- 866 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Mavi Gözlü Zeus
Anası küçük bir masti, babası iri bir Sibirya kurdu olan sarı tüylü, mavi gözlü sevimli mi sevimli bir köpekti Zeus. Onu en çok Okan istemişti. Adının Zeus olmasına da abisi İlkan’la birlikte karar vermişlerdi. Aslında bir köpek yavrusuna isim vermekte zorlanmışlardı. İnsanlara ad koyulur, kolay. Olmadı kitaptan, takvim yaprağından bulunur ama hayvan adları nasıl olur? Sarıkulak, karaburun, boncuk, dikkuyruk, fırtına…
”Buna bir isim verelim ama ne?” dediler bana. “Sen söyle baba!”
Ben de “bana ne,” dedim. “Bana ne be!” Öyle demedim tabii. Ben köy çocuğuyum. Köyde doğup büyüdüm. En çok hayvanlarla aşır neşir oldum. Hayvan dediysek aslan filan değil tabii; tavuk, kaz, ördek, öküz, beygir, eşek, vs...
Çocukluğum köyde geçti benim. Köy de; dağların, bayırların içinde, dereleri, tepeleri, bağları, bahçeleri, çayırları, ormanları, yaylalarıyla köy yani. Kedim, köpeğim hep vardı; boğuşup oynadığım onlardı. Tabii ki isimsiz olmaz; evcil hayvanların isimleri olur. Ama bu köpek sizin, ismini de siz verin...
Ev önündeki bahçedeydik. Encek Okan’ın ellerinde, biz de çömelip enceğin etrafını çevirmiş haldeydik. İlkan’la Okan gözlerini dikip bana baktılar, sonra birbirine baktılar; “Zeus olsun olur mu baba?” dediler.
“Olur tabii. Neden olmasın. Benim iki öküzüm vardı. Birinin adı Moçka, öteki de Toska’ydı. Kedim mırmır, köpeğim tırtır… Değil tabii. Bir köpeğimin adı sarıkulaktı. Sarı tüylü olduğu için. Birisinin Toni’ydi. O bir Amerikalının adıydı. Nereden duyup koymuşsam! Dağ başında bir Amerikalı…”
Karar kıldılar, köpeğin adını Zeus koydular. Bir adı olsun da ne olursa olsun. Tamam da; “İyi de baba…” dedi Okan. “Zeus ne ki?”
“Tanrılar tanrısı, en büyük tanrı…”
Okan bunu beğendi, Zeus ismini çok sevdi. “Vay beee!” deyip Zeus’un kulaklarını çekti. “Tanrılar tanrısı” derken de gülümsedi.
Çok değil daha geçen yıl, Nisan ayı sonlarıydı. Yani Zeus’la ilk tanıştığımız zaman. Okan, yani benim küçük oğlan, kim söyledi, nereden duydu, kimde gördü, nasıl akıl etti, heveslenmiş; tutturdu “köpek de köpek…” Geninde mi var ne. Hayvanları çok severim ya; daha ikisi de küçükken “baba bir masal anlat bize, uyuyalım dinleye dinleye” dediklerinde onlara hep havyaları anlatmışım ki, şimdi al başına belayı! İkide bir geliyor, dizlerimin dibine çöküp benden köpek istiyor. Daha doğrusu bulmuş; almak için izin istiyor. Der misin sen; “hayvan sevmeyen insan sevmez” diye. Al şimdi başına belayı! Hayvan sevmeyen insan sevmez mi, gördüğü yerde tekmeler mi bilmem ama tutturdu, köpek de köpek…
“Babaa! Lütfen yaaa! Bi köpek işte be!”
Lakin zor. Zor bir iş!
Çocukluğunu köyde yaşamışsın. Özgür yaşamışsın. Danalara, düvelere çiçekten taç takmış, balıklara kırıntı atmış, uçan mandanın ayağına ip bağlamışsın, hayatını onlarla paylaşmışsın ve gelip ballandıra ballandıra çocuklarına anlatmışsın; aldın mı başına belayı! Adam ister, haklıdır, bir köpeği olmasın mı?
Lakin zor. Zor bir iş!
Köyde değil şehirdeyiz. Köyde doğduk, köyde koşup yorulduk, hayvanlarla köyde yaşadık, köyde hürdük, özgürdük ama karnımızı şehirde doyurduk. Köyde yaşamak birçok bakımdan zordur ama kolaydır da. Şehirde yaşamak da birçok bakımdan kolaydır ama zordur da.
Yani, şehirde hayvan sahibi olmak zor!
“Zor oğlum zor” dedim Okan’a hep. Zor deyip yüzüne gülümsedim, demek acı acı gülümsemişim ki, boynunu büküp üzüldü hep. Hayret bir şey! Ulan köyde mi kalsaydık? Toprağımız yok, tezeğimiz yok. İkisi kız toplam beş kardeşiz. Var olan kime yetecek? Aç mı geberseydik? İşte şehre yerleştik, fabrikaya gidip geldik. İyi kötü bir evimiz var, emekli olduk çok gelirimiz var. Oğlum, bizim neyimiz var? Çok çalış çok oku. Halı, kilim doku. Yaya değil katırla çık yokuşu. Varımız, yoğumuz bu; benden bu kadar. Köpeği filan boş ver!
“Babaa! Baba lütfen yaaa! Çok şey mi istedik, bi köpek be?”
Tövbe, tövbe! Lütfenmiş! Çok şey mi istemişmiş! Baba beeeymiş! Ne istemediniz ki? Gerçi onlar istemedi, ben aldım. Neler neler aldım. Hanımı hep azarladım. “Sen sus bakalım! Babamın parası yoktu ama beni okuttu. O zaman başkasında var, bende yoktu. Benim olmadı da onların da mı olmasın? Sen sus bakalım!”
“Ne isterlerse alıyorsun. Şımartıyorsun. Çok yüz veriyorsun. Yüz verirsin astar isterler, vermem dersen canın isterler. Varı yoğu bilsinler be! Biz zengin değiliz, fakir olduğumuzu bilsinler…”
“Sen sus bakalım!”
Gerçi hanım haklıydı. Ama ben var ya ben! Oysa aklı olan bir insanım. Ama yüreğim ince. Duygusalım. Aklımı dinleyip mantıklı mı olsam, kalbimi dinleyip duygusal mı kalsam? Aslında ikisini dengelemek lazımmış ama sevgi insanıyız, duygusuz nasıl yapalım? Çocuklara anlatmıştım; “on bir yaşında evden ayrılmış, anasız babasız kalmış, sevgisiz yaşamışım” diye. Hanıma da çok anlatmışım “sevgiye, şefkate hasret yaşamışım” diye. Gerçi öyle olması gerekiyordu, çok da şikâyetim yok ama bir yanım hep yarımdı. Yani, eksik olan bir şeyler vardı ve tamam etmem lazımdı. Ben de öyle yaptım. Onlara oyuncak aldım, önce ben oynadım. Giysi aldım; önce duvara asıp baktım. Bisiklet aldım, önce ben kullandım. Ama köpek zor!
“Babaa... Lütfen yaaa! Müstakil evimiz var. Bahçemiz, etrafında çitimiz var. Ağacımız var, gülümüz var, çiçeğimiz... Bi köpek…”
Halden anlamıyor, isterim de isterim diyor. Önceleri yalvar yakar ediyordu ama sonunda diklenmeye başladı. Olmaz diyorum ya, belki de gaddarlık yaptığımı sanıyor. Orası köymüş, burası şehirmiş! Şehirde köpek yürümezmiş! Ne demek; sokaklarda bir sürüsü varken? Sokaklar kedi, köpek dolu be!
Annesi diyordu hep:
“Olmaz! Olmaz oğlum olmaz! Olmaaz…”
“Neden?”
“Olmaz.”
“Neden?”
“Olmaaaz. İşte o kadar, vazgeç bu sevdadan!”
“Ama anneee!”
“Aması maması yok! Az mı çektik senden ulan! Bronşit oldun, astım oldun, hasta oldun. Küllü küllü öksürdün. Üşüdün, titredin. Ateşlendin. Şurup içtin, hap içtin, iğne yedin; butların delik deşik. Soluyamadın geceleri de buhar makinesine girdin. Eskiden o da yoktu, serum yedin serum! Köpek tüyü alerji yapar. Ciğerlerini tıkar. Kes, tamam!”
“Pöh, hiç bilem! Polen alerji yapar, ev akarları varmış göremediğimiz alerji yapar, sisli havada gezme, denizde yüzme, orman boyuna gitme, mangalda et pişirme, korda biber, patlıcan közleme… Aman anne sen de! Bitti gitti be! O zaman küçüktüm, şimdi büyüdüm. On beş yaşındayım artık. Ben büyüdüm, o küçüldü be! Kaktırma astımına, bronşitine! Aaa!”
“Terbiyesiz!”
“Bir sürü arkadaşım var; kaç tanesinin köpeği var anne! Hem onların evleri bizim gibi müstakil de değil. Apartman dairesinde yaşıyorlar; kedi, köpek bakıyorlar. Lütfen anne! Sen merhametsiz misin?”
“Seni, seniii… Bir de duygu sömürüsü, öyle mi?”
“Ama haksızlık bu! Sözde hayvan seven bir babamız var! Hem de demokrat. Demokratlık bu mudur baba?”
Oğlum… Oğlumcuğum! Ne varsa var, her şeyin bir sınırı var. Senin özgürlüğün, başka özgürlükleri kısıtladığı yerde bitmez mi? Demokrasi bir rejimdir. Demokratlık bir yaşam biçimi tamam da; kaidelere, kurallara da uymak lazım... Gerçekler var oğlum! Sen çok konuşma bakalım, bir de hayat denilen şey var ve bizim de azıcık tecrübemiz var.
Okan:
“Dimi ama…” dedi ve boyun büktü.
Ben de:
“Oğlum, bak anlatayım,” dedim ona ve anlattım. “Tam yirmi yedi senedir bu şehirdeyim. Köyde ekildim ama burada biçilmekteyim. Olmaz dediysek bir bildiğimiz var ki ondan. Hani hayat tecrübesi dedik ya. Yani denedik. Bazı şeyleri kitaptan değil deneyerek öğrendik. Olmuyor. Şehirde köpek olmuyor. Bakamıyorsun, muvaffak olamıyorsun. Kaç kere denedim. Kaç kere köpek alıp besledim. Hepsinin sonu hüsranla bitti. Ya kaçıp gittiler, köpek kaçıp gitmez; kaçırıldılar, çalındılar. Kayboldular. Ya zehirlenip öldüler. Çok denedim. Bir yavru buldum bir yerde. Sahiplendim, baktım, besledim. Büyüttüm. Ben bakıyordum, çocuk gibi besleyip büyütüyordum, birileri de zehirleyip öldürüyordu. Aydost… Hani köpek ismi diyordun ya, birinin adı Aydost’du. Aydost, dünden beri yoktu. Evden çıkıp istasyon yolundaki şeytan durağına iniyor, orada servise binip işe gidiyordum. Durağa giderken gördüm. Hani dünden beri yoktu ya! Öğleden sonraydı. Hava sıcak mı sıcak; yer, gök yanıp kavruluyordu. Temmuzdu. Ya da Ağustos… Aydost’u buldum; bir duvarın dibinde, kurumuş otların içinde. Zehir içmiş. Kim ikram ettiyse! Ama ölmemiş, yaşıyordu. Bacakları tutmuyor ki yürüsün, boynu tutmuyor ki başını kaldırabilsin, kendini bırakmış, kasları, sinirleri boşalmış, felçli gibi. Zehir yutmuş belli. Saate baktım, vay anasını! Servise yetişmem lazım, işe gitmem lazım, zaten geç kalmışım ama Aydost zor durumda, ona yardım etmem lazım. Kocaman köpek! İri mi iri! Bir yanı çobansa bir yanı kangal… Kucakladım, yerden zor kaldırdım. Hem büyük, hem ağır, hem zehirlenip gevşemiş ya eve kadar zor taşıdım. Zehirlenmiş bir köpeğe ne yapılır? Baytar mıyım ben, ne bileyim? Erik ağacının gölgesine yatırdım. Nenem derdi; yoğurt panzehirmiş. Zehirlendin mi; hemen yoğurt ye ki ya kus, ya sıç zehir içinden çıkıp gitsin. Bir tas yoğurt getirdim; hadi iç şunu dedim. İçerse! Ağzını açtım, kaşık kaşık yedirdim. Yerse! Felç. Ağzını açıp yiyemiyor, içemiyor. Yutamıyor. Yoğurda su katıp ayran yaptım. Ayranı bir şişeye boşalttım. Avuçlayıp hayvanın ağzını açtım. Şişenin ağzını ağzına, başını havaya, ayranı boğazına boca ettim. Ayran yol buldu kendine, gitti köpeğin midesine. Oh be! Zaten hava sıcak! Bir de zehir içmiş. Ya da zehirli et yemiş. Ulan, köpek ayranı içti, yani panzehir, iyi gelecek derken gözlerini terse döndürdü, başını yere düşürdü, ayalarını dikti, kasıldı, gerindi, tepindi babam tepindi. Ulaaan, ölüyorum ben demesin mi?”
“Öldü mü baba?”
“Ölmedi. Üç dakika, beş dakika, kaç dakika tepindi. Sonra püf deyip derin bir nefes verdi. Ulan, insan püf deyince ölürmüş. Nenem öyle derdi. Can bir nefes ya, püf deyip verirsin ve can denen o şey çıkıp gider. Yani neneme göre, insanı tanrı yapmış. Topraktan sudan yapmış. Sonra ona can katmış. Beden etten, kemikten, yani çamurdan, sudan, can dediğin bir ruh, o da soluktan. Ruh emanet. Beden öldü gitti, ruh da ölü bedeni terk etti. Ulan, köpek püf edip soluk verdi ya, yoksa geberdi mi?”
“Öldü mü baba?”
“Ölmedi. Vay be! Ulan kambur nenem, yüzü buruşmuş nenem, ağzında diş kalmamış ama olanı düşsün diye ağaç altında armut bekleyen nenem, öldü gitti canım ciğerim nenem bana yalan mı söyledi?”
“Baba tıraş yapma! Öldü mü sen onu söyle!”
“Ölmedi dedik ya! Püf dedi, derin bir nefes verdi ve kendine geldi. Vay be! Oğlum, çok sevindim o zaman. Vazgeçtim, o gün işe filan da gitmedim. Kalk ulan dedim Aydosta. Kalk. Ayağa kalk. Bas ayaklarına ve anlat. Zehir zıkkımı kim içirdi sana? Beni dinlemeyip evi terk ettin, yan yollara mı girdin? Harama uçkur mu çözdün? Birinin tavuğuna kışt mı dedin? Kötü laf mı ettin? Çöplükte mi gezdin? Var olanla yetinmeyip kokmuş et mi yedin? Neden zehirlendin?”
“Tıraş yapma baba!”
“Tıraş yapma babaaa! Tıraş filan değil. Köpek alıyorsun, köpek bakıyorsun; onunla konuşacaksın. Köpek konuşur mu? Konuşmaz. Konuşamaz ama anlar, anlatır. Sen de onu anlayacaksın. Gözlerine bakacaksın. Gözünün içine… Haline, tavrına, sesine, soluğuna, her hareketine bakacaksın ve onu anlayacaksın. Tıraş yapma değil! Köpek bakacaksın bu iş o kadar kolay değil.”
“Tamam baba! Anladık. Biz köpek istiyoruz, neden istiyoruz sanki? Sağıp sütünü içelim diye mi? El ele verip gezeceğiz, konuşup dertleşeceğiz herhalde. Bu dünya yüzündeki en iyi dost köpektir diyen sen değil miydin? Köpekçe konuşmayı da senden öğreneceğiz.”
“”Ukala… Sanki ben köpeğim.”
“Yani baba, mecazen be!”
“Ama olmaz. Sonra ne oldu? Aydost, birinci zehirlenmede ölümden kurtuldu, ikincisinde nalları dikip geberdi gitti.”
“Babaa, ayıp ama! Nalları dikmek filan…”
“Ukala! Neyse, Aydost ölüp gitti. Öldü gitti oğlum. Hani, öldü mü öldü mü diye sorup duruyordun ya! Öldü. Gördün mü bak, ne kadar kolay? Öldü, o artık yok. Püf dedi öldü ve olay bu kadar. Çok basit. Öl-dü. İki hece. Aradan çok zaman geçti. Bir köpek daha edindim. Kara köpek. Onun adı Arap’tı. Ben Arap deyince İlkan, kara köpeği hatırladı. “Aaa!” deyip ayağa fırladı, “ben onu biliyorum.” Evet, bilebilir. Çünkü onu İstasyon yolunda bulmuştuk. Bir sünnet alayıydı. İnce ince yağan bir yağmur vardı. Minik yavru yol boyundaydı ve anasını kaybetmiş ağlamaktaydı. Ulan, çok istediniz, durduk aldık. Besledik büyüttük, kocaman adam ettik. Sonra ne oldu?”
İlkan:
“Sahi ne oldu baba? Bak orasını hatırlamıyorum.”
“Küçüktünüz o zaman oğlum. Bir yaz günü tatildeydik, Enez’de. Saroz körfezinde… Saroz’daki kum ve denizin güzelliği dünyanın hiçbir yerinde yoktur.”
“Evet baba! Hani doksan dokuz depreminde Ayvalık’tan kaçmıştık. Sen çok korkmuştun. Dönüşte Lâpseki’den Gelibolu’ya geçerken ya tusunami olursa da Çanakkale boğazı bizi yutarsa diye…”
“Ukalalık etme! Hem sözümü kesme. Arap’a ne oldu? Ses yok tabii! Dikin gözlerinizi gözlerime, bön bön… Onu da zehirlemişler, o da ölmüş. Babaannen söylemedi mi? Geldi kapıya, bana baktı, sanki yalvardı diye. Gelmiş kapısına, kaş göz etmiş, ondan yardım dilemiş. Babaannen köpek dilinden anlamaz ki! Anlamamış. Babaannen onun dilinden, onun derdinden anlamayınca dönüp gitmiş. Uzağa değil, işte bu yola gelmiş ve düşmüş, oracıkta, yolun üstünde düştüğü yerde ölmüş. O zaman tövbe ettim işte. Lanet olsun dedim. Bir daha köpek filan almam, kapıdan içeri sokmam, zehirleyip öldürüyorlar boş yere kahrolup durmam. Bu kaçıncı?”
“Baba, bağlı tutarız be! Salmayız. Salınca gidiyor işte. Zehir yiyip ölüyor. Salsak bile ara sıra salarız. Kontrolümüzde olur. Zaten duvarlar yüksek atlayamaz. Kapı demirden, kapalı tutarız kaçamaz. Sokağa çıkardığımız zaman da tasma takarız…”
“Olmaz! Köpek beygir gibi çakılmaz, başından bağlanmaz. Köpeğe tasma takılmaz. Özgür olmayan köpekten adama dost olmaz. Köpekler hürriyetine, özgürlüğüne düşkün bir millettir. Hem, insan dostuna hiç tasma takar mı be? İnsan dostunu bağlar, kazıkla çakar mı?”
“Anlaşıldı baba! Çok iyi anlaşıldı. Mesaj alınmıştır. Sen git dağlarında yaşa. Hür ve özgür…”
“Ukala…”
“Baba, ukala deyip durma be! Bi köpek istedik, neler neler dinledik!”
“Bir de Dalmaçayalımız vardı. Alacalı. Kahveli beyazlı…”
Okan:
“Bana ne be!”
“Bana ne deme! En güzeli oydu. Çiçek gibi. Sülün gibi bir köpek… Kocaman kulakları sarkıktı. Onu bulduğumda hamileydi. Sahibini kaybetmiş. Beni sahibine mi benzetti her neyse çekti peşimden geldi. Aldık onu. Alacalı, hamile Dalmaçyalıyı. Hem baktık, hem sahibini aradık. Gel zaman git zaman sahibi çıkmadı. Biz sahibini bulamadık, sahibi de onu bulmadı. Kıştı. Havalar soğuktu. O türler soğuğu sevmez. Yani soğuğa karşı dayanıksızdırlar. Kulübe yaptım, onu oada baktım. Dikkatini çekerim Okan Bey, köpeklerimin hiçbirini bağlamadım. Ben köpek bağlar da gözüme baktırıp yalvartır mıyım hiç?”
“İyi, bağlama! Bağlama sal gitsin. Bi yerde zehir yesin; ölsün, gebersin!”
“Tam dokuz tane yavru yaptı. Dokuzu da Dalmaçyalı. Süper! Yavrular süper, kulübeleri de süper. Yani evleri… Sıcak, kuru, yumuşak. Dalmaçyalı kulübeye kıvrılıp yattı, dokuz yavru dokuz memeye yapıştı. Süper!”
“Süper baba yaa! Ben onu biliyorum ama az. Anayı pek bilmiyorum. Küçükmüşüm o zaman. Ona ne olmuştu? Unutmuşum. Zehirlediler deme sakın!”
“Hayır. Onu zehirlemediler. Hep gider gelirdi. Kim bilir, belki de bizi sevemedi. Ya da eski evini, eski sahibini özledi. Gitti geldi, gitti geldi; hep eskiyi, maziyi aradı. Belki buldu. Belki de çaldılar. Yani kayboldu. Dokuz yavruyu dokuz günlükken bana bıraktı, bir daha da ne aradı, ne de sordu.”
“Vay be! Bir ana; dostu için, ya da mazisi için, ya da her neyse… Bir ana yavrusunu hiçbir şey için bırakmaz. Hem de dokuz tane. Bir değil, dokuz… Baba, çalmışlardır onu. Kesin. Çalmışlar, sonra da bağlamışlardır.”
“Dokuz yavruyla kalakaldım mı çaresiz. Yaaa! Kulübeyi sarıp sarmaladım. Kapısını kapayıp dayakladım. Üşümesinler diye kablo çekip içine elektik verdim. Bir ampul kulübeyi ısıtıyor, sıcacık yapıyordu. Eczaneden küçük memeli biberon aldım. Her gün taze süt aldım, emzirdim, besledim. Ama zor. Eşime dostuma söyledim, sağa sola haber saldım ve sevenlere beş tanesini verdim. Dört tanesi bana kaldı. Onlara baktım, bakmaya çalıştım. Sonunda üçü öldü, biri büyüdü.”
“Neden baba yaaa?”
Oğlum, yavrular çok küçüktüler anasız, kaldıklarında. Ben onlara inek sütü verdim. İnek sütü koyuymuş. Gerçi su katıp incelttim ama… İshal oldular. Üçü öldü, biri büyüdü. Biri büyüdü ya sonunda onu da zehirlediler; o da öldü!”
Okan.
“Lanet olsun be! Baba ben gidiyorum, köpek filan da istemiyorum.” Dinledi, dinledi; daha diyeceklerim bitmedi ama o, böyle deyip pes etti. “Lanet olsun be! Kim bu zalimler be! Esas onları zehirlemeli.”
“Gel gitme” dedim. “Hemen pes etme. İzin veriyorum; git, al.”
Döndü. Bön bön gözlerime baktı sorgucu bakışlarıyla. Yalan sandı. “Al lan” dedim. “İzin verdim işte. Köpek de köpek… Al da gör. Anyayı gör, Konya’yı gör. Köpekle nasıl oyun olur, nasıl dost olunur, nasıl konuşulur? Arkadaş ol, dost ol da dostluk nasıl olurmuş gör. Çalsınlar, kaçırsınlar, seni onda ayırsınlar, ya da zehir yuttursunlar; o zaman üzüntünün kralını gör! Ciddiyim, al. İzin veriyorum.”
İnandı. Gerçek konuştuğuma inandı. İşte o zaman oynadı, zıpladı, durduğu yerde duramadı. Hemen koştu.
“Dur” dedim, “nereye?”
“Eee… Gidiyorum, izin verdin ya!”
“Nereye be?”
Bir arkadaşı varmış. Arkadaşının köpek seven babası varmış. Köpekleri varmış. İki tane. Birisi sarı bir masti, birisi de gök tüylü bir kurt. Kurt olan baba Sibiryalıymış. Masti olan dişi, bir sürü yavru yapmış. Yavruların babası Sibiryalıymış. Kimisi anasına, kimisi de babasına benzermiş. Meğerki Okan gidip gidip onları severmiş. Arkadaşının babası bir gün, “istiyorsan birisini sana vereyim” demiş. Okan da “ver” demiş. Adam, “ama parayla” demiş. Okan, “kaç para?” demiş. “Eh işte, biraz büyüsünler, bir buçuk ay analarını emsinler, yaparız bişey” demiş. “Ne kadar bişey?” “Eh işte, otuz-kırk lira bişey…”
Okan:
“Baba ben para biriktirdim. Yavrular da büyümüş. Yani analarını bir buçuk ay emmişler. Yavruyu alayım. Süt veririz, içer. Çorba filan yer. Arkadaşımın babası, gel al vereyim dedi…”
“Şimdi mi?”
“Şimdi. Dün konuşmuştuk…”
“Dur o zaman” dedim. “Nerede onların evi? Arkadaşının…”
“Evde değil baba. Yavrular dükkânda…”
“Dükkân nerede?”
“Uzak bir yerde… Başka mahallede.”
“O zaman abinle ikiniz gidin…”
Arabanın anahtarları İlkan’a verdim. İlkan büyük oğlum. “Al arabayı beraber” gidin dedim. Gittiler. Gittiler, sonra geri geldiler. “Ne oldu?” dedim. Yavru otuz lira, kırk lira değilmiş; adam çocuklardan yüz lira istermiş. Yuh! Dişi isterlerse elli olurmuş ama erkek iki tane; bizimkilerin istediği de sarı tüylü, mavi gözlü; o yüz lira. Yuh! İkisi de süklüm püklüm. Bütün hayalleri sönmüş gibi…
“Kaç para biriktirdin?” dedim Okan’a.
“Otuz lira baba…”
Otuz lirası varmış. Aslında para biriktirmesini hiç bilmez. Bilmezler. Aferin Okan’a! Küçük bir köpek demeyin, sevgi nelere kadir! “Gidin alın ulan” dedim. “Alıp gelseydiniz, parayı sonra götürseydiniz olmaz mıydı? Senin bu arkadaşının babası tüccar mı? Hem de veresi satmayanından mı?”
Verdim yetmiş lirayı, aldılar sarıyı. Yani sarı tüylü, boncuk gözlü, güzel yüzlü enceği… Annemize söylemedik. Ya da yanla söyledik. O sordu durdu kaç para diye. Köpek enceğine de para mı verilirmiş? Çocuk merak etmiş hanım! Merak etmiş, heves etmiş, para biriktirmiş, almış. Ses etme. Üstüne gitme. Otuz lira verip almış işte. Sana ne? Ona, yüz lira demedim. Okan otuz vermiş, yetmiş de ben vermedim. Yani, galiba yalan söyledim. Vermiş işte sana ne? Yememiş, içmemiş, biriktirmiş. Çocuk merak etmiş. Ses etme. Dır dır edip başının etini yeme. Hevesini alsın, sonra kapıyı açıp salsın. Her neyse…
Ah ulan Okan ah! Sonunda babanı yalancı yaptın ya! Aslında yalan dolan yok. Bir masumiyetlik var. Fedakârlık. Yıllardır benim başımı zaten yedi, bir de Okancığı mı yesin? Hem demedim ki ben, şu kadar, ya da bu kadar diye. Bilmem işte… Para biriktirip almış, sana ne, bana ne? Yani, aslında hem suçluyuz, hem güçlüyüz misali. Sırf Okan yüzünden…
Yeni bir yavrumuz olmuştu. Bir sürü hazırlık yaptık. Ona, önce güzel bir yuva yaptık. Daha yaz gelmemiş, geceleri serindi. Yavru küçük, üşür mü üşür. Evini döşedik, düzdük, süt verip besledik, şimdi uyu bakalım dedik. Bir de üstünü örttük. Kime? Biz yanındayken uyudu, gidince uyandı. Uyanınca yalnız olduğunu anladı; açtı ağzını bebekler gibi ağladı da ağladı. Gittik susturduk. Yerine yatırdık, yeniden uyuttuk. Biz gittik uyandı, yalnız olduğunu anladı, ağladı da ağladı. Gittik susturduk. Yerine yatırdık, uyuttuk… Sus bakalım dedik sustu, yat uyu dedik uyudu; yalnız kalınca açtı ağzını ağladı. Böyle böyle akşam oldu. Sonra gece oldu. Sonra karanlık oldu, hem de soğuk… Zeus’ta susmak yok! Sabaha kadar… Gece öyle, sabah oldu gündüz gene öyle. Salıyoruz susuyor, kapıyoruz ağlıyor. Bu tanrılar tanrısı Zeus kulübeyi sevmedi! Gittim örgülü tel aldım, ona telden bir yer yaptım. Tel örgüyü de sevmedi. Ayaklarını tellere astı, ağla babam ağla yaptı. Sabahtan akşama kadar… Gece oldu ağladı, gündüz oldu ağladı. Üşüdü ağladı, korktu ağladı, anasızlığa dayanamadı hep ağladı. Aldık mı başımıza belayı! Komşular balkonlarda, camlarda. İkinci gece kömürlüğe kapadık. Yok… Ne tel örgü, ne kulübe, ne kömürlük, ne kümes… Her yer ev, her yer insan. Memur olan var sabah erken kalkacak, uyuması lazım. İşçi var; ne gittiği zaman belli, ne geldiği zaman. Gece, gündüz, öğleden evvel, öğleden sonra, hepsi paralı köle… Ne yattıkları belli, ne kalktıkları, ne yedikleri, ne içtikleri… Hepsi üç kuruşa köle! Ekmek aslanın ağzındaymış eskiden, şimdi midesinde. Kim dinler Okan’ın köpek sevgisini. Kimin ulan bu it? Bu it oğlu it kimin bahçesinde, kimin kümesinde? Uluyup duruyor, susturun şunu! Başımız şişti! Okaaann! Napçaz? Baba sözü dinlemedin, başımı belaya verdin; napçaz şimdi? Yavru bu, anasından ayrılmış kolay değil; tabii ağlayacak. Biliyorum, birkaç gün geçince alışacak, ağlamaktan cayacak. Ama bu birkaç gün nasıl geçecek. Napçaz Okan? Olmaz, olmaz, olmaz… İnsanları rahatsız ediyoruz. Senin köpek edinme, köpekten dost edinme özgürlüğün var tabii. Lakin köpek bu; ağlıyor, susmuyor. Şimdi bebek bu yüzden ağlıyor. Yarın büyük olunca havlayacak. Her yere işeyip sıçacak. Neyse temizleriz de, kedileri kovalayacak. Mahallenin çocukları sokağa toplanacak, “Zeus, Zeus” diye bağıracak, parmaklarını burunlarına koyup nanik nanik yapacak; Zeus da onlara kızacak. Kızmaz. Kızmasa bile kıskanacak. Siz dışarıda özgür, ben burda tutsak deyip hep fırsat kollayacak. Kapıyı açık buldu mu fırlayacak. Fırlayıp kaçacak ki tut tutabilirsen! Çocukları kovalayacak. Çocuklar korkup kaçacak. Duvarın arkasından laf atmak iyi de Zeus aralarına karışınca hepsi çil yavrusu gibi dağılacak. Kimisi altına sıçacak, kimisi direğe çarpacak, düşüp yere kapaklanacak, Allah muhafaza kaçarken bir arabanın altında kalmasalar bari! Yani aldık başımıza belayı! Oğlum, senin özgürlüğün başkasının özgürlüğünü kısıtladığı yerde biter. Ben sana söylemedim, demokrasi işte bu demedim mi? Hangi akla hizmet ettik biz?
Okan:
“Kime neee?” demez mi, “kime ne baba! Arkadaki komşunun papağanı var. Yandakinin kanaryası, bülbülü… Möşide’ler muhabbetleri balkona çıkarıyor; iki kuş bi kafeste cırak cırak gün boyu bağırıyor. Biz kime ne dedik, ne söyledik? Kimi polise, zabıtaya şikâyet ettik? Bizim köpeğimizden onlara ne?”
Neyse, bir yerde çocuk da haklı... Ama şehir yerde köpek… Zor iş!
Yuvasında olmadı. Kömürlükte olmadı. Tel örgülü bahçede olmadı. Üç gün, dört gün hep ağladı. O ağladıkça komşuların kolayını bulduk; aldık yavruyu çatıya koyduk. Ağlasa, bağırsa da ses çatıdan çıkmıyor, başkaları duymuyor, rahatsız olmuyor ama ben duyuyorum; ağlamaları yüreğimi dağladı. Yüreğime taş bastım. Oğul hatırına birkaç gün dayandım. Sonra alıştı, sustu velet. Çatıyı da sevdi hani. Çatı, beş sıra tuğla işli, alçak değil yüksekti. Havadanlığı vardı camlı, aydınlıklıydı. Gece için elektrik ampulü vardı. Ooohh, beş dönüm bostan, yan gel yat Osman! Yedi, içti, büyüdü; çatı katında gez babam gez etti. Çatıda kedi yoktu. Çıtır pıtır eden kirpi yok, sallana sallana gezen şişko lağım sıçanı yok, kargalar süt tasına gelmiyor, böcekler, sinekler üstünde gezmiyor, yani bir sürü haşarat yoktu ve o, çatıda korkusuzdu, koşup oynuyordu. Çabuk büyüdü velet. Büyüyünce derdi de büyümeye başladı tabii. Çişi büyük, kakası büyük, büyük pisliğin kokusu da büyük! Tüyleri dökülüyor, her yer kirleniyor. Yaz usul usul geldi, havalar ısındı, çatı gündüzleri pişiyor. En önemelisi, o, artık sıkılmaya başladı. Biz açıp kapıyı yanına geliyoruz; et, kemik, yemek, her neyse besliyoruz, su veriyoruz, seviyoruz, sonra gidiyoruz. Vay be! Biz nereden geliyoruz, nereye gidiyoruz, merak etmeye başladı. Yani, çatı iyi de… Bit, pire, böcek yok; kulaklarını ısırmak isteyen paktan yok; gözünü çıkarmak isteyen karakarga, sütünü, etini kıskandığı için yüzünü tırmıklayan keskin tırnaklı kedi, yani çatıda onu rahatsız edecek kimse yoktu ama rahat battı, dışarı çıkmak istiyordu. Çıkardık. Temmuz gelmişti. Hava süper. Yazın güzelliği süper mi süper. “Dünya çok güzel be, çatıda geçen ömrüme yazık” deyip deyip yakınmaya başladı. Büyümüştü de o zaman. Üç aylık mı ne olmuştu. Boyu uzamış, bacakları, ayakları, başı, gözü, kulakları, kuyruğu… Tüyleri sarı mı sarı, gözleri mavi nazar boncuğu, sivri kulaklı, kurt kuyruklu… Acaba diyorduk birbirimize, küçükken belli değil; babası Sibiryalı bir kurt tamam da, anası arabacı pıniği… Bu kırma velet kime çekecek, kime benzeyecek? Babasına çekerse iyi de, ya anasına çekerse… Neyse, önemli değil. Belki ikisine de çeker. Evet, hem anasına çekmiş, hem babasına; ikisine de benzemiş, güzel güzel büyüdü. Evin etrafında köşe bucak koş babam koşuyor, oynayıp zıplıyor; bütün dünya bir köpekleri olan benim oğlanların oluyordu. Süper! Köpekler en süper. Okan; “köpeksiz geçen ömrüme yazık be!” diyordu. İşte, bir insan bu dünyada ancak bu kadar sevinir. Çocukları sevinen anne ve baba da ancak bu kadar sevinir. Biz de seviniyorduk. Ben zaten hayvan delisi; istemem diyen hanım bile… Bütün gün evde duran o. Köpekle içli dışlı olan o. En çok bakan, doyuran, sulayan… Lakin bu Zeus çok kibar bir köpekti. Sibiryalıların cinsi öyleymiş. Kibarlık onun soyunda varmış. Kibarlık derken, yemek konusunda yani… Bizi bıktırdı, usandırdı. Hep et olursa, kemik olursa iyi. Çorba, makarna… Makarna sosisli olacak. Yumurtalı ekmek, süt şekerli olacak. Köpek dediğin ne bulursa onu yer. Bir parça ekmek at önüne, tamam. Ulan, köpek dediğin ekmek yemez mi? Bizimki yemiyor. Bu yüzden bıktık. En çok da hanım bıktı ama gene de hep uğraştı. Onu çocuğu gibi suladı, besledi. Tabii, köpek bakmak gaileli ama bir o kadar da zevkliydi.
Günler böyle gelip geçti.
Zeus büyüdü. Büyüdükçe güzelleşti. Artık o, bizden birisiydi. Aileden, Tekmen’lerden… Yaz gelmişti. Keyfi gıcır… Ekmek elden, su gölden yaşayıp gidiyordu. Geceleri gündüzlerden daha çok seviyordu. Çünkü serde Sibiryalılık var ya; Sibiryalı serin sever. Gündüzleri bir çalı içine, bir ağaç gölgesine giriyordu. Daha sonra alıştı, balkon altına giriyor ve günün büyük bir kısmını orada geçiriyordu. Gün kavuşup akşam olunca vızır vızır başının etini yiyen sinekler kaybolunca çıkıyor, işte o zaman ev yanları ona dar geliyordu. Gidip bir ağacı mı kemirsin, ısırıp gül çubuklarını mı dişlesin, ne bulduysa ağzında; pet şişe, çer, çöp, bir sopa, yerde her ne gördüyse… Yuvarlanıyor, toprakları kazıyor, otları yoluyor. Bahçede kimi görse; “hadi oynayalım hadi oynayalım” deyip eteklerine sarılıyor, üstüne atlıyor. Oyun iyi de dişleri çok sivri, bazen ayar yapamayıp ölçüyü kaçırıyor! El aman. Yani, evcek el aman dedik. Çocuklara göre iyi de…
Annemiz bağırıp çağırıyor:
“Adaaam, bağla şunu! Köpek gül yer mi, çiçek yer mi, ağaçları kemirir mi?”
Ön tarafta elma ağacımız var. Şahane gölgesi, altında da ahşap bir bank var. Yaz geldi ya havalar sıcak mı sıcak. Sokağın kadınları toplanamıyor, buraya oturamıyor, gün batarken akşamüstü keyfi yapamıyorlar. Çünkü Zeus var. Zeus, söz dinlemez şımarık bir çocuk. Rahat rahat kahve, çay içemezsin, o da ister. Çekirdek çıtlatamazsın, o da ister. Git dersin gitmez. Bırak gitmeyi yerdeki yaramazlığı yetmez bankın üstüne biner. Eteğini, paçanı, yenini çeker. Komşu çocuklar zaten korkuyor. Korktukça korktuklarını biliyor; onlar küçük ya, ben de küçüğüm demeyip üstlerine gidiyor, çocuklar bahçeye giremiyor.
“Adaaam, bağla şunu! Köpek dediğin köpekliğini bilir. Yat deyince yatar, git deyince gider, laf dinler. İnsana rahat verir be!”
Sonunda tasma alıp boynuna taktık. Fırdöndülü bir zincir aldık, bağladık. Yani zaman zaman bağladık. Çünkü öf be, yeter be! Bu kadar şımarıklık, bu kadar yaramazlık; öf, yeter be! İllallah dedik. Her şey iyi güzel de bir tek sen misin, yeter! Bir rahat yüzü göster. Nereye gitsek yanımızda, ne yapsak başımızda! Ayağımıza asılıyor, hav hav yapıyor. Git be! Köpeğe bak be! Ekmek yemeyip çekirdek istiyor. Git be! Gitmiyor, hav hav diyor. O da yetmiyor, zıplayıp yanımıza geliyor. Git be! Gitmiyor, hav hav diyor. Köpeğe bak be! Bir yudum rahat yüzü vermiyor. İşim var, bişey tamir ediyorum, başımda… Upuzun yatıyor, mavi gözlerini patlatıp mukallit mukallit bakıyor. Ama ne yaptığımı bilmiyor. Çökmüşüm yere, elimde pense, tornavida, her neyse… Bir şeyler yapıyorum ya, çok da merak ediyor. Sonra kalkıyor; ya penseyi, ya tornavidayı kapıp kaçıyor. Getir be! Getirmiyor. Yetti be! Sonunda baş edemedik ve bağladık. Bağlasan ne olacak? Bu sefer de bağırıp çağırıyor, yoluyor, tırmalıyor, yerleri eşip kazıyor, bir sürü gürültü ortalığı ayağa kaldırıyor. Yani, ne bağlasan oluyor, ne salsan. Olmuyor, olmuyor, olmuyor. Yani köpek bu; gezip tozması, koşup oynaması, bağırıp çağırması lazım! Kedi, fare kovalaması, uçan kuşlara zıplaması, kurbağanın arkasından suya atlaması lazım! Kapalı yer dar geliyor, özgür olması lazım.
Bağlı tutmaya alıştıramadık ama tasmaya, zincire alıştırdık; dışarı çıkarıp gezdirmeye başladık. Bu gezme işini çok sevdi, bundan sonra hep gezmek istedi. Gördüğü yerde gözünü gözümüze dikti, “gezdir beni abi, ya da abla” dedi. O istedi, biz de hep gezdirdik. Gezmeyi çok sevdi. İlkan gezdirdi, ben gezdirdim. Zeus gezmeye gidince kadınlar rahat etti, elma gölgesinde çay, kahve içti. Okan mı; o, istemesini bilmişti ya bir de sevmesini iyi bildi. Biz besledik, biz gezdirdik, her şeyiyle biz ilgilendik. Yıkadık, pakladık, temizledik; o sadece sevdi. Kirli hiçbir şeyi de sevmez iyi mi; böyle hayat ne güzeldi...
Zeus; sarı tüylü, mavi gözlü bir köpekti. Onun hikâyesi anlat anlat bitmez. Bu; biraz felsefe yapmak gerekirse şeye benzer… Hani insan doğar, büyür ve ölür… Bu bir ömürdür. İnsan ömrü; iyi olsun, kötü olsun, acı, tatlı anılarla dolu olsun yine de güzeldir. Hayat her yaşta başka güzeldir. Çocuklukta başka, gençlikte başka, ihtiyarlıkta başka… Çocukken büyümek istersin. Biraz büyürsün çocukluk biter, gençlik denilen şey ne güzeldir ama kıymetini pek bilemezsin. Belki delikanlılıktan. Yaşlanınca da “vay be ömür geçti gitti” deyip geçmişi özlersin. Çocukken günler çok uzun gelir insana. Aylar, yıllar uzun mu uzundur. Büyüyünce, birde otuz-otuz beşi geçince; vay be! Hayat denilen şey bir keşmekeşin içinde, mücadele, mücadele, mücadele…
Çocukken her şey güzeldi. Sorunsuz, sorumsuz, dert yok, keder yok, tasa, endişe, kötü manada hiçbir şey yok…
İnsan çocukken hayatı dolu dolu yaşar ve o zaman günler uzun, aylar, yıllar uzun, yollar uzundur.
İnsan hayatı dolu dolu yaşarsa uzun yaşar. Yani uzunluk da göreceli bir kavram; boş yaşayan başka birine göre, aynı yaşı yaşayan ama dolu dolu yaşayan bir kimse ona göre çok yaşar. Bu yüzden çocuklar herkesten çok yaşar. Büyüyünce, bir de yaş bilmem otuz beşi filan geçince, hayat denilen keşmekeşin içinde; sorunlar, sorumluluklar… Bugün geçsin, akşam çabuk olsun; iş zor. Hafta çabuk geçsin, hafta sonu gelsin, ay çabuk geçsin maaş gelsin, yıl yallah geçip gitsin de izin günü gelsin. Yıllar çabuk çabuk geçsin de taksitler bir an önce bitsin. Çocuklar büyüsün. Emeklilik gelsin. Aylar, yıllar geçip gider, bir de bakmışsın ömür biter; vay be! Vay be ne çabuk! “Keşke zamanı tersine işletebilsem, keşke çocukluğuma geri gidebilsem” dersin ama nafile! Sadece özlersin, hayal edersin, “çocukluğum” dersin. “Hey gidi çocukluğum!” Geri dönüş yok ama bir köpek sahibiysen, onunla dost, arkadaş olmuşsan, kaç yaşında olursan ol; genç ol, ihtiyar ol, hayatı onunla, onun gibi yaşıyorsan; işte o zaman sen bir çocuksun.
“Gördün mü Okan, felsefe bu!”
Zeus’la ben de çocuk olmuştum. Onunla konuşuyor, onunla koşup oynuyor, onunla gezip tozuyordum. Şehir dışına çıkınca, tarlalıkta, arsalıkta, insanların ve otomobillerin olmadığı boşlukta zincirini çıkarıp onu serbest salıyordum. Haydi özgürsün. Gez, dolaş, koş… Hayat böyle daha hoş! Köyde yaşayan köpeklerin başı göğe erdi de şehirdekiler öldü mü be! Senin onlardan neyin eksik? Burada tavuk, kaz, ördek yok, tamam! Keçi, koyun, inek yok, tamam. Olsun. Köyde kurt varsa, domuz, tilki, çakal, tavşan, kaplumbağa, kirpi… Tamam. Burada onlar yoksa orada da buradaki kadar otomobil yok, yol yok, yüksek ev yok, yetmiş iki buçuk millet yok; bu da senin özelin. Sen şehir köpeğisin. Kurdu, tilkiyi, domuzu bilmem neyi bilmezsin ama tilki kaçar, kaçanın anası ağlamazmış misali. Kurt puslu havayı sever ve sürüyle gezer. Saldırı için. Domuz otoburdur aslında ama bulursa her şeyi yer. Teke süser, koç tos eder, ceylan dağlarda gezer. Köy köpeği bunları iyi bilir. Sen köy değil şehir köpeğisin. Nasıl ki köy köpeği her türlü tehlikeyi iyi bilirse sen de zehirli eti bileceksin; çöpten hiçbir şey yemeyeceksin. Gezmeye gitsen bile akşam eve geleceksin. Trafik canavarları var hızlı araba sürerler; onların kim olduklarını bileceksin!
Zeus’u aldım karşıma anlattım. Bir bir… Neyi nasıl yapacak, nerede nasıl davranacak, kime hav yapacak, kime yapmayıp kaçacak. Dinledi, sözüm bitince başıyla “tamam” dedi. Zincir elimde, o önde, ben gerisinde; o sokak senin, bu sokak benim deyip yürüdük, gezdik. Zeus, acemi mi acemi! Ne yolda yürünmesini biliyor, ne kaldırımdan gitmesini; yavaş ulan, koşma, çekme, çekeleme! Burası Lüleburgaz, Sibirya değil; yerler kara beton, kar değil; sen kırma bir köpeksin, kurt değil, ben de insan işte… Kızak değilim, çekme, çekeleme ulan!
Zeus acemi, hem de laf dinlemez şımarık… Sağa, sola saldırıyor, gördüğünün arkasından koşuyor, sinek, böcek, kedi, her şeyi kovalıyor. Bir gün arı soktu, gözü şişti. Bir gün tırmık yedi, yüzü çizildi. Bir gün hayvan sevmeyen hanzo birinden tekme yedi, yere devrildi.
Üç gün, beş gün, yedi gün; hep gezdik. Bir gün şehir dışına çıktık. Boş bir yer, kale direkleri var, yerler çimen ama top yok, top koşturan çocuklar yok, çıkardım zincirini, saldım. Hadi koş! Koştu, koştu, koştu… Koştu gitti, bir yay çizdi geldi, üstüme bindi, gene gitti. İyi güzel, aferin! Yorulmuştum. Çöküp oturdum, kale direğine sırtımı verdim, cigara telledim. Bizim Zeus burada ilk vukuatını işledi. Başka birisi de benim gibi köpeğini gezdiriyormuş. Köpek küçükmüş. Köpeğin sahibi de küçük… Zeus onları görmüş. Hayatında ilk kez bir köpek görmüş. Koşup gitti. Küçük köpek Zeus’tan korkup tırstı, çocuk ikisinden de tırstı. Kendi soyunu tanımayan Zeus’u zor tuttuk, ağlayıp kaçan çocuğu zor susturduk, sonra iki köpeği karşı karşıya geçirip konuşturduk.
“Onun hikâyesi anlat anlat bitmez” dedik ama gene bir sürü laf edip konuştuk da konuştuk. Sadede gelmedik.
Günler geçtikçe, şartlar değiştikçe, Zeus bizimle gezdikçe… Zeus’u hep gezdirdik. Öyle ki, erik dalına astığımız zincir elimize alırken çıngırdasa dokuz osuruklu derin uykularda olsa bile koştu geldi, bir telaş, üstümüze bindi, yerlerde tepindi. Tasmaya zincir takılınca gezmeye gidilecek ya bunu çok iyi öğrenmişti. Tasmasına zincir takıp gezdirdik, arabaya bindirdik, temiz bir derenin dibine, yeşil ormanların içine pikniğe gittik. Araba tuttu kustu; Okan, “öf” dedi biz temizledik. Bir gün kustu, bir gün sıçtı, bir gün işedi. Eh, gördün mü bak; şehir yerde köpek bakmak ne zor şeymiş, Okan bunu öğrendi. Filmlerde gördüklerin başka, gerçeklerse bambaşka... Her şey televizyonda gördüğü gibi değildi. Çünkü televizyondakini sadece görüyordu. Orada gördüklerinde koku yok, ısı yok, esinti yok; hayret bir şey ki gene de pes etmedi, köpekten vazgeçmedi.
Bir akşamüzeriydi. Çıktık. Her zaman olduğu gibi Zeus önde, ben gerideydim. Sokak sokak dolaşıp gezdik. Bu, bizim için olağan bir şeydi artık. Sokak sokak geziyor, sonra o boş yere gidiyorduk. Çocukların top oynamadığı alan yere. Orada Zeus’u salıyordum. O, koşup oynuyor, ben de sırtımı kale direğine verip cigara içiyordum. Sonra zincir elimde, Zeus önümde; akşam olup karanlık basmadan eve gidiyorduk. O gün bildiğimizi bozduk ve değişik bir şey yaptık. Ezber bozulmuştu. Boş alandan boş yola boş çıktık. Yani tasmasız, zincirsiz… Yol çok genişti ve boştu. Tek tük insanlar vardı aşağıdan yukarı, yukarıdan aşağı giden. Tek tük araçlar vardı sağımızdan gelip geçen. Yoldan geçen araçlar ışıklarını yakmış öyle gidiyor, demek ki akşam olmuş geceydi. Ben yolun solunda yürüyerek, Zeus da solumdaki arsaların içinde koşturup gezerek yukarı, fırının beri köşesine kadar gittik. Orada zinciri takacak, mahalle arasına sapacak, eve dönecektik. Keşke dönseydik. Düşünen insan hata yapmaz. Hata yapmayanın keşkesi olmaz. Tabii ki yanlış! Düşünen insan yanlış yapmaz, doğrusu bu. Hatasız insan olmaz. Aslında hatalarda kasıt yoktur ve onlar masumdurlar. Bazı masum hatalar sonunda insanlar keşke diyebilir. Keşke öyle yapsaydık, fırdöndülü zinciri tasmaya taksaydık, mahalle arasındaki sokaklardan eve varsaydık. Keşke ama bazı gerçekler vardı ve onlar olmuş bitmiştir ve geri gelmezler. Zaman geçip gitmiştir. Canlı olan, soluk alıp veren her şey an be an yaşar, her soluk alıp verdiği an ve zaman başkadır, farklıdır. Keşke dersin, o sadece keşkedir ve başka da bir şey değildir. “Geri dönelim” dedim Zeus’a. “İyi, alıştın artık. Az mı oldu? Geri dönelim, geldiğimiz yerden eve kadar zincirsiz, tasmasız gidelim. Koca hayatı hep yedilerek mi yaşayacaksın ulan? Hep benimle, ya da başka birisiyle? Bu dar ve geniş yolları, bu kıvrımları, inişleri, çıkışları… Yarın bir gün kapı açık kaldı ve kaçtın; sokaktasın ve yanında ben yok, yalnızsın. Kim dost, kim düşman bilmen gerekir. Bilmelisin. Nasıl ve nereye adım atacağını, nereye nasıl gideceğini, yollarda nasıl gezeceğini, otomobillere nasıl ezilmeyeceğini, akşam olunca eve sağ salim nasıl geleceğini… Tek başına yaşamayı bilmelisin.” Fırının berisindeki kavşaktan geri döndük. Ben yolun karşı tarafına geçtim, o giderkenki yerdeydi. “Zeus gel” deyip seslendim. “O tarafı gezip gördün; böyle gidelim de burasını da gör.” Önce ikiledi. “Gelsem mi, gelmesem mi, şimdi mi gelsem, sonra mı, otluk içlerinde kedi kokusu var, fare kokusu, böcek kokusu…”
Aşağıdan bize doğru bir ışık; bir otomobil, hızlı değil ağır ama yürüyor ve geliyordu. Zeus otluktan çıktı. Yol, yani kenar yol, cadde çok geniş, otoban gibi. Dediklerine göre burası çevre yolu olacakmış ve büyük ve ağır araçlar, şehir içi minibüsleri, işçi servisleri bu yoldan geçecekmiş. Yol yeniydi. Sıcak ziftin üstüne mıcır döşemişler, gelip geçen araçlar mıcırları ezmiş, kimisi ziftle yapışık iç içe, kimi yapışmayan mıcırları lastik tekerlekler fırlatıp atmış, yol zımpara gibiydi. Zeus’a “gel” demiştim ama “dur bekle, şu taksi geçsin de öyle gel” diyemedim. Çağırdım ya, bu yüzden koşarak geliyordu. Önünden geçmek isterken taksinin altına girdi. Şoför görmemişti. Görememişti. Feryat, figan… Taksi geçip gitmiş, köpek altında kalıp ezilmişti. Dondum, yolun üstünde put oldum, öylece kalakaldım. Köpek ezilmişti ama ölmemiş, o da ezildiği yerde, ciyak ciyak bağırıyor, ağlıyor, haykırışları yürek dağlıyordu. Koşup yanına gittim. Şoför de köpek ezdiğini anlamış, az ötede kenara çekip durmuştu. Karanlık. İyi göremiyordum. Araç köpeği ezdi ama neresini? Ön tekerlek belinden mi geçti? Karnı mı deşildi? Ya da kalçası mı ezildi? Köpeğin kıçı yerde, durmadan bağırıp feryat ediyor, ağzıyla acıyan yerini ısırmak istiyor, ne yapacağını bilemiyor. Yazık ulan, tüh, tüh, tüh! İşte olacağı buydu ve sonunda oldu! Sütle besleyip büyüttüğümüz, kendisini bizden birisi olarak bildiğimiz, çocuğumuz gibi sevdiğimiz güzelim köpek gözlerimin önünde ezilmiş, ölmemiş, belki ölecek, belki ölmeyecek ama ziyan olmuş, ben put, çaresiz, ne yapacağını bilmez halde; yazık! Tüh, tüh! Keşke bu yola gelmeseydik! Geldik, keşke yukardan gitseydik de geriye hiç dönmeseydik! Döndük; keşke karşıdan gitseydik de buraya geçmeseydik! Ya da “gel Zeus” diye seslenmeseydim, ya da madem seslendim; acemi hayvan ne bilsin; otomobil köpek ezer mi, önce köpek geçsin sonra ben der mi? Otomobil geliyor, görmüştüm. Zeus da koşup geliyor, onu da görmüştüm. Aslında olacakları hissetmiştim. Keşke şoföre dur diye el etseydim! Ya da koşup köpeğin önüne geçseydim! İşte, her şey yaşanmış ve bitmişti. Keşke, keşke, keşke… Keşkenin de, keşkesinin de... Getir getirebilirsen az önceyi geriye! Hadi, sıkı mı? Telefonumu çıkardım, ışığını yakıp baktım. Yer kanlar içinde. Ama tekerlek karnından geçmemiş, boku, bağırsağı içinde; ayakları ezik, zımpara gibi pütürlü yolun üstünde, zavallı kıpırdayamıyor, ağlayıp kıyametleri koparıyor; ah Okan ah!
Zeus’u ezen kimse az yukarda bir süre durdu. Ben köpeğin başında, şaşkın, ne yapacağını bilmez bir halde, ayaklarını ellemek istedim, köpek ellerime sarılıyor, acısı korkunç, bu çok belli, ellerimi ağızlıyor ama sıkmıyor. Adam her kimse kaçmayıp durmuştu. Çünkü görmemiş, köpek önüne kendisi gelmiş, suçu yoktu ki. Kapıyı açıp baktı. “Git git” dedim, işaret ettim. Git kardeşim, çek git. Zavallının acısı çok büyük, benimkiyse ondan büyük! Aklım başıma gelince baktım ki tek tük de olsa yoldan arabalar geçiyor; bir başkası gelecek, ikimizi de çiğneyip ezecek; kucakladım köpeği, yolun kenarına taşıdım. Sonra İlkan’ı aradım. “Al arabayı çabuk gel!”
Baytarı telefonla arayıp bulduk; bürosunda buluştuk. Zeus, ağlamış ağlamış sonra susmuştu. Arka ayakları paramparça, belki acısı dindi, belki sızı içine işledi yürek baygınlığı geçirdi; mavi gözleri yaş içinde, melim melim bizi süzüyor, yardım istiyor, “beni kurtarın” deyip yalvar yakar ediyordu.
Ayağının birisi iyiydi. Baytar ameliyat etti, tüylerini kesip temizledi, yarayı dikti: “bu tamam” dedi. Oh be, sevincimden geberiyordum. Bu ayak iyileşecek çok şükür, gözümle gördüm, belli, bu benim için süper bir haberdi. Sıra ötekine geldi. Ama öteki ayak bir felaketti. Kemikler paramparça, un ufak olmuşlar, etleri öyle, deriler de… Et, kemik, deri birbirine girmiş; ayak pestil gibi. Baytar baktı, baktı; ağız, burun kıvırdı, sonra “acaba” dedi. “Diksek mi? Ya da bilekten kessek mi? Ne dersin?” dedi bana. “Bilmem ki hocam? Doğrusu neyse onu yap. Kesmeniz gerekiyorsa…” “Ama…” dedi sonra, “önce bir dikelim, iyileşmezse sora keseriz.” “İyi, sen bilirsin” dedim. Yarayı kesti, biçti, temizledi ve dikti. Antibiyotik verdi, ağrı kesici ve renkli bir sıvı verdi. Karşılığında yüz lira istedi. Paranın canı cehenneme Zeus ölmedi ya, inşallah iyileşecek, bir ayak kesilse bile öteki ona yeterdi. Ah Okan ah! Şehirde köpek bakmak zor iş be! Zor oğlum, zor, zor! Laf anlamadın ki! Kalın kafan mı desem, yumuşak yüreğin mi; sana ben ne desem; işte bak, yaralandı. O yaralandı, benin de yüreğim dağlandı.
Koyduk battaniyenin içine, o daha baygın, aldık eve getirdik. Ölmesin diye sabaha kadar başında bekledik. Ölmedi. Ölmedi ya, ölseydi ben de kahrımdan ölecek, kendimi ömür boyu suçlu hissedecektim; yol, iz bilmez, iyiyi, kötüyü seçemez yavru bir köpeğe sahip çıkamadım diye. Hem şehir hayatına, hem zamane yeniliklerine karşı değilim ama gene de “lanet olsun insanları üzen bu şehre, lanet olsun ayak ezen bu lastik tekerleklere, faydadan çok zarar veren teknolojiye!” dedim.
Sabah olunca kendisine gelmişti ama tuhaf olan bir şeyler vardı. Bir şeyler olmuş, başına bir haller gelmişti ama ne? Nerede olduğuna baktı önce. dışarıda değil merdiven boşluğundaydı. Kendisine baktı sonra da. Merdivenlerde ve bir hasırın üstünde yatıyordu. Kalkmak istedi, kalkamadı. Arka ayakları basmıyordu. Sonra bana baktı. Bakışları sorguluyordu. Sorgulayan yüzüne güldüm. Ayakları ezilmiş ve davul gibi şişmiş birine gülünür mü? Gülünür. Ölmediğine sevinmiş, o yüzden ona gülmemiş gülümsemiştim. Başını okşadım, sevdim. Öyle yürekten sevdim ki, sevgim onu teselli etsin istedim.
“Oğlum be,” dedim, “ölmedin. Sen ölmedin ama beni hiç sorma; öldüm öldüm dirildim. Sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Bir ayağın iyi, kemikler kırılmamış. O iyi. Öteki kötü! Kangren olup iyileşmezse kesilecek. Olsun be Zeus! Napalım. Oldu bir kere. Başımıza bu da geldi. Olanla ölene çare yokmuş. Napalım. Kesilse bile bilekten kesilecek. Bir ayak yeter be Zeus! Pardon, üçayak… Kesilen ayağına da patik takarız. Ne olacak ki!”
Bir gün, iki gün, üç gün… Günler geçti ama onlar zor günlerdi. Hem Zeus için, hem benim için, hem de tüm aile fertleri için. Ona iyi baktık ama ne olursa olsun; insan değil sonuçta bir köpekti. Günler geçtikçe ayakları şişti. Antibiyotik ve ağrı kesici veriyorduk ama acısı o kadar fazla, yattığı yerden kalkamıyor, yemeğini, suyunu önüne veriyoruz ama kalkıp çişini, kakasını yapamıyor. Kendisini zorluyor, kalkamayınca yıkılıyor, öyle kalakalıyordu çaresiz.
Yirmi gün ilaç içti. Yemekten kesildi. Bir de ruh sağlığı bozuldu. Ayaklarına ne olduğunu bilemiyor; düzelecek mi, yoksa ömür boyu yerlerde mi sürünecek, ya da ölecek mi, dirilecek mi, sürekli üzüntü içinde zayıfladı, iki kemik bir deri kaldı. Gözlerinin feri gitti, hep yaş içinde, yüzündeki gülüş bitti hep keder içinde, nerde o eski günler, nerde o eski neşeler, ağaç kemirmeler, tornavidamı, pensemi çalıp gitmeler, yaramazlık etmeler?.. İşte hayat sevince güzel! İşte, hayat bütün uzuvlar yerindeyken güzel. İşte her şey, sağ ve salimsen güzel. Her şeyin başı sağlık demişler ama söyler geçer, pek de önemsemeyiz. Para, pul ne ki, ev, bark ne ki, üst, baş ne ki; daha o kadar çok ne kiler var ki saymıyorum; hepsi tek bir yaşam için. Yani yaşamak için birkaç bir şey var, gerisi boş, fasa fiso, lüzumsuz teferruat; bir köpeğin hastalığında bile gördüm, buna birebir şahit oldum. Canın yanıyorsa oynayamazsın. Canın acıyorsa yatamazsın, kalkamazsın, koşamazsın. Üzgünsen, sağlığını yitirmişsen gülemezsin, konuşamazsın. Umutlarını yitirmişsen, karamsar bir dehlize girmişsen, bir sürü korkuların içindeysen hayata tutunamazsın. İşte, bir köpeğin hastalığında bile ben bunları gördüm. Yüzünde umutsuzluk ve mutsuzluk, gözlerinde yılgınlık ve bıkkınlık, çaresizlik… Yoookk dedim ama kendini salmak yok. Bıkmak, usanmak, pes etmek yok! Ayakları ezilen tek sen misin? Terk edilmiş, bir kenara itilmiş misin? Yanında biz varız. Dostların var, aile fertlerin var. Seni sevenler, sana yardım etmek isteyenler var. Küsmek yok! Peki, küsebilirsin, birçok şeye isyan edebilirsin ama pes etmek yok! Ver elini dedim. El ele, biz bize, bu işin üstesinden geliriz, bu zorluğu hep birlikte yeneriz. Yener miyiz? Yendik. Zor oldu ama olsun. Zor elde edilenler kıymetli olur. Zor kazanılan her şey değerlidir. Ayağının birisi gün günden iyileşiyordu. Ama diğeri bir felaket! Şişti, şişti, şişti. Şiş ayağının dikişleri koptu, yara patladı, kırık kemik uçları dışarılardaydı ve Zeus denile şey bir köpekti sonuçta ve köpekler kemiği çok severlerdi. Yara yerlerini hep yalıyordu, bu iyi; hayvanlar yaralarını yalaya yalaya tamir ederlermiş ama ben bu kemikleri yerim diye tutturmasın mı? Vay anasını ulan! Kendi kırık kemiklerine, etinden dışarı çıkmış kırık ak kemiklerine kızıyor, saldırıyor, ısırmak, koparmak, onları çıkarıp atmak… Ya da yutmak… Canı yanmasa kemikleri koparıp alacak, sonra ne yapar bilemem ama yarası da felaket mi felaket bir şeydi. Kaç kere götürüp ayağını bilekten kestirmek istedim, sonra vazgeçtim. Biraz daha, bir gün daha, bir zaman daha… Belki iyileşir. Kangren olmadı ya! Daha sonraki günlerde antibiyotikli pomat aldım. Bir sürü gazlı bez, sargı bezi, pansuman malzemesi aldım. Her gün yıkayıp paklayıp pansuman yapıyor, zor da olsa sarıp sarmalıyordum, çok yalamasın, yarayı iyice açmasın diye. İyi. Birkaç gün takip ettim durum iyiye gidiyor.
Bir gün, iki gün, üç gün…
Bir göçmen gördü bu zaman içinde bizi. Bakmış bakmış uzaktan, beni ve küçük köpeği görmüş, uğraşımızı seyretmiş. Bir gün yanımıza geldi ve baktı. “Abi” dedi “ben sana bir ilaç vereyim, bu yara on günde geçer.” Hadi be gözünü seveyim! Hani nerede? Adı domuz yağıymış. Memlekette hayvan yaralarına bunu sürerlermiş. Bırak hayvanları, el ve dudak çatlaklarına bile sürerlermiş. Bu domuz yağı isimli ilacı kullandık. Kullandık ki, hay sağ ol, çok yaşa komşu! Gerçekten de on gün değil belki ama kısa bir sürede yara iyileşti. Şişlik indi, irin temizlendi, hücreler parçalandı, bölündü, çoğaldı, dokular yenilendi, deri büyüyüp yaranın üstüne yürüdü. Vay anasını; bu domuz yağı felaket bir şeydi! Yara iyileşip Zeus da yürümeye, gezmeye başlayınca, ölmediğini, ölmeyeceğini, gene eskisi gibi yaşayacağını anlayınca neşelendi. Bu her halinden belliydi. Yani, konuşmuyor ama anlatıyordu, bu gerçek. Köpekle konuşmak, derdini anlamak, ona dert anlatmak işte bu. Sazsız, sözsüz...
Zeus iyileşti. İyi. Ama şehir denen yer hayvanlara yaşam hakkı tanımıyordu. Bunu bir kez daha anlamıştık. O zaman ne olacak? Zeus denilen bu sarı tüylü, boncuk gözlü köpek ne olacak? Başımıza bu hal geldi, birlikte ne üzüldük, ne gözyaşı döktük. Bir sürü uğraş verdik, sonunda yarı aksak olsa da iyileştik. Yarın daha, gene demir kapı açılacak, o, gene cahil bir çocuk; ezildiğini, ayaklarının lastik tekerlekler tarafından paramparça edildiğini unutacak, gene yola fırlayacak, bu sefer Allah bilir ne olacak? Ya, tekerlekler tam karnından geçerse de içi dışına çıkarsa o zaman ne olacak? Çocuk işte.
İlkan’la Okan da çocuk; Zeus’u alıp köye götürmeliydik ama olmaz demezler mi; olmaz, olmaz! Böyle bir dosttan ayrılmak olmaz. Ama olması gerekliydi. Zeus’u bizim köye götürdük. Koruköy’e… Koruköy, Istranca dağlarının içinde. Koruköy, küçük bir köy. Ama oraya birçok şey henüz gitmemiş, hala saf bir köy. Dağları, yaylaları pislenmemiş, dereleri, gölleri kirlenmemiş, ağaçları kesilmemiş, otları çiğnenmemiş. Zeus’u oraya götürüp bizim gibi seven birisine verdik. Ona şekerli süt verecek, tavuklu pilav, salamlı makarna, çıtır çıtır kemik yedirecek, yani onu bizim gibi besleyecek birine verdik. Yalnızlık hissetmesin diye yaralıyken üstünde yattığı deniz hasırını da verdik.
Ayrılık zordu. Ondan ayrılmak tabii ki zor oldu. Çok zor. Ama böyle olması zorunluydu. Bir ay sonra, gene bir ay sonra olmak üzere iki kez ziyaretine gittik. Kavuşmamız müthiş, ayrılmamız gene zordu. O zaman mevsim güzdü. Sonra, güz gitti kış geldi. Zeus’un ataları Sibiryalı, genlerinde Sibiryalılık vardı; kışı yazdan daha çok sevecekti. Bizim köyün kışları da çok güzeldi hani.
Aradan beş ay mı geçti, altı ay mı ne; gidemedik. Gidip Zeus’u göremedik. İnanın onu çok özledik. Burnumuzda tüttü ama bakalım… Yakında gideriz. Ona, ”heeeyy Zeus!” diye sesleniriz. Bizi görünce nasıl sevinir, nasıl koşup gelir, koşup değil uçup gelir bir görseniz. Dört ayağıyla yaylanıp zıplar, üstümüze fırlar çocuklar gibi.
Zeus, on altı Mart iki bin yedi doğumluydu. Doğalı bir seneden fazla oldu. Şimdi çok da büyümüştür. Onu çok özledik. O da bizi özlemiştir. Sarılmanın, şapur şupur yalamanın ölçüsünü de bilemez, bizi yere serer, severken ezer. Ah, o anı bir görseniz! İnsan olduğunuzu hatırlayıp biraz gözyaşı dökseniz…
“O şimdi köyde. Benim köyümde. Ayak ezen otomobillerin değil, ayaklarıyla gezen hayvanların içinde. Hür ve özgür biçimde... Özgürlüğe selam olsun! Özgürlük sevenlere de…”
Tevfik Tekmen. 14/Mayıs/2008
YORUMLAR
Var bir 10-15 sayfa her halde? Bir şiir gibiydi okuduğum öykü. İnanılmaz sürükleyici, çarpıcı; yer yer neşelendiren yer yer hüzünlendiren yer yer felsefe derinliğinde hayat dersleri veren.
Mensur şiirin her halde en güzel örneğiydi, okuduğum. Gerçi, bu türden çok okuduğum söylenemez. Bildiklerim: Sadece edebiyat sayfalarında okuduğum kısa örnekleri, biri “Selami Dayı, Sarı Köpek ve Ben” öykünüzde karşılaştığım, diğeri de; hatta çok daha güzel bir örneği, bu öyküdür.
Üslup öyle samimi öyle sıcak ki, öyküye daha ilk satırlarda ısınıverdim. Sonra içime sindire sindire, zevkle okudum. Doğrusunu isterseniz, hayvanlarla alakalı öyküleri sevmediğimi düşünürdüm ya (!) değilmişim. Bir Çehov'un "Kaştanka"sını bilirdim. Samimiyetimle ondan çok daha güzel "Zeus"un öyküsü.
Meğer iyi yazıldığında zevkle okunmayacak hiçbir şey yokmuş.
Zeus’un öyküsünde ne yok ki? Hayatın kendisi var, bir kere. Bizle yaşayan köpeğin hayatıyla ne kadar da paralelmiş hayatlarımız!
“İşte hayat sevince güzel! İşte, hayat bütün uzuvlar yerindeyken güzel. İşte her şey, sağ ve salimsen güzel. Her şeyin başı sağlık demişler ama söyler geçer, pek de önemsemeyiz. Para, pul ne ki, ev, bark ne ki, üst, baş ne ki; daha o kadar çok ne kiler var ki saymıyorum; hepsi tek bir yaşam için. Yani yaşamak için birkaç bir şey var, gerisi boş, fasa fiso, lüzumsuz teferruat; bir köpeğin hastalığında bile gördüm, buna birebir şahit oldum. Canın yanıyorsa oynayamazsın. Canın acıyorsa yatamazsın, kalkamazsın, koşamazsın. Üzgünsen, sağlığını yitirmişsen gülemezsin, konuşamazsın. Umutlarını yitirmişsen, karamsar bir dehlize girmişsen, bir sürü korkuların içindeysen hayata tutunamazsın. İşte, bir köpeğin hastalığında bile ben bunları gördüm. Yüzünde umutsuzluk ve mutsuzluk, gözlerinde yılgınlık ve bıkkınlık, çaresizlik…”
“Bu satırlar benim için değildi” diyen bir baba yiğit çıkar mı acaba? Sanmam...
Öyküde ne üslup ne içerik ne de yazılımla alakalı tek bir yanlış vardı, üstelik.
Bravo hocam. Kaleminize, yüreğinize sağlık.
Sağlıcakla,
Tevfik Tekmen
yorum almak ve övgüye mazhar olmak elbette güzel. ve özellikle de ehil birisinden. onun için de ayrıca teşekkür ederim.
yıllar önce tanıştığım edebiyat sitelerinde hasbelkader yazan biriyim. buralarda gerçekten övülecek yazılara yapılmış övgüler gördüğüm kadar hiçbir edebi değeri olmayan yazılara da hatır için yazılmış övgüler gördüm.
bir eser iyi ise iyidir, değil ise değildir. kötüye iyi demek bir dostun dostunun yanlışına doğru demesine bezer ki düşmanlık gibi bir şeydir. bu yüzden sanal alem olsa bile hatır övgüleri almaktan çekindiğim için gerçek dostlarla bile samimiyet kurmaktan hep çekindim. biliyorum ki bu benim yanlışım.
bir de yazmaya çalışmaktan okumaya zaman ayıramıyorum. bu da ayrı bir yanlışım.
sayfama dönüp bu yorumu okumazdan önce Aynur Engindeniz'in bir yazısını okudum ve yorum yazdım. laf aramızda, biraz övdüm ama biraz da akıl vermiş gibi oldum galiba.
umarım ukalalık olarak algılamaz.
selam ile...
nitemtran
bu sitede çok güzel yazan insanların bir çok yazısını okudum. Bunu onlardan çok kendim için yaptım. Gerektiğinde olumsuz tenkitler de kaleme aldım. Fakat son zamanlarda sadece güzel yazıları, daha çok da öyküleri okuyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse çok yetenekli, ilham verici kalemler var. Bunlardan biri de sizsiniz. Hatta bir hafta sonunu sadece sizin yazılarınıza ayırdım. Bir kısmına da yorum yazdım. Hatırlarsanız bir kısmı da olumsuzdu.
Çünkü biliyorum ki, yetenekli kalemler çoğunlukla tahammül sahibidir de. Öyküler benim en sevdiğim edebiyat türü. Öykü okumak bana inanılmaz enerji ve yaşama sevinci veriyor. Kim istemez ki ekstra gelen yaşama sevincini?
Aynur Engindeniz de Defter'in çok nadide yeteneklerinden ve oldukça da hoş görülü biri. Tam bir usta kalem erbabı. İçiniz rahat olsun.
Siz yazın ve güzelse eğer biz gönüllüsüyüz okumanın.
Sağlıcakla kalın,
Aynur Engindeniz
Ben Metin Abinin yorumlarını da kaçırmamaya çalışırım. Her defasında iyi ki okumuşum derim. Bu sebeple adımın geçtiğini gördüm. Yorumunuzu okudum ama henüz cevap verme şansım olmadı. Ayrıntıyı yorumunuza cevaben yazarım. Şu kadarını söyleyeyim benim için övgüden değerli bir şey varsa o da tenkittir. İşime yarayan odur çünkü. Tabi değerli kalemlerden güzel sözler duymak da tuzu biberi.
Metin Abi, hakkımda söylediğin güzel sözler için teşekkür ederim. Desteğin hep benimle. Saygılarımla.
Merhaba Tevfik Bey, yazın köpeklerle ilgili olunca dikkatimi çekti. Tıpkı senin köpeklerin gibi benim de köpeklerimin kimini araba çarptı, kimi eceliyle öldü.
Son köpeğim Kangal cinsi Karabaş'ı, tıpkı sizin Zeus gibi zorunlu olarak bir çiftliğe vermek zorunda kaldım.
Her pazar Karabaşımı ziyarete giderdim. O karşılaşmayı ben hiç anlatmayayım siz çokkk iyi anlarsınız.
Ziyaret dönüşü, benim gözümde yaşlar, Karabaşta tuhaf haller... Anlayın işte...
Şimdi sokakta gördüğüm her köpek benim. Onlara nasıl baktığımı bilmiyorum ama bir kez baktığım köpek peşime takılıyor. Köpeklerin peşime takılması bir şey değil de, insanların bana deliymişim gibi bakmaları pek tuhafıma gidiyor.
Anılarımı canlandıran bu güzel yazı için teşekkürler.
Tevfik Tekmen
öykü gerçekti. ben dahil isimler de gerçekti. çünkü yaşamdan bir kesitti.
merhabalar bizden de...