- 672 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SEVMEK Mİ, SEVMEYE ÇALIŞMAK MI DAHA İÇTEN?
(İçimdeki bu “kimsesizlik” duygusunu söküp atabilecek miyim? Allah’ım, bu kadar benim mi bu duygu? Kimselerin kapısını çalmaz, yalnızca benim mi yüreğimi bekler; gecemi gündüzümü doldurur? “Yaralı bir gemiyim” nice zamandır! Fırtınaların karaya (iki anlamıyla da!) sürüklediği, köpek dişli (!) kocaman kayaların gövdesinde onarılmaz gedikler açtığı, kıyıya hayalet gibi vurmuş, terk edilmiş bir gemi!.. Artık, büyük denizlere açılmak kudreti ve umudu kalmayan bir geminin, “varlık” adına ne anlamı olabilir ki? O, kendisini oluşturan maddesi ile; yalnızca bir biçim, bir görüntü! Ölü bir balık, ne kadar balıksa!..
Yok, bu benzetme “korkunç” ve “yakıcı...” Sıyrılmalıyım, böylesi düşüncelerden. Beni hayata bağlayacak bütün rabıtalardan vazgeçmek, bütün köprüleri atmak demek bu! Sonunda... Hayır, dilim varmıyor söylemeye; ben hayatı, nefret duyguları ve söylemleriyle karşılayacak biri değilim... Olmadım da hiçbir zaman. Belki bir anlık, ne bileyim dönemsel; gelgeç bir bungunluk beni yakalayan! Belki değil; kesinlikle bir anlık bir yılgınlık olmalı bu!
Pes etmeye, yenilgiye razı olamam yaşam karşısında. Daima yaşamanın, yaşatmanın yanında durdum çünkü. Sevdim kırlarda dolaşmayı, dostluklar kurmayı. Bir bardak demli çayın, bir dosta günaydın demenin, çiçeklere su vermenin... Ne bileyim, ılık bir nisan göğü altında, ince ince serpilen yağmurun toprakla buluşmasındaki yaşamsal kokunun hazzını duydum. Sevdim omuz omuza yürümeyi kalabalıklarda; az şey midir bu?
Yemin ederim, düşündüğünüz gibi değil; kara sevdaya tutulmuş da sayılmam! Benim sevgiyle sorunum yok; daha çok sevmeyle, sevmenin tarzıyla ilgili yakınmalarım. Bu yüzden, “sevmeye çalışmak” ile “sevdiğini söylemek” arasındaki ince çizgide ummanlar görüyorum!) dedi ve durdu:
Yazmakta olduğu öykünün bu noktasında, şimdiye kadar düşünmediği ayrıntıyı tam da “yazarken” düşünmeye başlaması, biraz da kötü olmuştu. Yazılacak öykü öylece yarım duruyorken, böyle felsefî bir derinliğe savrulmak, onun için de beklenmedik bir durumdu. Yüreklerdeki şu iki halin; “sevmeye çalışmak” ile “sevdiğini söylemek” arasındaki farkın “samimiyet” terazisindeki yeri, ağırlığı neydi acaba? Hangisi daha “içten” ve “gerçek” ölçüde bir “sevme”nin tezahürüydü? Doğrusu ya, her iki durum için de tereddütleri vardı. Bu ikircikli halden çıkmanın çaresini yine yazmakta; insicamlı bir düşünmenin kalesi olan “kalem”de bulacaktı. Geçmiş deneyimlerinden biliyordu; yazı başlığını sonra bulup koymak üzere, yazısına şöyle başlayacaktı:
“Bazı ozanlar vardır; insanlardan, günlük kaygı ve hevesler içinde çözülüp dağılan insanlardan hiç haz etmez, köşe bucak kaçarlar böylesi “bayağı” gördükleri yaşantıdan. Halk arasına girmek, onların dertleriyle dertlenmek umurlarında değildir aslında. Baba mirasının hazır yiyicisi olma ihtimalleri de yüksektir! Bir çivi çak desen duvara, çakmasını bilmez. Aynı kaptan çorbaya kaşık sallamışlıkları, kuru ekmek-kuru soğan aç kalmışlıkları, mağduriyetleri ve mahrumiyetleri belki hiç olmamıştır, olmayacaktır yaşamları boyunca. Bütün dertleri, kendileriyledir! İşçinin, köylünün, emeğiyle geçinenlerin şairliğine soyunurlar, getirisi yüksek, şöhreti sağlam diye! Haksız bir nam salarlar halk katında. Şairliğine bakan, gerçek sanır insan sevgisini, halk dostluğunu! Her söyleşide “halk” olur “sermayesi” ve sanırsınız ki, gerçekten sevgi doludur! Buna bir de etiket konur: “Toplumsal Gerçekçi” veya “Toplumsal Gerçekçilik” diye! Gel gelelim, yoksulların ve emekçilerin sesi olur aynı koşullarda bazıları da; en yürekli dizeleri onlar söyler, o halktan insanların ezilmişliğini haykırmak için kullanırlar kalemlerini. Bu yüzden işkence görmüşlükleri, mahpuslarda ömür tüketmişlikleri vardır. Kendi toplumsal gerçekliğini, haklarını, hak savaşımını bilsinler diye her zeminde en yüksek sesle haykırırlar, önüne düşerler bilinçsiz kalabalıkların; çoğu zaman ezilir, horlanır ve dışlanırlar haklarını savunduklarından daha ziyade. Sevgileri de, öfkeleri de gerçektir. Sevdiklerini değil, sevmeye çalıştıklarını belli ederler. En büyük sermayeleri samimiyetleridir! ( Durup düşündü: Peki ya ben? ) Oysa, böylesi bir ilgi, böylesi bir sevmek değil benimki. Çünkü bana göre, insanı sevmenin veya onu sevme çabasının göstergesi “sınıfsal aidiyet bilinci veya kadına pozitif ayrımcılık... vs.” değil salt! Ondan daha kuşatıcı olanı şu:“Haksızlığın olduğu her yerde ve her kime olursa olsun” haksızlığın önüne dikilmektir, asıl sevmeye çalışmak! Çünkü haksızlığı sevmediğimizi belli ettiğimiz her koşulda, varlığı-dikkat ediniz; sadece insanı değil!-koruması altına alan hak ve hukuku savunmuş; “amasız”, “istisnasız” bunu savunarak da, “Hakk”ı yerden kaldırmış oluruz! Bu fiile “sevmeye çalışmak” denir ki; ucunda “emek, meşakkat, samimiyet” vardır! ( Birden Sait Faik geliyor aklına. Hani “Yazmasam, deli olacaktım.” diyen, “Dülger Balığının Ölümü” öyküsündeki sevgi ve merhamet dilinin yürek ustası Sait Faik gerçekliği ve gerçekçiliği geçiyor, bir an. Sonra kendi şairliğini ve anlayışını tartıya vuruyor.) Tez yıkılıyorum hüzünlü bir yüz, bir kimsesiz çocuk, bir olumsuz davranış gördüm mü. Günüm zehir oluyor. Duyarlılık mı, duygusallık mı, çözemedim gitti. Ama doğru olan bu! Dünyayı güzellikleriyle karşılamak istiyorum. “Gerçekçi” yazarlar masasında yer açmazmış, ne yapayım? Kendimi ateşlere mi atayım, yalan mı söyleyeyim hatırları için?
Tutun ki yalana dayandım, kandırdım çevremi bir zaman. Bundan kim yarar umar? Yazdıklarım, söylediklerim tanık tutulmaz mı? Bu adam basbayağı romantik üslûpta, daha ziyade kendi kaygılarını, sevinçlerini, kuruntularını anlatmış... Zaten kendisini tanıyanlar da biliyor, içe kapalı bir mizacın sahibi demezler mi? Çay ile şekeri karıştırın; eriyik! Üslûp ve kişilik birbirinden ayrılır mı? Oturduğum semt, yaşadığım şehir, kullandığım eşya, edindiğim dostlar katılmadı mı “ben” inşasına? Öyleyse, kendi gerçekliğimin ötesine nasıl uçabilirim?
Asıl “gerçekçilik” bu değilse, ya nedir peki? İlle yoksul, işçi, köylü hayatını anlatmak mı gerek, “gerçekçi” olmak için? Onu eti ve kemiği ile, duyup düşündükleri ile, bir “kişilik” olarak duyup tanıyıp söze dökemedikten sonra, birbirine benzeyen “gölge adamlar” salmışsınız kitaplar ve filmler dolusu... Kime ne yararı var, bunun? İstediğiniz kadar “gerçekçi” olduğunuzu iddia edin; sözde kalacaksa ve “samimiyetsiz” ise dile getirdikleriniz. Saman alevine körük ne yapsın? Anladım ki “gerçek” yok, gerçeğin yüzlerce boyutu ve çehresi vardır. Asıl olan bu. Neyi anlattığınız ve savunduğunuz değil; nasıl duyumsadığınız ve nice anlattığınızdır kitaplar dolusu!
Bir şeyi sevdiğinizi söylediğinizde olma ve bitme vardır; bir şeyi sevmeye çalışmakta ise, oluş ve çaba! Sevmeye çalışmakta umut ve samimiyet vardır.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.