- 688 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
'aşağılık herif'
‘-Hey be yağını, domatesini, yumurtasını sevdiğimin menemeni! Ne özlemişim kerataya ekmek banmayı’ derken Abdullah gülümsüyordu.
Kocaeli’nden dönüşte Gölcük yakınlarında dinleniyordum. Balıkçıların arasına girip, balık alma düşüncesiyle dolaşırken bir köşe de pişiveren menemen dikkatimi çekmişti. Gözümü kaldırıp, tüpün üzerinde ağır ağır pişen domatesin aşçısına bakınca ağzımdan birden ‘vay apo kardeş’ çıkıvermişti. Abdullah’la pazarcılık yaptığımız günlerde tanışıklığımız olmuştu. İlk Pazar yerini ararken, kendi tezgâhlarının bir kısmını bana seve seve vermişlerdi. Sonra Bayram’da zulayı bitirdiğim için tekrar mal almayı düşünmemiştim. O günden beri de pazara çıkmıyordum. Alışverişi de marketlerden yaptığım için pazara gitmeme gerek kalmıyordu. Muhabbet etmeye menemen bitmeye yakın başlamıştık. ‘İstanbul’a gidersen eğer Sefaköy’e uğrayabilir misin’ diye soruyordu. İstanbul’a gitsem bile ‘Kadıköy’den karşıya geçesim olmaz be apocum’ derken canının hafiften sıkıldığını anladım. Uzun, yer yer ak düşmüş sakalını sıvazlıyordu. Biz otururken zabıta ekipleri motosikletle devriye geziyorlardı. Garip bir sitem besliyordum onlara karşı:’ Nasıl burada aranız nasıl zabıtalarla’ diye sorduğumda, ‘zabıta bakmıyor artık, pazarcılar odasına geçti buralar’ diye önemli bir malumat vermişti. ‘E’ dedi, ‘kardeş evlenmiyor musun, yaş geçiyor, günah bak bu ortamda bekar kalmakta’ derken, biraz önceki moral bozukluğundan uzaklaşmış gibiydi. ‘Apocan’ dedim, ‘güzel insan, Allah’ın kulu, var, var da kısmet benim pek hevesim yok kardeşim.’ ‘Olmaz öyle, olur mu yahu, hem var diyorsun, varsa biri tez zamanda bitir işi işte.
Abdullah’la sarıldık, tokalaştık, ‘eline sağlık, Allah razı olsun kardeşim’ senden temennileriyle yanından ayrılıp, sahile doğru kendimi attım. Garip bir his vardı içimde. Zehra’yla yarın son görüşmemiz olabilirdi. Böyle hissederek de onunla görüşmeye gitmek istemiyordum.
Kadınlar, kızlar fark etmiyor, bu dünyanın döngüsünde bir nevi hayvansal özümüzden gelen çiftleşme güdüsü var. Elbette bu güdünün, ruhsal boyutları da var. Mitolojik olarak düşününce de kadın ve erkeğin aynı bedende olduğu ve daha sonra bu bedenin tek kılıç darbesiyle birbirinden ayrılıp, dünyaya karıştıklarını ve insanın bir ömür boyunca varlığının eşi olan cinsiyeti aradığını söylemek lazım. Bunları martılara anlatıyorum. Sahi bu ülkenin garip kuşları onlar da. Bazıları kesip, tavuk eti diye yedirir millete. Çoğu da ekmek, simit atar; leş sevici hayvan karbonhidrat sevdalısı Nuriye hanım gibi sırıtmaya başlar. Nuriye hanım vardı mahallemizde. Her gün spora giderdi sabah. Üç kişi yürüyordu o sokakta yürürken. Önce göbeği, sonra o göbeğe ait organlarmış gibi sallanan sarkık göğüsleri, arkada poposu da ayrı bir kişiliğe sahipti. Spordan dönüşte büyük saydam poşetin içerisinde en az beş tane somun ekmek olurdu. Kahvaltı için yeteri kadar spor yaptığını düşünüyordu. Balkonda oturup, zaman zaman o kadının evine dönüşünü seyrederdim. Sporu zayıflamak için değil, daha fazla acıkmak için yaptığına kanaat getirmiştim. Sonraları midesine kelepçe taktırdığını ve kelepçenin çıkardığı sorun sonrası birkaç aya rahmetli olduğunu duyduğumda üzülmüştüm.
Sahilde bank sayısı insan popülasyonunu karşılayamayacak kadar azdı. Yaşlı bir adamın yanındaki boşluğu görünce, maksat biraz dinlemek olsun diyerek istemeyerek de olsa yanına oturdum. Gazete okuyordu. Sayfalar elinde ağırlaşıyor, haberler hiç yaşamamış gibi slow motion bir görüntüyle var oluyordu. Birkaç saçma sapan fıkra yazılarına değinmek bile istemiyorum. Arka sayfa da etkilenmemesi güç bir mankenin resmi vardı. Mankene dikkat kesildiğimde tanıdığımı fark ettim. Gözümü çevirip, denize bakmak istediğim anda yaşlı adam öksürerek konuşmaya başladı:’ Genç, görüyor musun devletin halini? Bir acayip olduk, çok acayip olduk vallahi billahi. Benim zamanımda daha iyiydi insanlar sanki. Şimdi anlamaz oldum yeni nesil nasıl, çocukların, gençlerin ellerinde telefonlar, artık konuşmuyorlar. Benim torun evlendi. Geldiler geçen yanıma. Oturmuş kocası telefonla uğraşıyor, benim torun elinde telefonu fotoğraf çekip duruyor. Otuz yaşına gelecek, fotoğraf çekip duruyor. Beni de alet ediyorlar kendi muzipliklerinin içerisine.’ İlgilenmiyor gibi yapmaya çalışıyordum. Aslında ilgilenmiyordum da gerçekten. Yüzüne bakarsam konuşmayı uzatacağının da farkındaydım. Avucumda dolandırdığım sigaraya bakarak ‘içersem rahatsız olur musunuz’ diye sordum. ‘İç tabi iç, ben de çok içtim zamanında ama bırakalı sekiz yıl oldu. Yaşlanınca insana nefes almak bile dert genç’ dedi. İkide bir ‘genç’ deyip durmasından da rahatsız olmaya başlamıştım. Sigarada çektiğim fırt sonrası yüzüne bakmadan ‘emekli olmadan ne iş yapıyordunuz’ diye sordum. ‘Ben’ dedi, ‘ben çocuk esirgeme kurumunda müdürdüm, Ankara’da’. Emekli olduğu mesleği garip bir şekilde beni rahatsız etmişti. ‘Çok çocuk geçti elimden, büyüttüm veletleri. Çok zor iş.’ Bir şeyler gevelemeye başlayacağını hisseder gibiydim. Belki de yaşlandığı için artık eski günahlarından arınmak istiyordu. Bunu ona sorma ihtiyacını duyumsuyor ancak böyle bir saçmalığın içerisinde kendimi bulmak istemiyordum. Yüzüne baktım. Gerçekten pişman olabilecek bir insanın bakışına baktığımı düşününce, korkmaya başladım. Eski yuva hikayelerini araştırıp, okuduğum için bu konuda pek de konuşmaya hevesli değildim. On yedi yaşına gelmiş bir sürü genç kızı, buluğ çağına girmek üzere olan tüysüz erkeklere tecavüz eden yuva annelerini, bekçilerini, müdürlerini bildiğim için yaşlı adam hiçbir şey anlatmadığı halde ondan tiksinmeye başlamıştım. Sanki şimdiye kadar duyduğum bütün bu pisliklerin müsebbibi o yaşlı adammış gibi düşünüyordum. Kendimden de rahatsız oluyordum. ‘Size iyi günler’ diyerek yüzüne bakmadan ayağı kalktım. Yutkunma sesini alabilmiştim. Bir şey diyecekti, belki de ‘ben hayvanın, pisliğin tekiyim, benim şimdiye kadar çoktan gebermem gerekiyordu ve günahlarımın cezasını çekmem gerekiyordu ama hala ölmedim, sadece düşünerek ve hatırlayarak cezamı çekiyorum’ diyebilirdi. Sahi, böyle bir şey diyebilir miydi?
Ayağa kalktım. Zehra aklımda bile değildi uzun zamandır. Belki bu süre yarım saat olabilirdi. Sonra Zehra’ya da ayıp ettiğimi fark ettim. Nazik olayım diye karşımda adamakıllı yemek yemiyordu. Ben de o yiyemiyor diye yemiyordum. Ondan ayrılınca eve gidince beş yumurta kırıp, afiyetle mideye götürüyordum ama sorun beraber olduğumuzda pek bir şey yiyemiyor oluşumuzdu. Sorunum bu olabilir miydi? Onun aklında ve kalbinde her şey daha farklı ilerliyordu. Kendi dünyasında yavaş yavaş bana ait bir dünya var etmesine karşın ben onu kendi hayatımda düşünmüyordum. Hala uyuduğum yatağın duvarla bitişik olan kenarlarına yastıkları diziyordum. Çarşafı iki haftada bir değiştiriyor, yastığı de kılıfsız kullanmıyordum. Sabah uyandığımdaysa yorganı düzeltmeyi sevmiyordum. Düzenli biri olmadığım için de böyle yapıyor olabilirdim. Makineden çıkan ıslak çamaşırları kurutmalığa asmadan önce önceki yıkamadan astığım ve kurumuş çamaşırları bir kenara topluyordum. Birkaç tane eski kurumuş çamaşırların arasına yeni ıslakları asıyordum. Bir nevi döngü biçiminde işleyen bu işi bozmaya hiç niyetli değildim. Zehra gelecekti ve çamaşırları kendi istediği gibi asacaktı. Kurumuş çamaşırları tek tek dolaba yerleştirecekti. Kendi atletleri, penyeleri, külotları olacaktı. Onun iç çamaşırlarıyla benim iç çamaşırlarımı bir arada görecektim. Hayır, buna yürürken sahilde, düşünürken dahi katlanamıyorum. Böyle bir şeyin olabilme ihtimali bile beni rahatsız ederken, gerçekleştiğini hayal etmek bile azap verici. Sonra onun da kendi istekleri olacak. Şimdiye kadar kendi karakteri biçiminde yaşamış olduğu hayatının sınırları olacak ve bundan belki de asla taviz vermek istemeyecek. Yemeğe başlarken önünden başlayacak tabağın. Ortak bir tabak sadece pilav için olacak, her akşam yemeğinde iki tabak birden koyacak. Belki de bu dörde çıkacak. İkisi çorba kasesi olacak, ikisi de ana yemek için olacak. Ara sıcak filan umurunda olursa, onu kayık bir tabak içerisine koyacak. Bu tabak çeyizlik cam bir kayık tabak olacak ve ben ondan hep nefret edeceğim.
Sonra bir gün bana kızacak ‘neden çocuk istemiyorsun?’ Garip bir söylem de olabilir, hatta bunu Alman filozoflar ikinci dünya savaşından sonra düşünüp, taşınmış da olabilirler ve Sartre’nin burukluğu dolacak bu güncelleme içerisine. Bulantı mı olacaktı o ve sadece var olmak için yaşamak mı kalacaktı dilimizin ucundaki o miligramlık keyfe? İstemiyorum derken gülecek miyim? Onun masumluğu üzerinden biz prim yapmayalım diyeceğim. Bunu asla kabul etmeyecek. Doğanın da, dinin de bir doğal süreci diyecek, ayrıca ‘istiyorum´ diyecek. Bense ‘ondan prim yapıp, sağa sola onunla hava mı atmak isteyeceksin’ diyeceğim. Belki de bunu bağırarak da söyleyebilirim. Kendi yapamadığımız bazı şeyleri onun üzerinden yaptırmak için uğraşacağız. Doktor mu olmak istiyordun ve büyüyünce pek de hevesli olmadan bir üniversite de bölüm mü kazandın? Sahiden böyle bir hayatın kadını olarak şimdi gelecek çocuğunun doktor olmasını isteyecek ve onun için mi gururlanacaksın? El aleme gösterme çabası mı? Belki de dünyayı kurtarır değil mi? Bir ruh hastalığı değil mi illa da bir çocuk sahibi olmak? ‘Bir gün gelir, artık göğüslerimin ruhumu kemiren bir şeyler tarafından ele geçirilip, mahvıma sebep olan da sen oluyorsun’ diyebilir. Sonra o kutsal son gelir de, boşanma davasını açar. Hakim davanın sebebine bakar:’ Eşim çocuk sahibi olmak istemediği için ve beni de buna zorladığı için, böyle bir karara saygı duymayıp, önemsediğim bir şeyi, anneliğimi benden esirgediğinden dolayı ona boşanma davası açıyorum.’ Zehra tüm bunların olması gerekiyor mu?
Bir gün zeki olduğuna inandığım arkadaşlardan birinin benim hakkımda izlenimlerini dinliyordum:’ Geçen de senin yazdığın bir yazıyı okudum. Arkadaşın biri okuttu bana. İnanılmaz bir çöküş görüyorum zihninde. Ahlaki değerlerin paradigmasına yönelik sanki özel olarak bir çeşit kurmaca içerisindesin. Benzetmelerin filan aptalca. ‘Göt gülü’ diye bir hikayen var, açtım okuyayım dedim. Adamın biri hemşirenin tekine taparcasına aşık oluyor. Kısa bir hikaye bu. Neyse bu adam sonra o hemşireyle görüşmek için aptalca hastalıklar buluyor. Kadının çıkış saatini hesaplıyor. Hemşire servise bindiği için bir türlü yakalayamıyor onu ama en son aklına dahiyane bir fikir geliyor. İğne vurdurma bahanesiyle hastaneye gidiyor. Hemşire perdeyi kapatıp, son derece nizami bir şekilde ‘sıyırınız’ derken, adam pantolonu yarıya kadar indirip, külotunu da dizine kadar çekiyor. Hemşire tam iğne vuracak, adam kıçının arasına sıkıştırdığı çiçeği dışa doğru kendi zorlayarak iteletiyor. Hemşire bunu görünce çığlık atıyor. Adam artık nasıl bir psikolojik bozuntu içerisindeki, sanıyor o gülü hemşire gördüğünde, ıkınıp o gülü makatından çıkardığında, hemşire ona aşık olacak. Var mı böyle bir hikaye, anlatış tarzı arkadaş! Ahmakça ve iğrenç yazılarından tiksindim. Bu sadece bir örnek, standart ahlak kurallarını yok sayan bir sürü örnek daha sayabilirim. Beynin temel algısal bütünlüğünü bozup, birilerinin seni yönlendirdiğini düşünecek kadar beni psikoza sokuyorsun. Nasıl bir ahlak olgusu bu arkadaş? Tiksiniyorum senden.’
Zehra gözlerini belertip, en azından tatlı bir rüya içerisine sokabilirdi beni. Bu bariz bir sevgi uyuşması olurdu. Ona aşık olmadığımı biliyordum. Güzel bir şeye başlamam gerekiyordu, tabi ki ölüm her yaştaydı, her an o dehliz içerisinde kalabilirdim. Eve dönene kadar aklımda bir şeyleri yanlış yaptığım fikri kafamı kurcalıyordu. Boğumu çok sıkı olan bir şey vardı ve ben onu çözemiyordum. Metafizik bir deneyim gibiydi kendi özdeşimin sıkıntısını bulmak. Bu kaba arayışa yol gösteren iğrenç figürler topluluğu vardı. Televizyonda yaşanmış iğrenç hadiseleri canlandıran dizilerin ruh halini nefesim tutuyordu. Zehra’nın en yakın arkadaşlarından Bensu’nun bacaklarını aklımdan çıkaramıyordum. Zehra bunu duysa, bu düşüncemi bilse zaten beni terk ederdi. O terk etmeden, suçluluk psikoloji içerisinde benim onu terk etmem gerekiyordu. Oysa Zehra’nın bacaklarını değil, saçlarının uzunluğunu dahi bilmiyordum. Kağıt üzerinde hesaplanması güç o integral sorusunun bilgisayar yardımıyla çözümü gerekiyordu. Bunu, kendi ruhsal sorununu psikiyatr uzmanı ile çözmek isteyen insanın haline benzetiyordum ama bu halimle doktora böyle bir realiteden bahsetmem mümkün olamazdı. Doktor farklı bir gözle bakarsa, doktoru da terk edebilirdim.
Çıldırırcasına inliyordu o kuş. İki ciğere çok yakın bir pompanın infilak edeceği saat yaklaşıyor gibiydi. Var olmaktan kurtulmanın yoluydu kendime yapacağım bu kötülük. Başkaları için gerçekten bir iyilik olacaktı. Lavaboda yüzümü kaç defa yıkadığımı bilmezken, telefondan gelen sesi duydum. Zehra’ydı mesaj atan:’ Bütün gün seni bekledim ararsın diye ama aramadım. Umarım iyisin.’
Hiçbir yaşama nedenim yok gibi bir saçmalık içerisinde değildim. Özgür olmak için iyi olmamak mı gerekiyordu? Ona kısa ve net bir cevap yazıp, her şeyin bittiğini kısa yoldan söyleyebilirdim. Önce anlamayacak ama daha sonra benden kurtulduğuna sevinecekti. Balkona çıkıp, yıldızlara bakarken attığım mesajdan nefret ediyordum:
‘İyidir canım. Bir işim vardı, şehir dışına çıktım. Telefonun da pek şarjı yoktu. Daha yeni eve geldim. Özledim seni.’
Bunu en iyi ben biliyordum. Neyi mi? Aşağılık herifin teki olduğumu.
YORUMLAR
Nasıl da her şeyi tüketiyor insan? Maddi manevi hiç fark etmiyor. Tüketmek insanın yaratılıştan getirdiği en güçlü geni büyük olasılıkla. İnsanlar Kapitalist sisteme bindirip, her kötülüğün faturasını ona keserken, bir türlü itiraf edemedikleri bu demirbaş yanlarıyla cebelleşiyorlar aslında. Hiç şansları yok oysa. Hep tüketecekler. Dokunamadıkları tabuları da bir bir açıp, onları da tüketecekler. Ve Batı'da tabuları da tüketim sofrasına çoktan yatırmışlar. Aşk bundan gayri düşünülebilir mi? Elbette hayır.
Hemen her hikayende bu tüketici monsterin ruhu geziyor.
Biçimde Defteri biçimlendiren bir kaç kalemden birisin, işlediğin temalar da zenginleşiyor.
Kalemine sağlık.
HakkınSesi
o değil de çok sağol gerçekten, ben gülü uydurdum da, lale bir türlü aklıma gelmiyordu. ben de o çiçeğin adı nedir diyordum. kafa neyin kafasıysa artık, lalesini unutuyor. olsun yine de, gül müzeyyendir, şahbazın kaleminde bile o nurlu paktır.
ilk kez bilimkurgu denemişim zaten pekte iyi olmamış ama bence asıl bilim kurgu burda :) göt gülü nedir yahu okurken sahne aklıma geldi ne değişik işler bunlar.
melehat ercanla barışırmı
melis erdemi tekrar tavlar mı
bide üniversitede haksız yere stand kapattıran kadın kollektifleri ne işe yarar bu ülkede.
aklımda deli sorular
HakkınSesi
melehat kim arkadaşım? mehtap o bir kere. lütfen öyle ciddi programlar hakkında konuşurken, isimleri telaffuz ederken bile dikkat ediniz.
:)