- 942 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
ARALARINDA SANA BENZEYEN HİÇBİR ŞEY YOK
DAMAT TIRAŞI
Kadınların istediği / mavilik midir / gece midir / kocalar yaşlanır da anlayamaz.
Fazıl Hüsnü Dağlarca
O kötü rüyadan bir kez daha tam yerinde uyanmayı başarmıştı. Gece yatarken sol göğsünün üzerine sağ eliyle bastırdığı fotoğrafı aradı elleri. Nerede bulacağını kanıksadığından elini yorganın altına atar atmaz buldu. Köşelerini seve okşaya düzeltip baş ucundaki komodinin üzerinde duran boş çerçeveye dayadı. Her yaptığı hamlede çektiği acıya göre seslenen inlemeleriyle doğrultmaya çalıştı belini. Kendini dinlemekle geçirdiği yıllar ağrılarının ustası yapmıştı yaşlı adamı. Neresini ne kadar kıpırdatırsa ne ölçüde bir acı duyacağını hesaplayabilir olmuştu. Belini doğrulttuktan sonra daha az ağrıyan sağ bacağını dişlerini sıkarak sarkıttı yataktan aşağı. Sol bacağına sıra geldiğinde canı yandıkça bastı küfrü. Ayaklarını yere basmayı başarınca dönüp fotoğrafla konuştu.
“Sen yaşarken de benden akıllıydın, ölürken de,” dedi. “Elden ayaktan düşmeden, bedeninden nefret etmeden çekip gittin.”
Tam karşısında dimdik duran lukens ayaklı, ceviz kaplı gardıroba baktı. Gardıropla yan yana duran, bir örnek ayaklarının bombeli dizleri birbirine değen içi aynalı büfeye çevirdi gözlerini. Dönüp fotoğrafa gülümsedi.
“Bu da sana ne kadar çok benziyor,” dedi. “İçi dışında baksana. İçi hep kırılacak olan şeylerle dolu. Senin gibi, ufak tefek, kırılgan ve ışıl ışıl.”
Eğilip büfenin içindeki aynada kendini görmeye çalıştı. Altın kaplama Bavyera fincan takımlarının arasından uzayan saçları ilişti gözüne. Kabarıp kül rengi bir buluta dönmüşlerdi. Fotoğrafa kendini beğendirmeye çalışarak düzeltti saçlarını.
“İyi ki görmedin bu hallerimi,” dedi. “Oturtur önüne vururdun makası.”
Vücut ağırlığını yatağa gömdüğü ellerine paylaştırıp ayağa kalktı. Belini ve bacaklarını acıdan korumak için kendini iki yana ata ata banyoya yürüdü. Duşa girmeden önce seslendi fotoğrafa.
“Yarım saat sonra gelip sırtımı ovarsın değil mi? Gelinceye kadar çıkmam yoksa duştan. Suyu da boşa akıtıp dururum,” deyip gülümsedi.
Bütün gülümsemeleri gibi acınası bir gülümsemeydi bu da. Bastırmaya çalıştığı yalnızlık acısı daha da hortlardı gülümsediğinde.
Gençliğinde yaptığı akıl almaz delilikler birbirlerine çarparak uçuştu kafasının içinde.
Oturmayı başarınca küvetin oturmalığına yaşlı bir çocuk gibi sevindi. Yaşlandıkça sevinçleri küçülüyordu. Otursa sevinç. Kalksa sevinç. Uyusa, uyansa hep sevinç. İncir çekirdeğini doldurmayacak küçük sevinçlerle geçiyordu günleri.
Yorgun düşene kadar sürdürdü yıkanmasını. Ne kadar uğraştıysa da ovamadı sırtını. Oğlu ve damadı ayda bir kez zorla hamama götürüyordu yaşlı adamı. Yakındı gelmeleri. Yaka paça tutup atacaklardı hamama. “Kiri senin kemiği benim,” deyip gülerek emanet edeceklerdi tellağa. Allah yarattı demeyecekti tellak. Evire çevire ovacak, bir kat derisini alacaktı üzerinden.
Ovabildiği kadarına razı olup çıktı küvetten.
Oldum olası saçlarının görünümüne çok kıymet verirdi. Üstü başı dökülse umurunda olmaz, geriye taradığı saçları bir parçacık dağılsa kendini paçavra gibi hissederdi. Aynasız ve taraksız evden dışarı adım atmazdı. Makyaj tazeleyen kadınlar gibi sık sık tazelerdi saçının görüntüsünü.
Eprimiş bornozuyla dimdik durdu gardırobun karşısında. Dönüp bakmadan konuştu fotoğrafla.
“Bu da ne kadar bana benziyor,” dedi. “Paltomu giyip karşısına geçsem aynaya bakmış gibi olacağım.”
Açıp sağ kapağını kahverengi takım elbisesini çıkardı. Yatağın üzerine atıp sol kapağı açtı. Gömleklerinin içinden bej üzerine kahve çizgili olanını seçip onu da yatağın üzerine attı. Su diriltmiş, yaşlı bir çocuktan ihtiyar bir delikanlıya dönüşmüştü. Yatağın üzerine oturup giyindi. Kalkıp gömleğini pantolonunun içine yerleştirdi. Ağır çekimde gösterilen kısa bir filmin kahramanı gibiydi. Kemerini bağlarken gözü fotoğrafa kaydı.
“Hiç yardım etmiyorsun,” dedi.
Ceketini giydi. Dermanı kalmamış kollarını son bir gayretle yakasına doğru kaldırdı.
“Gömleğimin yakasını düzelt bari.”
Yakasını düzeltirken Dildade Hanım’ın beyaz birer tüy gibi boynuna dokunan elleri geldi aklına. Kazayla dokunuyormuş gibi hiç oralı olmadan yapardı bunu. Hiç kıpırdamazdı Memduh Bey. Duyduğu hazzın ılık ılık akıp Dildade Hanım’ın kalbini açtığını bilmezdi.
Giyinmesi bitince geçip gardırobun karşısına kapattı kapaklarını. İyice eskidiği için aşağıya düşen sol kapağını kaldırarak sağ kapakla denkleştirdi.
“İkimizin de sol yanı sakat, üzüm üzüme baka baka,” dedi.
Avuç içi aynasına bakarak uzun uzadıya taradı saçını. İşaret parmağıyla fotoğrafın ellerine dokundu bir süre. Sevdi. Alıp cebine koydu.
Daha fazla ağıran sol bacağını kollayarak çıktı evden. Köşe başındaki taksi durağına kadar yürüdü. Yıllarca kadın elinin şefkatli ve yumuşak dokunuşlarına alışan saçlarını bir erkeğin duygusuz ve sert ellerine teslim etmek hiç kolay değildi.
Taksi, tren vagonları gibi yan yana sıralanmış, tek katlı küçük pencereli dükkânların önünde durdu. Kapıyı açıp bacaklarını dışarı sarkıtan yaşlı adamı ellerinden tutup dışarı çekti taksici. Taksicinin gençliği çağlayan bir su gibi gürül gürül aktı yaşlı adamın parmak uçlarından içeri. Taş desenli bir yolluğu andıran, kırma taş döşeli yoldan berber dükkânına doğru yürüdü. Yolun iki yanına serilmiş buğulu çimleri sol bacağına ettiği küfürlerle uyandırdı yürüdükçe.
Suçsuz yere idam edilecek olan bir mâhkum gibi girdi içeri. Oturup kalkmakta zorlandığını bildiklerinden hemen oturttular berber koltuklarından birine. Kapayıp gözünü gönülsüzce teslim oldu celladına. Arada bir aralayıp baktı aynadan köpüklenen yüzüne. Yanı başında tıraşı izleyen yeni yetme çırağın gözleri ustasının ellerine görünmez iplerle bağlı birer kukla gibi fıldır fıldır dönüyordu. Uzattığı fırçayı alıp, usturayı gençlik ivecenliğiyle verdi ustasına. Ustura, bulutların içine dalıp çıkan uçaklar gibi parıldayarak gezindi yaşlı adamın köpüklü yüzünde. Yanaklarından çenesine, çenesinden boynuna. Dayanamadı. Başladı anlatmaya. Eski usül jiletli taraklardan girip Dildade Hanım’ın on parmağındaki on marifetinden çıktı.
Onu konuşmak, onunla konuşmak gibiydi.
Üst dudağına sıra geldiğinde susması gerekti. Burnunun düşük ucunu iki parmağıyla kaldırdı usta. Ne gördüyse kazıdı. En son kaşlarını da düzeltip önündeki muslukta yıkadı yüzünü. Kuruladı. Pudraya uzanan çırağı durdurdu.
"Pudraya lüzum yok, limon kolonyası yeter," dedi.
Kolonyasını sürdükten sonra gerisini çırağa bıraktı usta. Boynunu, yakasını, omuzlarını büyük bir iştahla fırçaladı çırak. Kalktı. Hazırlamış olduğu bahşişi üst cebinden çıkarıp çırağa verdi. İç cebine hazırladığı parayı da ustaya uzattı. Üstünü vermeye yeltenmesine fırsat bırakmadan "üstü kalsın" dedi.
Dışarı çıktı. Arada bir yaşıtlarıyla buluşup lafladığı kahvehanenin yolunu tuttu. Bir terzinin, bir emlakçının, bir mobilyacının önünden ilgisizce geçti. Eczane, baharatçı ve fırın yolun diğer tarafında kalmıştı. Dönerken o taraftan yürüyüp ilaç, ekmek ve sinameki otu almayı düşündü. İlgisinin yönelmediği ne varsa hepsinin ilgisinden mahrum kaldı. Bu yolda her yürüdüğünde görünmez olmuş gibi hissederdi kendini. Varlığının farkına bile varmazdı yoldan geçenler. Bir kez bile hiç kimseyle göz göze gelmemişti. Kahvehanenin kapısından içeri girince görünür olurdu. Laflamak için bekleyen arkadaşları gözleriyle çekeleyip oturturlardı masalarına. Çay üstüne çay söyleyip kolay kolay da kaldırtmazlardı.
Tepeden tırnağa süzüp iltifat eder gibi sırıtarak seslendi arkadaşlarından biri garsona.
“Damat beyin çayı bizden bugün.”
Duydu ama cevap veremedi. Gece yatmadan önce içtiği sinameki çayı sıkıştırmıştı. Çay ocağının yanındaki tuvalete seğirtti. Boş olması için dua etmişti. Uzunca bir süre kaldıktan sonra cevap vererek çıktı.
“Simitler de damat beyden o zaman.”
Birkaç dükkân ötedeki pastaneden simit aldırdı garsona. Sokak simitlerini daha çok severdi ama eksilen dişleri yüzünden çayına batırmadan yiyemez olmuştu onları.
Garsonun getirdiği poşetten önce peçeteleri çıkardı. Açıp masaya serdi hepsini. Elleri iri bir kuşun iki kanadı gibi açılıp kapandı sererken. İşaret parmağıyla baş parmağını bir gaga gibi sokup poşetin içine simitleri kapıp koydu peçetelerin üstüne. Kendi yediğinden çok arkadaşlarının yediğiyle doydu. Geçti kendinden. Arkadaşlarıyla tek ağız, tek mide, tek vücut oldu yerken.
Her giydiğinde sol ayağına vururdu ayakkabısı. Açılmamıştı. Çok giymedikçe de açılmayacak, giydikçe vurup duracaktı. Masadakilere belli etmeden çıkardı ayakkabılarını. Topuklarını yere dayayıp oynattı parmaklarını. Bir çift göz parlayarak fırladı masanın altından. Sallanan tüylü bir kuyruk takip etti arkasından. Kahvehaneyi kendine zorla yurt edinen Pişkin’di bu. Kovmuşlar gitmemiş, dövmüşler gitmemiş, attıkları kilometrelerce uzak semtlerden defalarca geri gelmişti. Pes etmişti kahvehaneci. Belli ki rızkı bendedir, deyip sahiplenmişti.
Söz döndü dolaştı evliliğe geldi. Arkadaşlarından biri bir akrabasıyla evlendirmek istiyordu Memduh Bey’i. Memlekete gittiğinde kadınla konuşup ikna etmişti. Memduh Bey de ikna olursa on dört yaşındaki oğlunu alıp gelecekti. Yarı yaşından bile küçüktü kadın. Kızıyla yaşıt sayılırdı Memduh Bey’in.
Memleketteki çocukların bir çoğu uyuşturucu bağımlısı olmuştu. Terör örgütüne mensup kişiler küçük yaştaki çocuklara beş liradan uyuşturucu satmaya başlamıştı. Çoluğu çocuğu kandırarak örgüte gelir sağlamaya çalışıyorlardı. Kandırılanlar arasında kız çocukları da vardı. On üç yaşındaki bir kız çocuğu uyuşturucu parası vermeyen annesine saldırıp belini kırmıştı. Bir yolunu bulup oğlunu İstanbul’da yaşatmak istiyordu kadın. Karın tokluğuna İstanbul’da yaşamaya razıydı. Evleneceği adamın ne yaşı umurundaydı, ne parası. Oğluyla ikisini aç bırakmasın, açıkta bırakmasın yeterdi.
Bir kez daha ikna olmadı Memduh Bey. Çıkardı cebindeki fotoğrafı. Kokladı.
“Dildade’min üstüne gül koklamam ben,” deyip kalktı masadan.
Vedalaştı hepsiyle. Helalleşti. Adet edinmişti. Her gelişinde son gelişiymiş gibi helalleşirdi.
Hava iyice karardı eve varıncaya kadar. Tek istediği kendini bir an önce yatağına atıp belini doğrultmaktı. Yatak odasının ışığını açar açmaz şaşkına döndü. Her şey değişik ve yabancıydı: etrafında muvazenesi sarsılmış aklının tutunabileceği hiçbir şey yoktu(1).
Kapatıp ışığı salona doğru yürümeye çalıştı. Attığı her adımda silkelenen bir ağaç gibi içinden bir şeyler döküldü. Dalında çürümüş meyveler, kör sinekler, kırılıp kalmış kuru dallar kesti önünü. Devrildi aralık kapıdan içeri. Dildade Hanım’la diz dize oturdukları emektar berjerlerden kendisinin olanına bıraktı yorgun bedenini. Çıkarıp fotoğrafı cebinden camdan içeri sızan ışığa tuttu. Saçlarının pumpasına mırıldanarak dokundu.
“Sonunda bunu da yaptılar Dildade. Hem de canımızın parçaları yaptı bunu. Senin kokunun sinmediği yatakta yatamam ki ben. Sana benzemeyen, senin elinin değmediği eşyalarla yaşayamam ki. Kırıktı. Döküktü. Yırtıktı. Söküktü. Ama hepsinde sen vardın. Kokun vardı. İzin vardı. Ağrın, sızın, acın vardı.”
Her gece uyumadan önce yaptığı gibi fotoğrafı sol göğsünün üzerine bastırdı. Sol eliyle Dildade Hanım’ın berjerinin kolluğuna tutunup fısıldadı.
“Hiçbiri bize benzemiyor. Aralarında sana benzeyen hiçbir şey yok.”
Başını arkaya yaslayıp uyudu.
Yirmi ikisinde, gelinliği içinde, bir elinde çiçekler, bir elinde bağladığı kravatla onu bekliyordu Dildade Hanım.
“Nikah memuru bizi bekliyor Bey, hadi gidelim,” deyip uzattı elini.
Hazırdı. Uzattı sağ elini. Çekip alıverdi Dildade Hanım Memduh Bey’i.
Kaydı fotoğraf yavaşça, kendi berjerinin altına doğru yüzüstü süzüldü.
(1/ Abdullah Efendi’nin Rüyaları / Ahmet Hamdi Tanpınar)
Tante Rosa
***
Diyor ki:
Zadie Smith: Kabiliyetinizi romantikleştirmeyin. Ya iyi cümleler yazabiliyorsunuzdur, ya da yazamıyorsunuzdur. “Yazarın yaşam stili” diye bir şey yok. Önemli olan kağıt üzerine dökebildikleriniz.
***