçmaya çalıştıkça fark ediyordum hayatın, sevgiyi seven insanlara daima bir sürprizinin olduğunu. Canımdan canıma telli duvaklı kış uykularından uyanan gelinler çıkaracaktım; tozpembe hayaller umurumda değildi, siyah düşlerle tokalaşsak bile kalbimde hissettiğim bir damlacık sevgiyle uzak yakın demeden herkesi çok sevecektim. Şimdi kulaklığım kulağımda; öylece bekliyorum son durakta. Çetin bir kış olmasa da yalnızlığım ellerimi üşütüyor, ellerimi ısıtmak için yine sadece kendi nefesimi değdiriyorum ellerime hohlayarak. Hangi otobüs gelirse ve nereye giderse yolumu değiştirip beni nerelere sürüklerse kabulümdür. Bundan önce vasıtalarımızı ve duraklarımızı seçtik de ne oldu sanki? Benim adım ne mi? Söylemesi uzun gelir ama; yaşadıkça ne kadar kısa olduğunu anlarsınız, hissettikçe siz de bilirsiniz hiçbir şey uzun değildir yaşanan bir ömür bitişlerle sonlandıkça. Benim adım, ‘hayal âleminin gelgitli prensesi.’ Alnımdan öpmesini beklerken prensimin, kendi yarattığım prensime kurbağa prenses oldum. Alnımı bırak, acılarımdan bile öpmedi beni kendimle baş başa bırakırken. İşte otobüs de geliyor!
Öyle yavaş, öyle sakin, öyle yorgun ki otobüs; sanırsın şoför Ferdi Tayfur açmış da içleniyor. Ama yok! Otobüste ses yok, akbillerini basarken insanlar nereye gideceklerinin sorgusunda bile değiller. Ben de akbilimi bastım nereye gideceğimi bilmeden, nereye gidiyordu, nerede inecektim bilmiyordum. Hayat da hep böyle değil miydi zaten? Yarının sürprizi ancak ve ancak o saniyede belli olurdu. Bir de bakardın, “aa sürprizler evine hoş geldiniz” tabelası gözlerinin önünde… Akbilimi basıp saçları ağarmış, başında hanımefendilere özgü fötr şapkası, yüzünde yine hanımefendilere yakışır sade makyajı ve elinde başını kaldırıp bakmasına tenezzül etmesine engel olan bir kitabı vardı. Yaşlı kadın zarafetiyle ilgimi çekerken yanaştım, yanına oturdum. Beni fark edince okuduğu kitabın sayfasını katlayarak bana bakıp gülümsedi. O gülümseyince ben de yeşil gözlerimle yaşlı kadına hatırşinas bir gülümsemeyle karşılık verdim.
“Merhaba tatlı kızım”
“Merhaba efendim”
Yaşlı kadına yanıt verirken bir yandan da telefonumla kulaklığımı çantama koyuyordum.
“Nereye gittiğimizi biliyor musun?”
Sorduğu soru karşısında afallayarak birkaç saniye düşündüm.
“Ben… Hayır, bilmiyorum. Otobüste de durak isimleri yazmıyordu, öylesine bindim işte; buradaki herkes öyle değil mi, siz nereye gittiğimizi biliyor musunuz?”
Yaşlı kadın sorduğum soruya başını eğip gülümseyerek yanıt verdi.
“Evet, ben biliyorum. Aslında bu otobüste sadece ben biliyorum nereye gidiyor olduğumuzu, çünkü daha önce bu yollardan çok geçtim.”
“Öyle mi… Ne güzel, şanslı olmalısınız. Ben de nereye gittiğimi bilmiyorum. Rica etsem, nereye gittiğimizi söyler misiniz?”
“Sen nereye gitmek isterdin?”
“Ben nereye gitmek isterdim… Ben… Ben sevgi dolu insanlarla daima sevgiyle yaşayacağım ve asla kinin, nefretin, kalp kırmanın, can yakmanın olmadığı bir yere gitmek isterdim.”
Yaşlı kadın bir kez daha gülümsedi.
“O vakit yanlış binmişsin.”
“Şey… Sakıncası yoksa bir kez daha sormak isterim, biz nereye gidiyoruz?”
“Gerçekler Dünya’sına”
“Pardon da, zaten gerçekler dünyasında değil miyiz?”
Yaşlı kadın başını iki yana sallayarak “hayır” cevabını verdi.
“Peki, şimdi neredeyiz?”
“Yaşadığın dönemin, yaşadığın yerin, hissettiklerinin ve hissettirdiklerinin ne olduğunu bilmiyor musun?”
“Ben… Sadece… Yani fani bir dünyada olduğumuz kanaatindeyim, yanlış mı?”
“Hem doğru, hem yanlış… Doğru, fani bir dünyadayız; bir gün bu otobüs yolculuklarımızın yerini trensiz, uçaksız; hiçbir vasıtaya ihtiyaç duymadığımız bir düzen alacak. Sonsuz hakikatlerin çığlıklarına kulak verip insanları ve kendini incitmekten korkanların gittikleri yer temiz bir sayfanın en beyazı olacak. Kırdığı kalpler ve aldığı ahlarla iki yakası bir araya gelemeyen ve yardıma muhtaç sevgilerin elinden tutmayanların gittikleri yer ise bir defterin yırtılmış sayfası olacak. Biz şu an, derdini bol kepçe başkalarına dolduran ve yaşadıklarının ağırlığında ezilmeyi kendisine hiç acımadan lütuf sayanların dünyasındayız; yani bol kepçe dertler dünyası… Şu otobüstekilere baksana, hepsinin suratı asık, hepsi bilinmezliğe sürüklendiğinin farkında ama biçare binmişler işte.”
“Peki, siz daha önce bu yollardan geçtiğinizi söylediniz, mademki gerçekler dünyası diye bir yer var ve oraya gittiniz, gördünüz, yaşadınız; o vakit neden hâlâ buradasınız? Neden gidiş- dönüş seferlerinde harap ediyorsunuz kendinizi?”
Yaşlı kadın sorduğum soruları yüzüme bakmadan otobüsün camından dışarıyı seyrederek dinliyordu.
“Ah küçüğüm… Sen bu fani dünyayı sahiden de anlamamışsın. Adın ne bu arada?”
“Benim adım, hayal âleminin gelgitli prensesi”
“Demek öyle… Benim adım da gidiş dönüş bileti”
Yaşlı kadının isminin gidiş dönüş bileti olduğuna inanamadan bir kez daha sorma gereği duydum.
“Şey… Şaşkınlığımı mazur görün ama gerçekten adınız gidiş dönüş bileti mi?”
“Ben senin adının hayal âleminin gelgitli prensesi olduğuna şaşırmıyorum da, sen benim adımın gidiş dönüş bileti olmasına mı şaşırıyorsun? Evet, bu yollarda ömrümü geçirdiğim o gençlik yıllarımdan beri adım gidiş dönüş bileti…”
Tam şaşkınlıkla başımı anladım anlamında sallarken otobüs durdu.
“Geldik mi?”
“Evet kızım, geldik.”
“Burası gerçekler dünyası mı yani?”
“Evet, ta kendisi”
Önce yaşlı kadının inmesini bekleyip ondan sonra ben indim otobüsten. Geldiğim dünya kısa mesafede yol aldığım bir yer olamazdı, geldiğim bu dünya bambaşkaydı. Yırtık ayakkabısıyla dolaşan sokak çocukları, fırından aldığı taze ekmeğe sevinip ekmeğin baş kısmından bir parça koparıp ekmeği ağzına atarken sevinç çığlıklarıyla koşan minik kız çocuğu; tekerlekli sandalyede olduğu için minik kız çocuğunu buruk bir tebessümle seyreden yaşlı bir adam ve ailesiyle birlikte güzel havanın tadını çıkarmak istercesine piknik sepetleriyle pikniğe giden çocuklar vardı…
Öylece, insandan insana koşar gibi hayretle onları seyrediyordum… Dalıp gitmişken ben; yaşlı kadın beni uykumdan uyandırırcasına omzuma dokundu.
“Aa… Şey… Pardon, ben dalmışım”
“Ne o hanım kızım, ilk defa mı insan görüyorsun?”
“Aa… Şey…”
“Dur tahmin edeyim, ilk defa gerçek bir hayatın insanlarını görüyorsun. Bu arada otobüse binmene sebep olan hadise neydi?”
Yaşlı kadın sebebimi sorunca ağzımda adeta buruk bir tatla başımı önüme eğdim.
“Ben… Şey… İnsanları kalpten, insanları gönülden, insanları sorgusuz sualsiz sevginin içine hiçbir şey katmayarak saf bir halde sevmişken yanıldım. Hatta yanılmakla kalmadım sırf bu uğurda kendi gururuma kendi saygınlığıma kendi özüme de darbe yedim, canım yandı; canım yakıldı, içim çekildi sanki. Bu, bu başka bir şey…”
Yaşlı kadın sol gözünden akan samimi gözyaşını sol elinin tersiyle sildi.
“Ben, sizi üzmek istemezdim. Lütfen, ağlamayın”
“Anlattıklarına yabancı değilim güzel kızım, dedim ya; ben daha önce o yollardan çok kez geçtim. Severken insanları, sevdiğin insanlar tarafından yanılgıya uğramak, hayal kırıklığı yaşamak; denizin içinden bulup çıkardığın midye kabuğunu eşsiz bırakmak gibi bir şeydir. O tektir, o yalındır, o yalnızdır ama denizinden ayrılsa da karada yaşamayı öğrenecek kadar olgundur artık. İşte biz bunun adına; fani dünyamızın bereketi kaçmasın diye “hayat” diyoruz. Hayat, yanılıp yanıltma; acı çekip, acı çektiğini sanmak, güvenip güvenmemek ve sevip sevmemek arasındaki farkları öğrenme silahıdır. Ya hatalarınla kendine ateş alırsın; ya da hatalarına ateş alır doğrularınla gerçekler dünyasına kucak açarsın. Benim yıllarca yaptığım ve yapmaktan hiç korkmadığım şey de bu. Tek senin derdin yok bu dünyada; tek sen acı çekmiyorsun, tek sen üzülmüyorsun, tek sen ağlamaktan ve gözyaşlarını tutmaya çalışmaktan nefessiz, biçare kalmıyorsun. Tek sen yalnız hissetmiyorsun. Bak, nice insan gördün burada; nice gerçek… Mutlular da mutsuzlar da, hatta ve hatta aslında mutluyken mutsuz olduğunu sananlar da burada. Tekerlekli sandalyedeki beyefendiyi görüyor musun? O küçük kız çocuğuna bakarken çocukluğunu hatırlamıştır belki. Belki çocukken o da sağlıklıydı küçük kız gibi…”
Yaşlı kadının söyledikleri son kıtasını kaybedip sırf bu yüzden başından da ortasından da hiçbir şey anlayamadığım bir şiir gibiydi.
“Peki, biz insanlar hep bu şekilde gidip gelmeye devam mı edeceğiz?”
“Ölünceye dek, evet… Zaman değildir yaraları örten kuzum; zamanın yükünü sırtlandıkça o yüke o kadar çok kaptırırız ki kendimizi, öyle bir eziliriz ki; yaralar zamanla kapandı sanırız. Aslında yaraları kapatan zaman değildir; zamanı kapatan yaralardır. Düşeceğiz, ama inatla kalkacağız. Tökezleyeceğiz, ama yürümeye devam edeceğiz. Sen, radyoda sevdiğin bir şarkıyı çalmadılar diye o şarkıyı dinlemekten vazgeçtin mi hiç?”
“Hayır tabii ki de.”
“İşte, hayat da; gerçekler dünyası da böyle! Ne yaşarsan yaşa yaşam senden vazgeçmedikçe yaşamdan vazgeçemezsin. Düşmek, silkinip tekrar ayağa kalkmak içindir. Yeri gözyaşlarınla kirletip düştüğün için bacaklarına ve kendine sövmek değildir. Biz, fani dünyamızın hatalar üyesiyiz. Hata yapmamak için sol kavşaktan dönmeye çalışma; çünkü hata yapmamak için direndikçe daha çok hatayla karşılaşırsın.”
“Peki, şimdi nereye gideceğim, gezilecek bir yer mi var, siz nereye gideceksiniz?”
“Dedim ya… Ben gidiş dönüş biletiyim, az sonra gelecek olan otobüsle aşk sanılan yanılgılar âlemine gideceğim; daha orada toparlamam gereken ve ergenlik acılarını yetişkinliklerinde “ah keşke” dememeleri için pişmanlık sürüsüyle tanıştırmalarını istemediğim biçareler var. Sana gelince, gerçekler dünyasında gezmek herkesin harcı değildir. Çünkü burada hangi gerçekle karşılaşıp üzüleceğin de belli değildir. Ama başkalarına üzülmekten kendi acılarına üzülmeyi unutur insan. İstersen benimle gel ve kendi geleceğin için kendine rehber ol; istersen burada kal ve gerçekler dünyasını keşfet.”
“Ben… Hayal âleminin gelgitli prensesiyim, aslında benim burada olmamam lazım.”
“Sana bu ismi kim taktı?”
“Hayal âlemimin başrol oyuncusunun ezikliğini örten burnu havada cici kuşu”
“Kendini bilmez bir kuşun söylemesiyle mi hayal âleminin gelgitli prensesi adını aldın yani?”
“Evet.”
Bu kez evet derken yanaklarımın kızardığını hissettim. Yaşlı kadın içten bir kahkaha attı.
“Ah deli kız, sen, kendi ezikliğini örten ama bir o kadar da burnu havada olan cici bir kuşun yakıştırmasına mı değer biçtin? İlahi, komiksin. Şimdi sen bana “salak” desen, ben salak mı olacağım? Sen kendini bildikten sonra kimin nereden ne öttürdüğü umurunda olmamalı. Haydi, bir isim seç bakalım”
“Kime?”
“Kendine tabii ki! Şöyle afili bir isim olsun. Tam da sana yaraşır bir şey.”
“Buldum! Her kafadan bir ses çıkan boş cücelerin yazarı olayım, olur mu?”
“Vay! Sevdim bunu. Bence de sana çok yakışır. E, otobüs de geldi. Burada mı kalıyorsun, yoksa benimle mi geliyorsun?”
“Sizi tanıdığıma çok memnun oldum ama gördüklerim ne kadar üzücü olursa olsun ben burada kalıyorum. Gerçekler dünyasında yani.”
“Pekâlâ, ben gidiyorum o zaman her kafadan bir ses çıkan boş cücelerin yazarı kızım”
Yaşlı kadın bana sarılıp beni öperken saçımdan bir tutamı da eline aldı.
“Aaa… Ne yaptınız siz? Saçım…”
“Çok ayıp, insan kendi saçını koparamaz mı?”
“Kendi saçını mı?!”
Hayretle sorduğum sorunun uçup gittiği gibi yaşlı kadının gitmesi de bir olmuştu. Avucumu açıp baktığımda ellerimde saçımdan bir tutam duruyordu…
Dilara AKSOY