- 1205 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
BİR DÜNYA MARKASI
Ben elmasım, sanat sensin
Pırlantaysam emek senin;
Parlıyorsam ışık senin,
Ama bir de parçalarsan,
Kırık senin, kırık senin öğretmenim...
İşte en çok sevdiğim dörtlük. Hatice Kültür isimi öğrenci dizelerinde öğretmeni ne de güzel anlatmış…
Vezirköprü Atatürk İlköğretim Okuluna tayinimin çıktığı ilk yıl çok istememe rağmen birinci sınıfı vermediler. Belki de köyden şehre yeni geldiğim için başarısız olacağımı düşünüyorlardı. O yıl emekliye ayrılan bir meslektaşımın sınıfını almak zorunda kaldım. Elimden gelen gayreti göstermeme rağmen istenilen başarıyı gösteremedim. Bazı sınıf kurallarını öğrencilere öğretirken güçlük çekiyordum. Çünkü birinci sınıfta öğretilmesi gereken davranışların beşinci sınıfta kazandırılması gerçekten sabır istiyordu. O yıl çok yorulmuştum. En önemlisi bir arpa boyu yol gidememiştim. Kısacası büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştım.
Kararımı vermiştim. Ertesi yıl direnecek ve okul müdüründen birinci sınıfları isteyecektim. Kendi sınıfım olacaktı. Kendi kurallarım ve kendi doğrularım… Kimsenin eli değmeden çiçeklerimi kendim yetiştirecektim. Israrcı tavırlarımla istediğimi elde etmiştim. Kırka yakın öğrencim vardı. Sınıfımın kalabalık olması umurumda değildi. Benim sınıfım, benim bahçemdi. İstediğim şekilde sulayacak ve en güzel çiçekleri ben yetiştirecektim. Mesleğimin yirminci yılı olmasına rağmen tekrar tekrar kitapları karıştırıyor, cümle yönteminin bütün inceliklerini not ediyordum.En kısa zamanda öğrencilerime okuma yazma öğretmem gerekiyordu. Kendimi idareye ispat etmem gerektiğine inanıyordum. Bunun için sert sessiz harfleri çaktırmadan daha vurgulu okuyor, her fişe uygun öyküler anlatıyor,drama çalışmalarına ağırlık veriyordum.Fiş cümlelerini öğretirken sadece Işık ılık süt içmiyor,bütün sınıf ılık süt içiyorduk. Köylerde onca zorluğa rağmen bunu başarmıştım. Şehirde daha kolay başaracağımı biliyordum.
Sınıfım erkek ağırlıklıydı. Sanki geleceğin bütün yakışıklı delikanlıları benim sınıfımdaydı. Ne güzellerdi Tanrım! Beyaz yakaları, koyu lacivert önlükleri ve gri pantolonlarıyla muhteşemlerdi. Ama biri vardı ki, diğerlerinden farklıydı: Adı Berkay Aykurtlu. Arkadaşları ona kısaca “Beko” diyorlardı. Bu kısaltmanın doksanlı yıllarda televizyonda çok sık tekrarlanan bir reklamdan etkilenerek söylendiğini sonradan öğrenecektim.
Berkay, mini minicikti. Sapsarı kafası, bembeyaz teni ve kısacık boyuyla yumurtayı andırıyordu. Berkay’ın utangaç tavırları, tahtaya çıktığında sürekli önlüğüyle oynaması, önüne bakarak konuşması beni bitiriyordu. Onu izlerken bütün yorgunluğumu unutuyordum.
Bu güzel çocuğun bir de kaprisli yanı vardı. Daha ilk gün kızları hiç sevmediğini ve onlarla oturmak istemediğini söylemişti. Söyleyişinde biraz şımarıkça tavırlar olduğu halde ona kızmıyordum. O kadar sevimliydi ki… Nedenini sorduğumda kızlara sinir olduğunu, sevmediğini söylüyordu. Onu okuldan soğutmamak için,”Peki dediğin gibi olsun” demiştim. Kendisiyle aynı boydaki bir arkadaşını yanına oturtarak bu meseleyi kibarca kapatmıştım. Günler ayları kovalamış, zaman su gibi akıp gitmişti. Neredeyse sınıfın tamamı yarıyıl olmadan okuma yazmaya geçmişti. Bir tek Fazıl Ahmet Sözen okuma ve yazmaya geçmemişti. İşin komik tarafı pek de geçmeye niyeti yoktu. Çünkü zamanının büyük bir kısmını beslenme çantasından bir şeyler atıştırarak geçiriyordu.
Kararımı vermiştim. Öğrencilerimi test yapacaktım. Devletin kitaplarının dışındaki kaynaklar yasak olduğu için basit görseller de kullanarak, üç seçenekli ve on soruluk çalışma kâğıdı hazırlamıştım. Zaten diğer günler gerekli alıştırmaları tahtada yapmıştım. Benim mimi mini birlerim, bu üç seçenekli hayat bilgisi testine hazırlardı. Beslenmeden sonraki saatte test kâğıtlarını dağıttım. Onlar da benim kadar heyecanlıydı. Bütün sevimlilikleriyle oflayarak soruların doğru seçeneklerini işaretliyorlardı. Sınav kâğıtlarını özenle topladım. Güzelce çantama yerleştirdim. Akşam yemekten sonra okuyacaktım. Sonucu ben de merak ediyordum. Planladığım gibi yemekten sonra okumaya başladım. Hale Özcan, Nida Fişekçi, Burak Karadaş… derken, sıra Berkay Aykurtlu’ya gelmişti. Yazılı kâğıdının sol üst köşesinde aynen söyle yazıyordu:
Adı: Beko
Soyadı: Bir Dünya Markası
Sıcacık bir gülümseme bütün vücudumu sardı. Benim Dünya Markası bütün soruların cevaplarını hatasız işaretlemişti. Aslında vücudumu saran yüreğimdeki çocuk sevgisiydi. Günün yorgunluğu ve stresinden eser kalmamıştı. Galiba mesleğime yeniden aşık olmuştum… Ertesi gün onu yanıma çağırdım:
_Söyle bakalım Dünya Markası. Büyüyünce ne olacaksın?
_Gullit, dedi.
_ Ben bilmiyorum. Kimmiş bu Gullit?
Gülümseyerek:
_Öğretmenim, hani şu kuş yuvası kafalı bir adam var ya...
_Evet!
_Hani saçları tiftik ya, işte o futbolcudan olucam.
_Ama senin saçların tiftik değil ki?
_Olsun! Annem bigudilerle saracak.Benim adım Kıvırcık Marul olacak.
Söyledikleri kendisinin de hoşuna gitmiş olacak ki, kıkırdayarak yerine geçti.
Beşinci sınıftan mezun olduktan sonra Samsun’a taşındıklarını duydum. Çünkü anne ve babası boşanmıştı. O şimdi Bartın’da Spor Akademisinde okuyor. Belki de Dünya Markası olacak öğretmenleri…
Yazan:MEHPARE GÖKÇE