- 571 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Deli Deli Tepeli (LaTekmenden Büyüklere Masallar)
Mayıs gelmemişti belki ama Martın gittiği kesindi. Nisan olmalıydı aylardan. Üç cemre peşi peşine düşmüşler ki, havalar oldukça ısınmıştı. Toprak ısınmıştı, su ısınmış; demek ki artık bahardı. Çünkü yeryüzü, can sıkıcı renksizliğinden kurtulup yeşillenmiş, çiçeklerle renklenmişti.
Çilli tavuk, ana tüyüne ulaşmış civcivlerini gurk gurk diyerek peşinden koşturup durmaktaydı. Kelebekler uçuşmakta, arılar, sinekler vızıldamaktaydı. Kırlangıçlar gelmiş, bozulmuş yuvalarını tamir etmek için deli gibi koşturmakta; koca bacaklı laklak da dut ağacındaki eski yuvasına inmiş, yumurtlayıp yavru çıkarma uğraşındaydı…
Sümbül kadın, pazen şalvarının paçalarını çoraplarına sokmuş, başını beyaz bezle sarmış, öküzler yedeğinde; kocası Süleyman, poturlu ve çarıklı; o da nasırlı elleriyle pulluğun sapına yapışmış ev arkasındaki bahçeyi sürüyorlardı. Kabarmış toprak devrilip yayılırken mis gibi kokular çıkardıkça coştukça coşuyorlardı. Öyle sevinçli öyle neşeliydiler ki, yüzlerinde güller açmıştı. Kasım günleri bitmiş, Hızır günleri gelmişti ya sonunda; keyiflerine diyecek yoktu. Hey anasını, yaz gibisi var mıydı?
Sürüp sürgüleyecektiler, evlek evlek bölecektiler, çizi çizi edecektiler. Sonra buraya; soğan, sarımsak, kumpir, kabak, lahana, ıspanak; neler neler ekecektiler. Hey gidi gözünü sevdiğimin Hızır’ı! Ona da, bol bol ver ya Hızır diyecektiler…
Harman kenarındaki güvemliğin arka tarafında, koca kayanın da güne bakan yanındaki çukurumsu alandaydı. Kuytu bir yerdi orası. Biraz da gizli, saklı…
Kıçında çizgili kirli donu, sırtında amerikan bezinden mintanı, ayağında lastik pabuçları; bağdaş kurmuş, ısınmış çimenler üzerinde oturuyordu. Başı düşmüş önüne, kucağındaki her ne ise onunla konuşuyordu.
Bir ara, “hey deli” dermiş gibi bir ses geldi kulağına. Öyle dalmış ki, ister istemez irkildi. Başını kaldırdı, tepesinde dikilene şöyle bir baktı. Baktı ki, küçük abla Elmas’mış. Tabii ya dedi içinden. “Boklu delikli, başka kim olacak?” Kucağındaki mi diyecekti ona,” hey deli!”
Elmas, “napıyon bakalım sen burada” diyecekti ki, yutkunup diyeceğini içinde bıraktı. Çünkü kardeşi Veli’nin kucağında ana tüyüne yeni girmiş kızıl tüylü bir civciv vardı. Öyle durup kaldı, biraz seyre daldı; küçük kardeşin ne yaptığını anlamaya çalışacaktı. Okşayıp seviyor muydu acaba? Cinli ya bu çocuk, onunla konuşuyor muydu? Ya da kızmış olmasın sakın; yoksa tüylerini mi yoluyordu?
Başında Elmas mı var? Kim varsa var, çok pipisinde Veli’nin! O, kimseyi görmüyor, kimseyi duymuyordu. Bektaş Veli’ydi çünkü o; görmek istediğini görüyor, duymak istediğini duyuyordu.
“Hey Velicik!” dedi Elmas.
Veli’de ses yok
“Duymuyon mu?”
Ses yok.
“Hey delicik!”
Ses yok.
“İşitmiyon mu?”
Ses yok.
Veli, duyuyordu aslında ama ne güzel neşeliydi kendi dünyasında, insanların dünyasına geri dönüp gene kızmak istemiyordu.
“Eşek mi osuruyo burda?”
Kızma Veli, kızma Veli! Kim ki o? Boklu delikli işte, boklu delikli! Kendi kendine böyle derken sessiz sessiz güldüğü de gözlerinden okunuyordu. Aslında dudakları oynuyor, bir şeyler söylediği belli de kendisi bunun farkında değildi.
Elmas:
“Ağzın fısır fısır! Ne diyon deli?”
Veli:
“Boklu delikli...”
Elmas:
“Sen nesin ki? Sidikli kedi.”
Veli:
“Gırmızı belikli.”
Elmas:
“Deli deli tepeli…”
Veli:
“Git başımdan!”
Elmas:
“Gidecen şindi!”
Veli:
“Git demedik mi?”
Elmas:
“Şindi şindi!”
Veli:
“Eşindi eşindi…”
Elmas:
“Ulan keleş bodur!”
Veli:
“Eşindiyse horozdur…”
Veli sinirliyse Elmas, değil mi?
Veli deliyse, o değil mi?
Veli beş yaşındaysa kendisi de dokuz yaşında değil mi? Ama Veli, kardeş, o ise abla. Tabii ya! Yani Veli, küçüktü, Elmas ise büyük. Tabii ya!
Bana ne ulan ne halin varsa gör deyip çekip gitse miydi acaba! Çünkü sinirleri tepesine gelmek üzereydi. Çekip gidecekti gitmesine ama anasına ne diyecekti. Deli işte deli, hem de cinli perili dese derdini kime dinletecekti.
Bu anası da… Sarmıştı başına püsküllü belayı. Sanki Elmas, deli çobanı!
“Eşinmşse horozmuş! Lafa bak! Ulan piç gurusu! He şindi, he şindi!”
Nenesi:
“Macar gızıım!” demişti ona, “Çakır Elmas’ım… Hızır geldi bak. Artık yaz günleri başladı. Anan, buban işe çıktı bu sebepten. Çalışıp yorulacaklar. Yorulunca acıkacaklar. Kınalı gızıım, ekmeklerine katık ilazım…”
Bu yüzden yukarı bahçeye gelmiş, labada topluyordu ona. Tereyağında kavursun, üstüne de yumurta kırıp bir güzel yemek yapsın diye. Kuzukulaklı labadaları kucağına doldurup çok yaşlı nenesine götürecekti, sonra da ebegümeci çiçeklerinden deste deste toplayıp öküzlerin başına taç örecekti.
Elinde küçük bir bıçak, çömelmiş ayakları üzerine, geze geze taze labadalardan toplarken, “Elmas, Veli nerde ki?” diye seslenmişti Sümbül anası.
Elmas:
“Bilmen!” demişti
Anası.
“Gezinip duruyodu yukarlarda. Sesi soluğu kesildi. Görünmez de oldu. Alıp başını gitmesin bi yana!”
Elmas:
“Giderse gitsin! Baa ne! Kim dedi ona deli ol deye?”
Anası:
“Gidip bakıver gızım!”
Elmas:
“İşim var şindi!”
Anası:
“Ne işiymiş o?”
Elmas:
“Labada topluyom...”
Anası:
“Gelir gene toplarsın. Labadalar kaçmıyolar ya!”
Elmas:
“Baa ne!”
Anası:
“Hadi gözel gızım. Gaybolmasın! Daa geçenlerde gaybolunca az mı aradık…”
Elmas.
“O küçük de sankilim ben çok büyük…”
Kucağındaki labadaları bırakıp söylene söylene gitmişti. “Nerde olacak deli? Aha işte goca kayanın dibinde. Tutmuş çilli tavuğun pilicini… Cinli işte cinli… Hadi bakalım ne olacak şindi?”
Veli, beş yaşındaydı ama bazı kereler sanki kırktı, elliydi. Ne zaman neşelenip türkü söyleyeceği, ne zaman cinlenip sayıp söveceği belli değildi. Bir günü bir gününe, bir saati bir saatine uymuyordu. Bırakın günü, saati; bazen dakikası dakikasına uymuyordu. Öyle bir çocuktu. İyiyken bal gibi tatlı, esti mi başında deli yeller o zaman zehir gibi acı. Elmas, ne yapsın şimdi! Sevsin mi, sövsün mü? Çaksın tokadı dövsün mü? Ne yapsa baş edilmez ki onunla. Bu çocuk tam bir belaydı. Baş belası…
“Napıyon pilice?”
Veli, duymazdan geldi.
“Tüylerini mi yoluyon?”
Veli, işitmek istenmedi.
“Yoksam götünü mü bızıklıyon?”
Veli, bu sefer içerledi. Başını kaldırıp kırmızı gözleriyle Elmas’a baktı. Yüzü öyle bir hal almıştı ki, insan yüzü değildi yüzü, sanki şeytan yüzü. Elmas, durumu çaktı. Aha dedi içinden. Aha aha! Ha kudurdum ha kuduracak…
“Hadi kalk!” dedi, yumuşacık. “Kalk dudum! Hadi been akıllı dudum! Anam, çağır gelsin dedi de...”
Veli:
“Sen git!”
Elmas:
“Hadi amaa…”
Veli:
“Git başımdan dedik ya!”
Elmas, aldı kucağındaki pilici fırlatıp öteye attı. Öyle sıkı sıkı yakalamış ki arkadaşını, kopan tüyler havalarda uçuştu kaldı. O zaman Veli, yaylı gibi ayağa fırladı; ablasına olanca hırsıyla bir tekme salladı. Tekme tam dizine gelmişti Elmas’ın. Canı müthiş yanmış olacak ki, yere çöküp kıvranmaya başladı. Sonra sinirle kalktı. Kolundan tuttuğu gibi sürüklemeye başladı inat keçiyi. Ekmek yemek yerine sinirden kendini yiye yiye bitirmiş; zaten zayıfçık mı zayıfçıktı. Gelmek istemeyip de kendini yere atınca tuttu onu kucağına aldı. Sonra yamaç aşağı koşmaya başladı. Ambarın aşağı yerindeki kuyunun yanına gelince it yavrusu atar gibi onu yere bıraktı. Soktu küçücük kirli ellerini su kovasının içine; “hadi yıka yıka!” diye bağırmaya başladı. “Parmağını pilicin kıçına sokarsın, öyle mi! Sonra da ağzına sokup tadına bakarsın, iyi mi! Hadi yıka! Yıka yıka! Yıka pakla… Seni gidi pis cingene!”
Canına tak etmişti Elmas’ın. Nasıl etmesin ki; bir değil, iki değil, üç değil…
“Ulan yetti be, yettin be!”
Veli, ablasının elinden nasıl kurtulduysa kurtuldu. Kurtulur kurtulmaz da su kovasına bir tekme kütletip kaçmaya başladı. Sanki fırtına. Tut tutabilirsen. Elmas da kovalamadı zaten.
Dedi:
“ Ulan baa ne! Kaç kaçabildiğin gadar. Ananın amına gadar. Ya da cendeme gadar…”
Dili öyle dedi ama hem öfkesinden, hem çaresizliğinden içi yangın yeri gibiydi. Daha fazla dayanamadı, başladı ağlamaya. Çakır gözlerinden akan billur yaşlar başladı gül yanaklarından akmaya. Ağlaya ağlaya eve gitti. Nenesi evdeydi. Onu gözyaşları içinde görünce; “Ne oldu Elmas’ım?” dedi.
O zaman aklına geldi Elmas’ın. Labada toplayıp getirecekti ya hani. Tüh! Geldiği gibi çıktı, ağlaya ağlaya ev arkasına gitti. Gözlerini silmedi bile. İstedi ki, anası görsün; ne oldu kızım desin. O da ona; dellendi senin deli piçin, gene kavga çıktı desin. Lakin ne anası, ne de babası; bırakın onu görmeyi, farkına bile varmadı.
Sonra topladığı labadaları kucağına koyup gerisin geri eve yollandı. Eve geldiğinde gördü ki, fırtına Veli çok kaçmamış. Kendisini kovalayan kimse olmayınca dönüp geri gelmiş. Bir de baktı, ahlat ağacının altında; sırtını dayamış ağaç gövdesinin çatlak kabuklarına, orada oturmakta. Yan gözle baktı, sonra koşa koşa içeri kaçtı.
Nenesi:
“Ne oldu gızım?” dedi ona.
Elmas, açıp eteğindekileri gösterdi.
“İşte nene!” dedi, “Getirdim işte…”
Nenesi:
“Onu demedim. Neden ağlıyon sen?”
Elmas.
“Ağlamıyom ki! Gözüme kör sinek kaçtı.”
Nenesi.
“Yalan atma!”
Elmas:
“Valla ağlamıyom…”
Nenesi:
“Yalan atma!”
Tam o sırada kapı tık yaptı. Neydi bu tık eden şey, nene anlayamadı. Arkasından cam da tık yaptı. İçinden dedi; acaba kırlangıç mı çarptı? Arkasından tekrar kapı… Acaba kırlangıçları bir atmaca mı kovalamaktaydı? Eğer atmacaysa buralarda dolaşan… Eyvah! Hemen dışarı çıkmalıydı. Çünkü aç gözlü atmacalar civciv düşmanıydı. Civcivler de onun canıydı.
Elmas’ı bırakıp kapıyı açtı. Baktı ki ne görsün; karşıda küçük Veli; eğlip eğilip yerden taş alıyor, fırlatıp fırlatıp kapıya, cama atıyor...
“Veliii,” diye bağırdı ona. “neden taşlıyon camı kapıyı?”
Veli:
“Çıksın bakalım dışarı!”
Nenesi:
“Kim çıksın?”
Veli:
“Azrail’in baldızı!”
Nenesi:
“Kim?”
Veli:
“Sarı Sümbül’le gâvur Sülman’ın Elmas’ı…”
Nenesi:
“Gız Elmas, ne diyo bu?”
“Nene,” dedi Elmas, “deli işte, ne dediğini bilmiyo. Boş ver! Ört kapıyı sen. Orda yisin kendi kendini.”
Nenesi:
“Delirdi mi gene?”
Elmas:
“Deli diil o, guduruk!”
Nenesi:
“Çekiştiniz mi gene?”
Elmas.
“Eh işte…”
Çok yaşlı nene, çakır Elmas’ı dinleyip içeri geldi ki, bu umursamazlık küçük Veli’nin çok zoruna gitti.
Nene de onu kendi haline bırakıp içeri gidiyor ise… Zaten bu evde kimsenin gözünde insan değil ise… Hiç kimsecikler de onu sevip ilgilenmiyor ise… Anasıyla babası bile kendi keyiflerinde ise…
Başladı yeniden kapıyı taşlamaya. Cama atmıyordu artık ama. Kırılır diye korkuyordu. Taşladı, taşladı, taşladı… Baktı ki, kimsenin aldırış ettiği yok; bu sefer büyük taşlar atmaya başladı. Her vuruşunda kapı güm güm ediyordu.
Koştu Elmas. Kapıdan çıktı, merdivenden atladı, dışarı fırladı. Veli fırtına… Tut tutabilirsen. Tutulmadı tabii. Dönüp eve geldi. Elmas, eve gider gitmez o da ahlat ağacının altına geri geldi.
Ama taş atmaktan vazgeçmişti. Çünkü faydasız. Ne kadar atsa da öfkesi dinmiyor, bir tülü rahatlamak bilmiyordu. İçi içini daha beter yemeye başladı. Acaba ne yapsaydı? En iyisi acı acı bağırmalı, kötü kötü küfürler savurmalı. En iyisi… Olduğu yerde tepinerek, kesik başlı tavuk gibi havaya havaya zıplayıp yere düşerek bağırmaya başladı. Bağırmak ki ne bağırmak! Yoldan geçen biri görse, bu ses bu cılız çocuktan mı çıkıyor diye hayretler içinde kalırdı.
Başını camdan uzatıp insan gibi seslendi Elmas.
Dedi ona:
“Duducuğum, kes sesini! Şindi bubam duyacak, gelip dilini koparacak…”
Veli dedi ona:
“Sok başını içeri, tosbağa kemikli…”
Elmas, bir söyledi; o iki söyledi. Elmas, iki söyledi; o üç söyledi. Kavga ilerledikçe ilerledi. Sonunda duymuşlar; anasıyla babası geldi. Baktılar ki, hikâye aynı hikâye. Anladılar ki Veli, gene cinlenmiş, perilenmiş. Hemen gönlünü almalıydılar.
Sümbül:
“Sen git!” dedi, usulca kocasına “Ben şindi gandırın onu. Çabıcak susar.”
Süleyman, nedir bu başımıza gelen der gibi başını büküp gitti. Biliyordu ki, burada kalsa o da deli divaneye dönecekti.
Sümbül, mahsustan bağırdı eve doğru:
“Kim öfkelendirdi gene küçücük gızanımı? Sen mi zilli keçi? Yoksa sen mi gızdırdın ihtiyar keçi? Allah cezanızı versin! Şuncacık masumdan ne istediniz ki?”
Sonra gitti yanına. Gördü ki, ufacık çocuk sırf sinir. Öfkeden tir tir titriyor. Kavrayıp kucağına aldı. Sardı kollarıyla, başını göğsüne bastırdı. Zayıfçıktı zaten. Tüy gibi. Yüreği, küçük bir kuş yüreği gibi lüp lüp diye dövünüp duruyordu. Göğsünden dışarı, ha çıktım ha çıkacak. İçi darlandı o zaman Sümbül’ün. Ağlamamak için kendini zor tuttu.
Ne olacaktı bu çocuğun hali. Nereye başvuracaklardı. Kimden, nasıl medet umacaklardı. Bu çaresiz vaziyete şaşırdı kaldı.
Küçük Veli’yi götürüp yatağına yatırdı. Üstüne de yapağı yorganı attı. Azıcık yanına yatmalıydı. Öyle yaptı. Kolunu üstüne attı, sevgiyle sarıldı ona. Öfkesi geçeceğe benziyordu Allahtan. Zaten kendini yemiş eritmiş. Yorgunluktan ölmüş bitmiş. Az sonra uyur. Uyuyunca rüyalar âleminde gezinir de iyileşir belki dedi. Öyle dua etti. Ama kıpırdanıp duruyordu boyuna. Durmadan da iç çekiyordu. Kolay uyuyacağa benzemiyordu. Üfleyip püflüyordu çaresiz Sümbül. Duyacak, duyup gene içerleyecek diye de korkuyordu. Üflese püflese ne olacak ki! Kime ne fayda sağlayacak.
“Anlat bakalım,” dedi, küçük Veli’sine. “neden gızdın sen?”
Veli.
“Nenem kapıyı kilitledi. Eve gelme, git periler ülkesine dedi…”
Anası:
“Eli kırılsın onun. Hem de dili tutulsun!”
Veli:
“Tutulsun…”
Anası:
“Sen ne yaptın ona?”
Veli.
“Kapıyı taşladım.”
Anası:
“Kapının ne suçu vardı?”
Veli.
“Elmas, deli dedi.”
Anası:
“Dili tutulsun inşalla!”
Veli:
“Deli deli dedi. Kulakları küpeli... Hem de cinli perili…”
Anası.
“Ağzı yamılsın inşalla! Sen ne dedin ona?”
Veli:
“Boklu delikli…”
Anası:
“Ama olmaz ki! Ayıp. Ablaya öyle denir mi?”
Anası böyle deyince kalkıp oturdu. Alınmıştı gene.
“Neden yattın yanıma?” diye diklendi.
Anası.
“Uyu deye bebeğim…”
Veli.
“Ben bebek diilin. Ben Bektaş Veli’yin.”
Anası:
“Aferim saa! Derviş Veli’m!”
Veli.
“Kalk yanımdan!”
Anası:
“Neden?”
Veli:
“Kaaalk!”
Tövbe estağfurullah deyip kalktı Sümbül. Tam kapıya doğru yönelmiş gidecekti ki, Veli, bağırdı arkasından.
“Nereyi?”
Anası:
“Gidiyom bubanın yanına…”
Veli:
“Ben saa git mi dedim?”
Anası:
“Dedin ya…”
Veli:
“Gel yanımaa, gel yanımaaa!”
Bu sefer de yastığa koydu başını, böyle deyip deyip başladı ağlamaya. Çaresiz döndü Sümbül. Geldi gene uzandı yanına. Uzandı ama ne fayda, ne yapsan yaranılmaz ki bu deli oğlana.
Gene kalktı. Kazık sıçanı gibi oldu yatakta. Dikti kanlı gözlerini de zavallı anasına; başladı avaz avaz bağırmaya.
“Ben saa yat mı dediiim? Kalksanaaa kalksana!”
Yok canım, deli olmak işten değil! Çıldıracak gibiydi Sümbül. Onu dinleyip ister istemez ayağa kalktı. Ya sabır, ya sabır! Kalksan olmaz, yatsan olmaz, gitsen olmaz, kalsan olmaz. Yat, kalk, yat, kalk… Asker talimine tamam da, zıbarıp uyusa… Ne yapacağını şaşırmıştı. Kocası da arka bahçede yalnız…
Öbür odadaya seslendi. Elmas geldi.
“Ne var?” dedi.
Sümbül:
“Buban yalnız. Git yardım et ona.”
Elmas.
“Abam etsin.”
Sümbül.
“O nerde?”
Elmas:
“Aşağı mahallede. Gezmede...”
Sümbül:
“O zaman git bul! Been başım bu deliyle dertte. Ondan başkası avutamaz artık bunu. Elimden bi kaza çıkmadan çabık gelsin eve…”
**
Komşuları Kara Ümmüş, deyip duruyordu; “cinler, periler sarmış bunu. Buğup öldürecekler bi gün. Üsküp’te bi hoca varmış, nefesi guvvatlı. Götürün ona da okuyup üflesin. Ne duruyonuz daa?” Götüreceklerdi zaten. Kış bitsin, havalar azıcık ısınsın diye bekliyorlardı.
Havalar ısınmıştı artık. Yaz geldim gelecek. Ne kadar kalmıştı şunun şurasında. Gözüm, kulağım diyene kadar işler bastıracaktı. O zaman iki ayaklarını bir pabuca sokacaklardı. Bir gün bile beklememek, yarın sabah erkenden yola düşmek lazım.
Ama kolay değil, nasıl olacaktı bu. Üsküp, ta anasının gözünde… Yakın bir yer değil ki. Öldür Allah bu çocuk oraya kadar yürümez. Sıra sıra kucaklarında taşısalar, bu sefer de onlar geberecekti.
Gittiler korucu Şevket’e; konuştular, anlattılar. “İşte” dediler, “durum bundan ibaret.” Boz eşeğini bir günlüğüne ödünç istediler.
Şevket dayı:
“Olur tabii,” dedi, “neden olmasın ki! Komşu diil miyiz bugüne bugün? Komşu komşunun tuzuna… Dimi ama…”
Çok sevindiler. Boz eşeği yedekleyip hemen eve getirdiler. Çektiler ahıra; önüne bir leğen arpa verdiler, arkasından bir kova da su içirdiler. Eşek davul gibi şişince sırtına semeri yüklediler, Veli’yi de üstüne bindirdiler. Yanlarına yolluk bir şeyler alıp hadi bakalım dediler. Yolcu yoluna…
Tozlu araba yollarından, bazı yerlerde keçi patikalarından yürüyüp kaç dere, kaç tepe geçtiler; üç saat sonra cinci hocanın köyüne geldiler. Sordular birine, yerini öğrendiler. Hoca evdeydi Allahtan. Önce hoş beş ettiler ayaküstü, durumu izah ettiler. Sonra içeriye geçtiler.
Bu hoca, çokbilmişti besbelli. Çünkü önünde kitap filan yoktu. Kitapsız hoca, ince dudaklarını oynata oynata okudu babam okudu. Arada sırada da kuvvetli nefesini üstüne üfledi. Hem de ağzını bir karış açıp sakallı çenesini titrete titrete ne çok esnedi.
Süleyman; nazar da var dedi içinden. Nazar nazar… Ama içine bazı şüpheler düştü. Çünkü kendi köylerinde nazar duası bilen çok kişi vardı. Kaç kez okutmuşlardı. Onlar da böyle esneyip duruyorlardı. “Nazar olmuş” diyorlardı. “Geçecek inşallah” diyorlardı ama değişen bir şey olmamıştı. Nazar olan Sümbül olmasın sakın dedi içinden. Çünkü hoca, okuyup üflerken Veli anasının kucağında oturuyordu. Hocanın, hem okudukları, hem de üfledikleri ikisinin üstüne de gidiyordu. Neyse. Dur bakalım…
Fasıl, oldukça uzun sürdü ama sonunda bitti.
Hoca:
“Uğrak olmuş.” dedi, “Gece vakti küllüğe işemiş olacak… Kötü bir cine çarpılmış. İmansız cin çok uğraştırdı beni. Ama meraklanmayın, çıkardım Allahın izniyle. Kıstı kuyruğu it gibi, arkasına bakmadan gitti. Bir daha kolay kolay gelemez. Ha, belli mi olur dersek… Ne olur ne olmaz. Biz işi garantiye alalım. Bir de muska yazayım size. Çocuğun boynuna takın. Gece gündüz taşısın. Yanından hiç ayırmasın. İmansız cin, inat edip gelmeye çalışırsa muska onu koruyacak. Değil içine, yakınına bile sokmayacak. İçiniz rahat olsun. Tatlı canınızı hiç sıkmayın…”
Çok duacı oldular hocadan. Çok memnun kaldılar. Emeğinin karşılığı olan parayı da dizinin dibindeki şilteye koydular. “Hadi Allah’a emanet ol” deyip ayrıldılar.
Veli, eşekte, onlar yedekte yola koyuldular. Kaç dere, kaç tepe demediler; tam üç saat yol gittiler.
Eve geldiklerinde gün kavuşmak üzereydi. Birazdan akşam olacak. Bu meşakkatli işi bir gün içinde bitirdiklerine sevindiler…
**
Veli, çok yorulmuştu o gün. Dışarı çıkıp oyuna gitmedi. Erkenden yattı. Yatar yatmaz uyuyakaldı. Uyuyunca da rüyalar elemine daldı.
Rüyasında, hiç bilmediği bir ülkede, daha önce hiç görmediği bir yerde şırıl şırıl akan bir derenin yanındaydı. Derenin kenarında geniş bir mısır tarlası vardı. Tarlanın kenarında elmalar, ayvalar, narlar vardı. Bir de gövdesi çok kalın, çok dallı, çok yapraklı ulu bir ceviz ağacı vardı. Sanki pekmez hane yanına benziyordu ama kesinlikle orası değildi burası.
Dikilmiş dereye bakıyor, baktıkça da şaşırıyordu. Çünkü suda kırmızı kırmızı balıklar vardı. Bu balıklar, bildiği balıklara hiç benzemiyordu. Tuhaf balıkların gövdeleri küçücük, başlarıysa kocamandı. Kocaman başlarında el feneri gibi yanan kocaman gözleri vardı.
Yanında kimsecikler yoktu nedense. Yalnız, tek başınaydı. Öyle olduğunu sanmaktaydı ama bir de baksa az ötede; kaşıyla, gözüyle, yüksekliği ve inceliğiyle, saçının rengi, üstündeki giysileri ve her şeyiyle kendisine ikizi kadar benzeyen birisi vardı. O birisi; eğilip eğilip yerden taş alıyor, fırlatıp fırlatıp ceviz ağacına atıyordu.
“Hey!” diye seslendi ona.
Cevizi taşlayan çocuk, onu duyunca durup azıcık baktı. Sonra yeniden taşlamaya başladı.
“Orda ne yapıyon sen?”
Çocuk:
“Ceviz topluyom.”
Veli:
“O ceviz kimin?”
Çocuk:
“Şevket dedenin.”
Veli.
“Ya görüp gelirse…”
Çocuk:
“Gelirse gelsin…”
Veli:
“Korkmuyon mu?”
Çocuk:
“Neden korkayım? Beni göremez ki!”
Veli:
“Aaa! Göremez mi?”
Çocuk:
“Göremez.”
Veli:
“Neden göremez?”
Çocuk:
“İşte…”
Böyle konuşa konuşa kendisine çok benzeyen çocuğun yanına gitti Veli.
“Seen adın ne?”
Çocuk:
“Benim adım Kerim. Cin Kerim…”
Veli:
“Cin mi! Sen cin misin?”
Çocuk:
“E işte…”
Veli, o zaman boynundaki muskayı çıkarıp ona gösterdi.
Çocuk:
“O ne?” dedi.
Veli:
“Muska…” dedi.
Çocuk:
“Neden taktın onu?”
Veli.
“Cinci hoca yazdı bunu. Korkmuyon mu?”
Çocuk:
“Neden?”
Veli:
“Bundan…”
Çocuk:
“Muskadan mı?”
Veli.
“Muskadan…”
Çocuk.
“Hayır. Yalancı hocanın yazdığından kim korkar!”
Veli:
“Kimse korkmaz mı?”
Çocuk:
“Korkmaz.”
Veli:
“Sen de korkmuyon …”
Çocuk:
“Korkmuyorum.”
Veli:
“Yalan atma!”
Çocuk:
“Korksam kaçmam mı?”
Veli, az düşündü o zaman. Az düşününce aklına nenesinin anlattıkları geldi. Onun dediğine göre insan, cini görebilirmiş ama tutup bir yerini elleyemezmiş. Denemek istedi. Uzandı hafifçe, şu cin Kerim’in elini tutayım hele dedi. Ama işlem gerçekleşmedi. Bu duruma şaşırdı ama hemen aklını çalıştırdı. Ve hiç korkmadı. Çünkü bu, bir cindi tamam da oldukça zararsızdı…
Birden asılıp boynundaki muskayı çekip kopardı. Cin korkutmayan üfürükçü hocanın on kuruş etmez değersiz malını fırlatıp dereye atı…
Yarın olduğunda baktılar ki, akşam taktıkları muska sabah boynunda yok. Şaşırdılar. Veli’ye sordularsa da cevap alamadılar. Döşekleri, yorganları toplarken onu odanın uzak köşesinde buldular. Aldılar, gene boynuna taktılar. “Çıkarma çocuğum” diye de tembih ettiler. Ama onun aklında olan tembih değil, Cin Kerim’in söyledikleriydi. Kimse yokken gene çıkarıp attı. Gene arayıp buldular, nefesi güçlü hocanın yazdığı muskayı gene boynuna taktılar. Bu sefer tembih etmediler; “sakın çıkarma çocuğum” diye yalım yalvar ettiler.
Veli, yalvarmayı da dinlemedi. Bir gün kalktı, rüyasında gördüğü yere benzeyen pekmez hane dersine gitti. Baktı ki, deredeki balıklar kırmızı değil. Hem kocaman başlı ve hem de ışıklı gözlü değil. Ama rüyasında gördüğü gibi bir mısır bahçesi vardı. Gene derenin kenarında kocaman bir ceviz ağacı... Acaba Kerim de oralarda mıydı? Öteye, beriye bakındıysa da kimsecikleri göremedi. O zaman boynundaki muskayı çekip kopardı. İpinden tutup savurdu, salladı; sonra fırlatıp dereye attı.
“Ha şindi,” dedi, “bulabilirseniz bulun bakalım!”
**
Sene, bin dokuz yüz altmış ikiydi o zaman. Aradan günler, haftalar geçti. Sonra aylar, yılar geçti. Veli’nin deliliği geçmedi. Ablasıyla değil ama şeytanlaşmış insanlarla olan kavgası bitmek tükenmek bilmedi. Çünkü o; deli değil, Bektaş Veli’ydi…
Tevfik Tekmen. Şubat/2011/ Lüleburgaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.