- 1004 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Çocuklarıma utanmadan anlatacağım bir hikâyem var artık…
İlkokula giderken, hep gelecek yazın hayalini kurardım. Kurardım; çünkü, yazları, babaları dışarıda memur olan yaşıtlarımız köye dönerlerdi. Köy şenlenir, rengârenk olurdu. Babaları baba ocağına dönerken, çocuklar da akranlarına kavuşurdu…
Sabah namazında kalkıp bir daha yatmayan, tarlada-takımda çalışan büyükler akşama yorgun girer; yatsı namazının akabinde –misafir yoksa ve şartlar müsaitse– er-akşamdan yatarlardı.
Oysa biz çocuklar öyle miydik?
Geç yatar, geç kalkardık.
Sabah kahvaltısından sonra evden çıkar, gece saat on bir, on iki, hatta bazen daha geç gelirdik eve.
Söğütlü’den ayrılan Maraba arkı bizim köyün doğu tarafından ve Eldelek arkının hemen üstünden geçerek, Maraba köyü arazisini sulamak üzere akıp giderdi. Yatağında kıvrıla kıvrıla akarken coşkunluğuyla insanı da kendine kendine çekerdi. Arkın, Geçit ile kıraç yollarının kesiştiği yerlerinde bizim köyden beşer-altışar aile ikamet ederdi. Köyümüzden kilim, halı, yün vs. yıkamak isteyenler buralara giderlerdi. Zamanında, annesinin gözünden kaybolan üç-dört yaşlarındaki birkaç çocuk da bu suya düşmüştü ki, fark edildiğinde çok geç kalınmıştı.
İşte bu arkın Savacak diye anılan –istenildiğinde, hemen altından akan bizim köyün arkına çevrilebilecek inceliğe inmesinden ötürü, savak sözcüğünden türetilmiştir– mevkiinde, yıkanmaya elverişli, kenarında suya meyilli kavak ve söğüt ağaçlarının bulunduğu bir mahal vardı. Köyün tüm yeni yetmelerinin havuz başıydı burası…
Gün öğleye doğru yükseldi mi, düğün yerine dönerdi Savacak. Güneşin kızdırdığı toprağa yatanı mı ararsınız, sudakileri seyre dalanları arkadan habersizce suya itenleri mi… Burada yeterince vakit geçirdiğini düşünen gençler, atletleriyle kurulanarak giyerlerdi üslerini. Savacak’tan ayrılmanın vaktin ikindiye devrilmesiyle bir alakası yoktu; ayrılanlar, acıkıp da evden helva, şeker, pekmez veya yumurta dürümü alacaklar ya da başka bir eğlenceye katılacaklardır.
Köyün batı tarafında yer alan çayır, BaddalAliler’in evinin hemen güney tarafından başlar ve Kara Hasan’ın evinin batı tarafından geçerek Akveren köyünün arazisine dayanırdı. Camız yatağı ise; BaddalAliler’in güneyine doğru gelirsek, Culfa Mustafa’nın evinin güneyi, Selim Ali’nin, Üsküdar Mâmmedlerin öreni ile Mâmmet Çavuş, Ali’nin Yamırha Dayı ve Kel Mevlüd’ün (Gözükara) evinin kuzeyi ve bin dokuz yüz elli üç yılında yapılıp da atmış yedilere doğru duvarlarına vuran nemden dolayı terk ettiğimiz evin doğu tarafında yer alırdı. Tepelene tepelene sakız kıvamına gelen, yarı mırık halindeki alanı geçerek okula gitmek ne de meşakkatli işti hani…
Bizim çocukluk devremizde oldukça cimiz olduğu için camızlar –ki şimdilerde ne cimizlik kalmıştır, ne de camız– için de yaylım yeri olarak kullanılan çayır, atların da, sikkelerinden örklenerek yaylıma bırakıldığı oldukça geniş bir yaylım yeriydi.
İkindi sonu, gençlerin çoğu bu tarafı tercih ederlerdi. Top oynamak isteyenlere geniş meydan, ayakkabı kapmaca –yere çakılan bir kazığa bağlanmış bir kemerin ucundan tutan ebenin, kazığın dibine yığılan ayakkabıları çevredeki oyunculara vermemesi üzerine kurulu bir çocuk oyunu– oynamak isteyenlere uygun zemin, kağıt oyunu oynayacaklara zula gölgelik, gosguç oynamak için istenilen kıvamda çamur... Güneş batana kadar daha neler neler oynanırdı bu çayırda…
Akşamla birlikte gece oyunlarına geçilirdi. Minavara oyunundan tutun da uzun-eşeğe varıncaya kadar çeşitli oyunlar görmeye değerdi. Geç saatlere kadar eğlenen gençlerin bir kısmı, harman yerinden geçerken, yanlarında taşıdıkları bir torbayla, yoksa gömleklerini önlük gibi kullanarak arpa-buğday çalarlar; sabah kalktıklarında da köy bakkalına götürerek fındık, sucuk, lokum, hatta sigara bile alırlardı.
Gün yükselip de gidilirken, bir yandan, gece çalınan hasılatla alınmış yiyecekler yenilir, bir yandan da nasıl çalındığı ballandıra ballandıra anlatılırdı. Bendenizinse çalma işinde –yarım kalmış bir girişim dışında– siftahım yoktu. Bu yüzden, arkadaşlar anlatırken hep dinlemede kalırdım.
Söz konusu girişimden bahsedecek olursak...
Böyle günlerden birinde, Nazım Dayı’nın oğlu Ali’ye “Gel bu akşam biz de ceç çalak!..” dedim. O da çok üstelemeden “Tamam!” dedi. Ardından, “Yalnız bir şartım var” diyerek, “Torbayı ben getireceğim, sen de çaldığımızı eve götüreceksin” dedi. Ben de olur dedim.
Gün epeyi ilerlemişti. Harman başlarında yatanlar, gündüzden yorgun olduklarından çoktan uyumuşlardı. Ali gitti, katık torbası büyüklüğünde incece bir torba getirdi. Hangi ceçten alacağımız konusunda beş dakika kadar istişare yaptıktan sonra Duran Muharrem Dayı’nın harmanından almaya karar verdik. Ve, Muharrem Dayı’nın yattığı tarafın tam tersinden torbamızı doldurduk. Ve ağzını sıkıca bağladıktan sonra oradan uzaklaştık.
Yolda giderken Ali’ye “Ali, sizin ev daha yakın, gel şu torbayı oraya koyalım. Sabah da alır, birlikte bakkala gideriz” dedimse de söz dinletemedim. Bizim ev, Okçu/değirmen yolu üzerinde, mezarlığın hemen bitiminde, kendimize ait tarlanın içine yapılmış iki katlı çardak bir evdi. Çaresiz, omzuma aldığım torbayla evimizin kapısını çaldım. İçerden anam “Kim o?” diye seslendi. “Benim ana, aç!” dedim. Kapıyı açan anam omzumdakinin ne olduğunu sordu. “Nazım Dayı’nın Ali’yle Muharrem Dayıların cecinden çaldık, sabah da birlikte bakkala götüreceğiz. Nereye koyayım?!..” dememle birlikte, gösterdiği kapının arkasına koydum.
Yukarı çıkıp yatağa girdim. Uykum hemen gelmedi. Ertesi güne dair birtakım hayaller kurdum. Bakkaldan alacaklarımızı gözümün önüne getirdim. “Sigara da mı alsak acaba?” diye aklımdan geçirmedim desem yalan olur. Bir taraftan da “Sabah ola, hayır ola.” diyordum…
Sabahleyin kalktım. Kahvaltımı yapıp aşağı indim. Baktım, bizim torbanın yerinde yeller esiyor. Bir an “Hepsi yalan mıydı yoksa?!” dedim kendi kendime… Hayır hayır, çaldığımız doğruydu. Peki ama torba nerdeydi? Bunu bilse bilse anam bilir diyerek vardım yanına anamın… “Ana, akşam getirdiğim torba ne oldu?” diye sorduğumda anam, “Oğlum, ben o torbayı hayvanları sığıra sürerken alıp götürdüm. Muharrem Dayı’ya, ‘Dayı, bizim uşaklar bir çocukluk etmişler’ diyerek içindekileri cecin üstüne boşalttım” cevabını verdi. “Peki, torbayı ne yaptın?” deyince de “Onu da İrâbe Bacı’ya verdim” dedi. İrabe bacı dediği Ali’nin anasıydı.
Bunun üzerine, niçin böyle yaptığını, taydaşlarımın hepsi aynı işi yaparken bana neden müsaade etmediğini sordum… “Bak oğlum, bizim de harmanımız var. Ne zaman istedin de sana yok dedik ki sen gidip başkalarının harmanından ceç çaldın? Buna neden ihtiyaç duydun, doğrusu anlamakta güçlük çekiyorum. Hırsızlık bir yumurtadan başlar. Eğer ben ‘İyi etmişsiniz!’ diyerek yaptığınız şeye göz yumsaydım, yarın daha büyük birşey çalmayacağınızın garantisi nedir? Otur da sana bir hikâye anlatayım” diyerek beni yanı başına oturttu…
Başladı anlatmaya:
“Çocuğun biri komşuların kümesine dadanmış, köylünün kümesinden sürekli yumurta çalıp eve götürür, kilere saklarmış. Ana-baba görür, lakin ‘Nereden aldın?’ diye sormazlar, sadece ‘Aferin oğlum!’ diye sırtını sıvazlarlar ve çalıntı yumurtaları şehre götürüp satarak ihtiyaç görürlermiş.
“Yumurtalarla hırsızlığa başlayan oğul işi git gide büyütmüş. Yaşı ilerledikçe çaldıkları şeylerin kıymeti de artar olmuş. ‘Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar, üçüncüde yakayı ele verir’ misali; bizimkisi, bir gün, sahibini öldürerek çaldığı mallarla yakalanıp mahkemeye çıkarılır.
Mahkeme sonunda idama mahkûm edilir. Bilindiği üzere, idamlıkmahkumlara, idamdan önce son istekleri sorulur. Nitekim buna da sorulur; ‘Şeriatın kestiği parmak acımaz, kalemi kırıldı, artık adalet tecelli edecek… Son bir vasiyetin ya da diyeceğin var mı?’ denilir.
“Çocuk, ‘Evet, ben de biliyorum, suçluyum, hırsızlığın yanı sıra az da can yakmadım. Çok çocuğu yetim, çok gelini dul bıraktım. Ben bu cezayı hak ettim. Son olarak anamı görmek istiyorum. Kendisine diyeceklerim var’ der.
“Anasını getirirler. Çocuk, ‘Ana’ der; ‘hakkını helal et, bende çok emeğin var, lakin senden bir ricam var, seni ne kadar sevdiğimi bilirsin…’ Ana, gözyaşları içinde, ‘Elbet oğul elbet, ana yüreği de seni sevdi, şimdi acınla dağlanacak; söyle, anan kurban sana, son arzun nedir, de hele oğul...’ der.
“Çocuk, ‘Yüreği yanık, dili bal anam, şu dilini uzat bir yol öpeyim!..’ der. Ana önce şöyle bir afallar, bir mana veremez bu isteğe; ‘Oğul, yüzümden öpsen olmaz mı? Gözümün nuru, ciğer-pârem oğul!’ derse de oğul, ‘Yok ana, bana o şirin dilinle, ne yaptıysam aferin oğlum, dedin. Üzerimde hakkın var, ana, uzat şu dilini de son bir kez öpeyim!..’ deyince ana yüreği dayanamaz, çıkartır dilini, uzatır. Oğulsa, öpmek yerine, dişlerine yüklediği tüm öfkesiyle anasının dilini ısırarak koparır, ana kanlar içinde yere yığılır.
“Ana-oğulun bu durumu, şahit olanları şaşkına çevirir. Anasının dilini niçin kopardığı sorulan evlat, ‘Ben hırsızlığa yumurta çalmakla başladım, ne çalıp getirdiysem anamdan hep aferin aldım. Benim şu akıbetime, onun, ilk yumurtayı çaldığımda söylediği aferin sebep olmuştur. Eğer anam yaptığım işin yanlış olduğunu söyleyerek beni caydırmış olsaydı şu an burada olmazdım’ cevabını verir.”
Bu hatıratı yazarken, “ Anam o gün bu hadiseyi keşke koşma şeklinde söyleseydi” diye aklımdan geçirdim bir şair olarak. Ama o yaşta koşmasına karşılık verecek yetkinlikte olmadığımı ve şiir sözünün manasını bile tam kavrayamayacağımı düşününce bu fikir bende cazibesini yitirdi. Ancak buna karşın “anan koşma söylemediyse sen söyle” fikrinin yeşermesi için gerekli olan zemini de hazırlamış oldu.
Anamın söylediğini farz ettiğim bir koşma yazdım ve ben de ona cevap vererek atışma şekline dönüştürdüm. Bu “iki ayaklı” koşmayı sizlerinde beğeneceğinizi tahmin ederek paylaşmak istedim. Bakalım anam ne demiş ben ne demişim. Sözü önce anam söylüyor:
Hakk deyince akan sular
Durur oğlum boşa akma.
Dal-budak veren korkular
Kurur oğlum sığın korkma.
Anamın “sığın korkma” sözüyle kastettiği sizinde anladığınız gibi Yaradan’dı. O’na sığınınca her türlü korkudan kurtulacağımı öğütleyen anamın bu nasihatine karşılık ben de şöyle dedim:
Küpe eyledim öğüdü
Durur anam boşa akmam.
Susuz bıraksan söğüdü
Kurur anam yoksa korkmam.
Anam söze şöyle devam ediyordu:
Kış içinde bahar gizler
Bülbül gonca gülü izler
Ne amel işlersek bizler
Görür oğlum kendin yakma.
Anamın söylediği sözü ben de şöyle açtım:
Karanlıklar ışık gizler
Yolun şaşan yıldız izler
Hasret olan hasret gözler
Görür anam ondan bakmam.
Sözü fazla söylemenin sözü zayıflatacağını düşünmüş olmalı ki Anam sözü/nü şöyle bağlıyordu:
Elestü’dür işin özü
Kalbe ayna kılmış gözü
Güllü tutacağı sözü
Verir oğlum canın sıkma.
Anam, ruhlar âleminde verdiğimiz Elestü ahdini hatırlatarak, verilen sözde durulması gerektiğini beni incitmeden, ima yoluyla hatırlatıyordu.
“Kalbe ayna kılmış gözü” demesindeki kastı ise, -gözün gördüğü- gözle görülen her şeyin kalpte yer etmesi demektir. Bir diğer şekliyle söyleyecek olursak: kalp, gözle direk irtibatı olan bir organdır. Görmemesi gerekenleri gören gözün kalbi bulandıracağı –lekeleyeceği hakikatine ışık tutan bu söz bu gerçeği dile getirmektedir.
İtibarı izzetinden gelen insanın izzetinin korunması, insanlığın izzetinin korunmasıyla mümkün olabilir.
Bu da her türlü tavır ve davranışta; aşırılıklardan kendimizi kurtararak, bir şarampolden diğerine savrulmadan orta yolu, –sırat-ı müstakim– olan ihtiyatlı ve emniyetli yolu takip etmekle sağlanabilir ancak.
Bunu mümkün kılmanın yolu ise doğru –dost-doğru– olmaktan geçer. Doğruluk mihenginden geçemeyen insanlık bu gün inim-inim inlemektedir. İnsanın insana ettiğini en vahşi hayvanlar birbirine etmezken, Müslüman’ın Müslüman’a ettiğini, kafir diye tarif ettiğimiz zümre dahi etmemektedir.
“Bu dünyada herkes doğru olsaydı ne güce ne de güçlüye ihtiyaç duyulurdu” gerçeğinden yola çıkarak koşmayı şöyle tamamladım ben de:
Gözükara’mın muradı
Doğrular geçer sıratı
Ana olan nasihati
Verir anam canım sıkmam.
Anam: “Şimdi anladın mı oğul, yaptığımın ne anlama geldiğini? Ben senin hırsız olmanı istemiyorum…”
Bunları duyunca ne kadar utandığımı tarif edemem. Gerçekten de, ilk ve son hırsızlığım bu oldu. Yaşıtlarım bostan yolardı, bense yolduklarından dahi yemezdim. Anamın o günkü öğüdü hep kulağımda küpe olarak kaldı.
İşte görüyorsunuz ya, benim de çocuklarıma utanmadan anlatacağım bir hikâyem var artık.
Allah ananın da hayırlısını versin, evladın da…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.