- 1039 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
'cinestrike'
‘sanrı’
Uyuyamıyorsundur ve meseleyi uzatmanın ya da ilaç alıp kestirme bir yol seçmenin faydası yoktur. Uyuyamadığın için de insanın canı sıkılmaz. Gecenin bitmesini istemediğim için canım yanıyor. Bunu anlatamıyorum. Geceye bir mezar kazsalar ve ben onun içinde sonsuza kadar kalmayı tercih ederim. Düşünmek için istemiyorum bunu, artık düşünmenin gereği yok. İnsanların pek çoğu artık bu coğrafya da uykuda. Her yanda ışıklar sönmüş. Yıldızlar daha belirgin. Evleri var insanların, bazıları yer yatağında, bazıları kanepelerde, bazıları yataklarda uyuyor. Çarşafları var, kiminin daha yeni serilmiş, kiminin gece yatağa girdikten yarım saat sonra değiştirilmiş, kimininse sabah değiştirilecek, kiminin hiç umurunda olmayan. Uyumamak için görevim yok benim, bir öykü değilim ya da acı bir gerçek. Buna sebep aramamalıyım, ararsam hata etmiş olurum. Yalnızca o sisli, bulutumsu sanrıyı yeniden görmek istiyorum. Nasıl da sevinmiştim onu ilk gördüğümde! Sarılmak istiyordum kendisine ama yanımdan kaçıvermişti. Sonra uzaktan uzağa, bana gözükmeden kısa bir sohbet yapmıştık. Bana ’insanların küstahlığından sıkıldığından bahsediyordu.’ Bu cümlesini hatırlıyorum. Sonra Azad ile beraber gecenin ilerleyen saatlerinde soğuk bir havada dolaşırken ona sanrıdan bahsetmiştim. Sonunda ‘i’ olsa ‘ı’ yerine İtalyan olurdu diye espri yapmıştı. Gülmemiştim. ‘Hasta bir adam olduğumu, içimde acıyla karışık öfke olduğundan’ sanrıya bahsetmiştim. Sanrıdan ağlama sesi geliyordu. Bulutumsu, grimtırak bir şeydi o, ağlayabilir miydi endişesi moralimi bozmuştu. Misantropik takılıp, misantrof oluyor, misantrofçuları arıyordum. İnsan, yine de nefret ettiği varlığı arayıp duruyordu. Bunu bilinçli takıntıma borçluydum. İnsanın yeniden düzeltilebilecek birisi olduğunu bilsem de, olamayacağını bilmenin ayrı bir zevki vardı. Halı üzerinde sofra bezi olacaktı ve orada her şey dağınık kalacaktı. Bu garip bir deneyim olmayacaktı. Olağan olarak kalacaktı. Olağanları seven insanın bilinçten bahsetmemesi gerekliydi. Güzel sanılan şeylerinde elbet biteceği gerçeğini yaşamanın endişesi olmayıp, ancak dikkati olabilirdi. Benim için de, tüm insanlar için de en geçerli yol, acı çekmenin aslında eziyet değil, önceden alınmış bir tedbir olarak görüleceği gerçeğini kabullenmek değil miydi?
Buna kendimi inandırıp, isteklerimi yitiriyorum. Hayatın artık bir ödev olduğu gerçeği ekşimiş bir yemekten farksız ve hiçbir kitap avutamaz o öfke ve acıyla dolu yüreği.
‘sinema salonu’
Her şey bitince boş bir sinema salonu bulup içeri ağır adımlarla geçtik. Filmlerde gördüğümüz gibi gülüp, eğlenebileceğimi suratlarımız da yoktu. Zaten sen az film izlediğin için hiç sorun yoktu. Beni sanatla ilgilenen biri olarak görüyordun. İlk yanılgın böyle başlamıştı zaten. Yukarıya doğru, o ilginç sistemin camlı odasına doğru baktım. Aslında bir soru sormak istiyordum:’ Karanlıkta yapılacak güzel şeyler sence nelerdir?’ Memleket meseleleriyle alakadar görünme zorunluluğun varmış gibi yüzün asıktı. Buna sebep ben değildim. Aslında ben tereyağındaki o kıl gibi hissederim, genelde öyleyimdir, o hisle yaşamayı severim. Sırf bu yüzden kadın kuaförünün kapısı önünden kıl toplamış, onları cebimdeki son parayla aldığım tereyağ içerisine koyup, çekiştirmeye başlamıştım. Bunu şimdi sana anlatırsam aptalmışım gibi bana bakacaksın, farkındayım, bazen aptal gibiyim ama öyle olmayı seviyorum. Hem aklımın sınırlarını da hayat bana öğretti. Buna öğrenilmiş çaresizlikte diyebilirsin, istersen genelleyebilirsin de ve benim için şu an bunların umurumda olmadığı zaman. Dışarıdan cips alıp, çantanın içerisinde salona sokmak iyi fikirdi. Ketçaplı cips sevdiğini söylemiştin, nerede zararlı bir şey varsa benim vücut kodlanmış gibi aslında onları midesinde görmek istemiyor ama ben zorluyorum. Niye film izlemeye geldiğimizi de bilmiyorum, sen mi istemiştin, yoksa aniden gelişen bir fikir miydi bu? Önemsemediğin apaçık ortamda, peki ne istiyorsun? İstediğini bilsem, anlasam diye bir yakınma içerisinde de bulunmak istemiyorum. Bu salon boş ve biz uzun uzun izleyebiliriz. Saçların abaküs trafiği, ne varsa geride adını bilmiyorum. Keşke ‘taxi driver’ izleseydik! Hani evimde olsaydık, aslına bakarsan senin yanımda olup olmaman da ilgilendirmiyor şimdi beni. Hem tiksiniyorum artık şu yalnızlığı şiir gibi kullanan insanları! Ben de mi öyleyim? Bana mı söylüyorsun? Benimle mi konuşuyorsun? Bana mı diyorsun ha? Buradayım, yanında, hey lanet olası benimle mi konuşuyorsun? ‘Efendim, bir şey mi dedin’ kısmına sinir oluyorum. Bir de ‘salon boş değilmiş, baksana biz erken gelmişiz salona, on beş dakika reklam izleriz’ artık demene. Repliğin babalarından olanı kendimize aşırıyorum; bir gün o yağmur yağdığından buna sen de dâhil olmak üzere tüm pislikleri götürecek!’ Seni sevmediğimi mi yavaş yavaş anlıyorum? Öyle filmlerdeki gibi birisine bir şey olduğunda ağlayıp, sızlayıp etrafı birbirine katacak bir bünyeye sahip değilim. Sahiden diyorum, şu aslında nerede olmak istiyorum biliyor musun, bilemezsin, zaten beni dinlemiyorsun. Kedi gibi yumulmuş koltuğa, ayak ayak üstüne atıp, cips yiyorsun. Biraz sonra o pis ellerini bana uzatır, ‘yalar mısın’ diye sorar mısın desen keşke! Böyle bir saçmalığı kabul etmeyip, seni dövebilirim. Tam tersini düşünemiyorum. İçimde kısaca özetlenecek bir arzu var; yumuşak koltuğun sırtın ve kuyruk kesimin arasında oluşturduğu bir boşluk var ve ben oraya mülteci olarak sığınmak istiyorum. Ellerin artık bir sisteme karşıt olamayacak kadar yorgun, o ellerin de sevmesin beni. Zaten sevmiyorlar. Beni kimse sevmediği için böyle yabani oldum. Buna biraz da ben sebebim. Niye mi? Kimse beni benim kadar sevemez sloganını geçelim, benim verdiğim değeri bana vereceğini sanmıyorum. Bu pazarlık mı? Menfaat olmadığı için en azından haklı olduğumu düşünüyorum. Ayakların ne kadar da uzuyor şimdi, önümüzdeki iki koltuğun arasındaki boşluğa girecek neredeyse! Bana bakmıyorsun sahi! Reklamları izliyorsun. Oysa ben sana bakıyorum. Bakarken aklıma neler geliyor bir bilsen!
Herkes ultimate olgunluğu yaşıyor. Peh, kıçımla bile gülemem! Bana ‘sen çok dengesiz birisin’ demeni istiyorum. Komik gelebilir bu saatte, insanların hayal kuramadığı bir zamandan bahsediyorum. Bu salon, koltuklar, sapık salyalarıyla dolu olduğuna adım kadar eminim. Ben burada seninle sevişmek filan istemiyorum. Ben seninle hiç sevişmek istemiyorum. Ben kimseyle sevişmek istemiyorum. Aseksüel bir seçim diyebilirsin, hayır, tiksiniyorum şu salonda olmaktan. Otlaklarına ev yapılmış, suyu kurutulmuş, yaşamı alanı kısıtlanmış bir hayvanım ben. Sen sevilmek istiyorsun. Bu ihtiyacını herkesle karşılamayı diliyorsun. Buna anlam veremiyorum gibi ama anlıyorum bak: Sen aslında kediler gibi sağa sola koşup, biraz ondan, biraz bundan düşüncesiyle yaşıyorsun. Hayır, böyle değil mi? ‘Ben köpek değilim, bana sahip olamazsın’ bakışı mıydı az önce bana fırlattığın? Güneş gözlüğüm yok diye de garipseniyorum, sen de beni garipsiyorsun. Bu kadar insan garipserken, benim kendimi farklı görmem mi gerekiyor? Belki de bir düzelme, tımar ihtiyacı da olabilir. Ben seni sıkmıyorum, sana sahip olmak da istemiyorum. Sen köpek değilsin, tamam, anlaştık mı? Yemiyor, bakmıyorsun. Parmakların kırmızı olmuş. Biraz sonra ıslak mendili çantandan çıkarıp parmaklarını sileceksin. Sonra başka bir mendille en son o kirli mendilleri toplayacaksın. Eskiden böyle bir saçmalık yoktu! Bebeğin boku en azından bok gibi kokuyordu ama şimdi bebek kıçları pudralanmadan önce bu lanet olası şeyle siliniyor. Islak bezini üreten insan kimse, onu öldürmek istiyorum. Tiksiniyorum, beni anlamıyor musun? Yine bir bakışın, sevgi bekliyorsun, elimi uzatıp, elini tutmamı bekliyorsun sanırım. Çok beklersin canım! Bazen birbirine çarpışmak isteyen iki gemi hissediyorum birbirimizi. Benden çok farklısın ve bu beni korkutuyor. Bana iç organların kadar yakın insanları severim. Sen dışarıda kalıyorsun. Bu bir sakızı alıp, onu kıllı ve gri bir yumağa dönüştürmeye benziyor. Bir duble korkunun çılgın ve çağın kurşun rengi tedirginliğine ait uygar bir ağrı yüreğinin tellerini sızlatıyor. Ben paltomun cebine attığım çekirdeği yiyeceğim karlı havayı özlüyorum. Göğsünün ortasından girivermiş ve bacaklarına basınçlı suyla boşalacak kanın amip heyecanlı, yosundan bir gömülmüş hali var. Dilin daha uzun şimdi. Çeneni okşuyor. Birazdan zarif bir vals ortasında bacağın çatlayacak diye hayal ediyorum. Benim palamut dingini gözlerim kayığa değdirip zevk aldığı balığını masum bir patiska güzelinin içine doğru uzatıyor. Edebiyat emziği fularım yok, gök düşmanı gözlüğüm ve temiz bir ayakkabım. İçi temizler, bunda yalan yok ama dışında her türlü pislik var. Sen ne zamandan beri patiska güzelisin, bundan haberin var mı? Sarımtırak döllerin ihanetinden bahsediyorsun. Keşke o döller renkli çamaşırlar kurbanı donun içinde kalsaydı hep!
Sana kendini hiç sormadım, farkında olmaman ne acı! Ben de bir hiçim deyip, kolayca sıyrılayım o zaman her şeyin içinden. ’Ne dengesiz bir insansın sen! Garip duygusal hallerine katlanmak istemiyorum’ dedikten sonra nice organ kokulu şu kapıyı açıp, seni terk edebilir miyim? Şikâyet… Beni bana şikâyet ettiğin zamanları düşünüyorum. İki de bir ‘neyin var bebeğim’ demek zorundayım hissiyle yanına geliyorum. Yüzün asık! ‘Neyin var canım?’ Susuyorsun. ‘Lanet olası neyin var senin?’ Diyemiyorum. Şaşırdım. Aslında bunları sen mi söylüyordun? Susmam gerektiği için susuyorum ve buna herkesin ihtiyacı var. Sabırlı ve hassasiyet sahibi olmalıymışım da, seni incitmemem için bunlar gerekliymiş. Keskin kararlarım varsa bunda benim suçum ne? Künefe çılgınlığı gibi hissediyorum ya kendimi, of, çok zor anlatmak. Oysa ben seninle olduğumda kime ait olduğunu bilmiyorum şu organlarımızın! Başımız, çocuksu gülüşlerimizi saklayan ellerimiz ve çarpık ayaklarımız… Başımız dik, ellerimiz havada, öyle delikanlı görüntüler verecek meydanlara gidemeyiz. Kaloriferi yanmayan, soğuk ama bir o kadar da şefkatli bir döşeğin ortasında birbirimizi ısıtabiliriz. Sonra bu gri hayalin ortasını delip geçen künefe çılgınlığı dokunuyor zihnime. Ne çirkin bir trafik şu nefeslerimizin ayrı yerlerde oluşu! Başka bir dudak gibi dönen soyluya ait olmayan izleri var karanlığın içindeki senin. Altımdaki yağın kızışına seviniyorum ve şerbetin soğukluğu damarlarımı açıyor. Kolların sonra sarıyor, yeşil bir fıstığa dair güzellik dökülüyor bakır tasın ortasına. Rögar kapağının merhamet sayıldığı bir caddede dünyanın sokaklarının bitebileceğini anlatan kirli, uzun sakallarıyla ağır ağır yürüyen yaşlı bir adamın elleri aklıma geliyor. Sen bana yeraltında yaşayan insanlığın umudunu hissettirdin ama yanımdayken yoksun. İyi, samimi pozlar veremem, bu pozlar ölüme ait. Ölüm diyorum, üzülebilirsin, yüzünü asabilirsin, ben film izlemeye gelmedim buraya. Seni düşünmek için buradayım.
İnsan kalbini yorgun bir istasyon bankında unutup gitmek ister ya, ellerini istiyorum, ellerini, sok bağrıma, çıkar kalbimi, kalbimi çıkar, koy ıslak mendillerin yanına ve dışarıda bulduğun ilk çöpün içine at!
‘Geçen bir arkadaşım senden bahsetti.’ Bunu o diyor. Film arasında tuvalete gidip geldikten sonra böyle bir giriş yaptı. Tepki vermedim. ‘Ne dediğini merak etmiyor musun’ diye üsteliyor. Yüzüne bakıyorum. Ayaktayız. Yorgunum, içime transparan bir kamyon girmiş de çıkamıyor. Önemsemiyormuş gibi ‘ne dedi ki’ diyorum. ‘İstemiyorsan söylemem, niye böyle yüzünü asıyorsun ki? Buluştuğumuzdan beri canın sıkkın, yanlış bir şey mi yaptım bilmeyerek?’ Beni tanımıyor işte. Lanet olsun, az önce filmin ilk yarısında sadece seni düşündüm ben ama bunları bilmiyorsun. Eğer ‘içeride salonda yan yana otururken filme hiç bakmadım, yalnızca seni seyrettim ve seni ne kadar çok sevdiğimi, seninle beraber olmaktan duyduğum kıvancı hissettim’ gibi cümleler kursam sevinir miydi? ‘Yok ya, biraz yorgunum sanırım’ cümlesini tercih ediyorum ama üstüne kırılmasın diye ‘merak ettim, ne söyledi ki’ diye de ekledim. ‘Adını vermeyeceğim. Seni bir kez görmüş ama gerçekten insanları ilk görüşte tanıyan cinste biridir. Seni saldırgan, sinirli ve küstah biri olarak belirlemiş kafasında önce. Af edersin ama cinsel olarak doyumsuz bir hayvan gibi de söyledi. Hatta kız kıza olduğumuz için, bana ‘bu senin kemiğini iliğini çürütür’ dedi. Her şeyden öte gözlerinden çok korkmuş. Sanki içinde bir kolye var, sallıyor da birisi, içinde insan kayboluyor gibi dedi. Ayrıca bana ne sordu biliyor musun?’ Mecburen ‘ne sordu’ diye cevapladım. ‘Hiç o işi yaptınız mı diye sordu?’ Kafam ütülenmiş gibiydi. Boş konuşan arkadaşına ait muhabbetimiz iyice gergin ruhumu bunaltmıştı. Susmamıştı, ‘bana senin için ‘hiç beylik laflar ediyor mu’ diye de sordu.’ Bu nasıl kız kıza muhabbet, tiksinmiştim. Ben hiçbir erkek arkadaşıma ‘bro, o kızı nasıl şaptın’ gibi aptalca sorular sormuyordum. Sinirlenmiştim. ‘Kim ya bu kız’ dedim. ‘Kim bu aptal?’ Üzerinde ‘ıce’ yazılı kutudan bir yudum daha çay alıyordu. ‘Çok mu merak ediyorsun?’ dedi. ‘Aslında beni değil de onu sevmek isterdin değil mi?’ diye de ekledi. Benimle oyun oynadığına dair şüphelerim artıyordu. Cevap vermedim. Bar taburelerine oturup, telefonuna baktı. ‘Üç dakika sonra film başlayacak, girmeyelim istersen filme, ben hiç sevmedim.’ Dışarı çıktık. Sokaklar hiç bitmeyecek gibi caddelere uzanıyordu. ‘French chicken’ dedim öylesine, devam da ediyordum, ‘french chicken, chicken chicken la la la, chicken ma french chicken…’ Gülümsüyordu. Bana ‘ihtiras kelimesinin anlamını sen de buldum ve az önce o sana bir arkadaşımın sözleriymiş gibi anlattıklarım her ne varsa, öyle bir konuşmayı kimseyle zaten yapmam, salonda filme bakarken ben de seni düşünüyordum, böyle bir hikaye uydurdum. Şaşırttığımı biliyorum seni, haksız da sayılmam değil mi?’ dedi.
Ağzım da artık yemekten imtina ettiğim ketçap tadı ve patates kırıntıları vardı.
‘stable’
Bayır yukarı çıkarken benim gibi zorlanıyor altımdaki. Ne zaman o virajlı yoldan, uzun ve düz ilerleyen yola devam etsem, arada kalan ırmağı es geçer dururum. Orada ağaçların arkasında akan bir su vardır. O suya dokunmak isterim, dokumak belki de elimi, yüzümü yıkamak… Bunlar ne kadar da basit istekler diye de düşünürüm. Beş dakika zaman kaybı bana ters bir durum oluşturmaz diyerek o gün ilk defa motoru durdurdum ve suya yaklaştım. Suya baktım, çok hızlı akıyordu. Ağzımda toparladığım tükürüğü suya doğru fırlattım.
Hiçbir şey değişmemişti. Motosiklete geri bindim. İki dakika önce her şey daha iyiydi.
‘k unut’
‘Okuyorsun işte ne güzel’ dedi. On dakikadır ütü masası üzerinde ütüyle aynı elbiseyi ütüleyip duruyordu. ‘Bana karışma’ dedim, ‘bu dualar benim için çok önemli.’ Ya sen bilirsin ama on dakikadır okuyorsun kitaba bakmadan zaten, neden tekrarlıyorsun ki bu kadar? Benim bildiğim yatsı namazının son rekâtında okunur bunlar, o kadar.’
Ona o büyük sırrımdan bahsetmediğim için şanslı sayılırdı. Kalkıp diğer odaya geçtim ve kitabı açıp, kunut dualarını tekrar okumaya başladım.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.