- 1580 Okunma
- 9 Yorum
- 4 Beğeni
AHIRKAPI DENİZ FENERİ
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
AHIRKAPI DENİZ FENERİ
Düşün nasıl durmuş sabırla yüzlerce yıl,
Hep bu benekte bu deniz feneri.
Fazıl Hüsnü Dağlarca
Beşiktaş vapur iskelesindeyim. Adım atacak yer yok. Bir yandan da akın akın geliyor son vapuru kaçırmak istemeyenler.
Dikine istif edilmiş palamutlar gibi kıpırtısız bekliyoruz. Hareket ihtiyacımı kafamı sağa–sola çevirerek karşılayabiliyorum ancak. Çevirdikçe gözlüyorum etrafımdakileri. Onlar da aynısını yapıyor.
Oflayıp puflarken iki çift de laf ettiğimiz beylerden biri dayanamıyor daha fazla. Yarıyor kalabalığı. Görevliye aldırmadan geçiyor zincirin altından. Kaş göz edip beni de çağırıyor. Yaptığımın doğru ya da yanlış olduğunu sorgulayacak halde değilim. Benim için kaldırılmış zincirin altından iki büklüm geçip biniyorum vapura. Beyefendi içeri geçiyor. Peşinden gitmemi de beklemiyor zaten.
Yaz günleri boş olduğu sürece ilk tercihim olan yan güverteye geçiyorum. Önümden kimse geçmesin, seyir keyfim bozulmasın diye en sona oturuyorum. Yanımda bir sandalye. Küçük bir masa. Masanın hemen yanında mutfağa açılan bir kapı var.
O kadar susuzum ki, mutfaktan biri çıksa da su istesem diye düşünürken elinde bir bardak çayla çıkıveriyor biri. O çaya nasıl baktıysam artık, “Çay ister misiniz?” diye sormak zorunda kalıyor.
“Çay değil de bir bardak su rica etsem, çok susadım.” diyorum.
“Ne demek, hemen.” deyip getiriyor buz gibi suyu.
Su bardağının altına koyduğu çay tabağı çocukluğuma götürüyor beni. Misafirler su istediğinde sağ elimizin dört parmağını servis tabağı gibi dümdüz eder, üzerine koyduğumuz bardağı baş parmağımızla destekleyip öyle sunardık.
Beklemediğim bu itina beni yeterince memnun etmişken, yanımdaki masa ve sandalye, hatta vapur benimmiş gibi, oturabilir miyim diye de nazikçe soruyor eğilip.
Kafamı sallayıp suyu bir dikişte indiriyorum mideme.
Diğer elindeki çayı masaya koyup, izin almış olmanın verdiği rahatlıkla oturuyor yanımdaki sandalyeye.
“Çay da getirebilirim isterseniz.” diyor.
Ah ne iyi olurdu ama su istedim diye çayı isteyemiyorum. Böyle durumlarda amansız bir hıçkırık gibi kendiliğinden tutan gereksiz inceliğim tutuyor yine. Su için tekrar tekrar teşekkür edip çay teklifini geri çeviriyorum.
Bedenini duyuyor gözlerim. Benimle konuşmak istediğini söylüyor. Ama onun gözleri benim bedenimi duymuyor. Dinlemek istiyorum ben. Orhan Veli gibi, İstanbul’u dinlemek. Vapuru dinlemek. Vapurun bir neşter gibi karnını yardığı denizin feryatlarını dinlemek istiyorum.
Gün boyu yanan ayaklarıma sıçrayan serin suyun bedenime söyleteceği şarkıları dinlemek istiyorum.
Su için yeterinden fazla teşekkür ettim nasılsa. Konuşmazsa. Konuşturmazsa. Konuşmayacağım.
"Şu çayı şurada oturup içince yorgunluk falan kalmıyor" diyor.
Biliyorum kalmaz. Gün battıktan sonra içilen çay, günün bütün yükünü alır insanın üzerinden. Gece değişir çayın tadı, gündüz içilen çaya benzemez. Günün aceleciliği yoktur gece çayında. Bir seremoni. Ağır ağır ağıza çalınan bir senfoni gibi içilirse hele tatlandıkça tatlanır gece çayı.
Denizci karşıdan ışıl ışıl görünen Topkapı Sarayı’nı, Ayasofya’yı, Sultanahmet’i, Galata Kulesi’ni tek tek sormaya başlıyor bana. Kararlı. Konuşturacak zorla.
Cevap vermezsem bilmiyorum zannedecek diye hangisini sorsa neresi olduğunu söylüyorum.
"Şu yanıp sönen ışık neyin ışığı peki." diyor büyük bir haz yayarak etrafına. Kokusu olsa yaydığı hazzın İstanbul’u saracak.
Erkeklerin çoğunda vardır ya bu. Bir şeyi de onlar fazladan bilecek. O şeyi biz kadınlar bilemeyeceğiz ve çocuklar gibi mutlu olacaklar.
Ahırkapı Deniz Feneri’ni bilemiyorum. Bilemeyeceğimi bildiğinden en sona bırakmış onu. Son gülecek. İyi gülecek. Gülüyor. Hem de bir çocuk gibi tadını çıkara çıkara gülüyor. Bütün erkeklerin içinden çıkmak zorunda mı o çocuk? Hep aynı. O tanıdık. O bildik çocuk. Denizcinin içinden de çıkıveriyor birden. Hep o Ahırkapı Deniz Feneri yüzünden. Nasıl görmemişim onu ben. Vapura her bindiğimde illaki o tarafa otururum. İlk kez görüyormuşum gibi de her bir kıvrımını gözden geçiririm Tarihi Yarımada’nın.
Beni yenilgiye uğratmış olmanın mutluluğu denizciyi bir deniz fenerine dönüştürüyor. Açılıp kapanan gözleri ışıldadıkça karşıdan görünen Ahırkapı Deniz Feneri’nden çok da bir farkı kalmıyor. Bir de bu düşüncemi duysa kimbilir ne hale gelecek.
Ben şimdi sorarım sana. Bir soru sorarım ve unuttururum bu galibiyetin mutluluğunu.
"Siz her gün bu güzelliklerin içinde gide gele, İstanbul’u görmez, İstanbul’u duymaz olmuşsunuzdur." diyorum.
Vapurun iki yana savurduğu dalgaları gösterek:
"Olur mu hiç. Baksanıza şu güzelliğe. Her gün daha da çok aşık oluyorum bu sese." diyor.
"Denizciyim ben. Denize aşığım. Bu sese aşığım." diye ekliyor hemen ardından denize bakarak.
"Sis olduğunda bir tek Ahırkapı Feneri görünür karşıda. Bir deniz fenerinin sesini duydunuz mu hiç?" diye soruyor Ahırkapı Deniz Feneri’ne bakarak.
"Duymadım." diyorum.
Unutturamıyorum deniz fenerini. Bir denizcinin unutacağı en son şey belki de bir deniz feneri.
Millerce uzaktan göz kırparak denizcileri tavlayan birer sevgili deniz fenerleri.
"Sis çok yoğun olur da ışığını göremezsek eğer sesini duyarız deniz fenerinin. Sesine göre buluruz yönümüzü." diyor.
Ve sesi birden bir deniz fenerinin sesine dönüşüyor. Aldığı halden anlıyorum denizlere aşık olduğunu. Sadece denizlere değil, deniz fenerlerine ve Ahırkapı Deniz Feneri’ne.
"Açık denizlere açılmanın en kötü yanı ne biliyor musunuz? Ardımızda kalan kıyıdan uzaklaştıkça bir bir azalır ışıklar. En sonunda yok olur. Karanlığın ortasında kalakalırız. Gözden kaybolan her ışık bir parçamızı yok eder ve bir yok oluşun içinde buluruz kendimizi. Kara bir katran gibi usul usul sızar içimize karanlık. Boğuluruz." diyor.
"İşte o noktada içinizdeki ışıkları yakmanın tam zamanıdır." diyorum.
"Mustafa! Çabuk gel! Gel bak hanımefendi ne diyor." diye çağırıp, içerdeki arkadaşını da dahil ediyor sohbete.
Çok hoşuna gitmiş olacak ki ne dediğimi gülerek tekrar ediyor arkadaşına.
"İşte o ışık umudun ışığı." diyor Mustafa.
Mavi gözleri ışıl ışıl. Bir pencereden içeri bakar gibi bakıyorum gözlerinden içeri. Denizcinin içine sızan karanlık Mustafa’nın içine sızamamış henüz.
Açık denizlere yolcu ederken onu, annesinin ne kadar ağladığını, ne kadar üzüldüğünü anlatıyor denizci.
"Dayanamadım ve bıraktım." diyor.
"Denizden kopamadım. Bu işi yapıyorum şimdi. Her gün bu güzelliklerin içindeyim. Üstüne de para alıyorum işte."
Mutluluktan ziyade bir avuntu hissediyorum gülüşünde. Ah be denizci. Bir bilsen. Gülüşlere saklanmış ne avuntular gördüm ben.
İyice yaklaşıyoruz Kadıköy’e. Vapur bir süre debelenip durduktan sonra yanaşıyor iskeleye.
Önce Mustafa gidiyor. Denizci de yetişip ona atmaya başlıyorlar halatları iskelede bekleyen görevliye.
Vedalaşıyorum inerken ikisiyle de. İkisi de gülümsüyor.
"Çay içmediniz. Bir dahakine çaya bekliyoruz." diyor denizci.
Çay içmedim. Vapurlara olan aşkımdan da bahsetmedim. Senin aşkından sıra gelmedi benim aşkıma.
Dinledim ya onu. Anlatırken tazelendi ya aşkı. Yine çağırıyor.
Gitmem ki.
Tekrarı bozar sihri.
Tante Rosa
***
Diyor ki:
Jean Paul Sartre: İnsan bazı şeyleri söylemeyi seçtiği için değil, onları belli bir biçimde söylemeyi seçtiği için yazardır.
***
YORUMLAR
Sanıyorum Fenerimizin bu yazıdaki asıl amacı, bizleri aydınlatabilmesi... Ama öyle ama böyle, denizin o kadar zor bir ucunda ki... Yazarımız buyurun der gibi adeta, bizleri sayfasına konuk edip, onun adını verip asıl konulara değiniyor. Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla misali.
İnsanoğlu böyledir aslında: Konuşmak istediğini ya anlatmaz, ya anlatamaz, ya da anlatmak istemez.
Çünkü karşıdan gelecek tepkilerin nasıl olacağını bilemez.
Kırmak ve kırılmak istemez.
Asıl yazmak istediği cümleler her zaman kaleminin ucunda saklıdır. Onları yontar, bazen atmaya kıyamaz. Bazen de ışıltılarını sadece kendisinin gördüğü yepyeni Deniz Fenerleri üretir.
Tebriklerimle Tante Rosa.
Başarılarınızın Devamı Dileklerimle.
Tante Rosa
Gerisi deniz feneri gibi araç sadece.
Çok teşekkür ederim.
Hey gidi boğaz vapurları
Ada vapurları
Yalova-Kabataş ya da Karaköy seferleri
Önceleri Yalova-Karaköy hattı vardı
Sonradan Yalova'dan kalkan vapurlar Kabataş'a yanaşır oldu
Yürüyerek, Dolmabahçe sarayı'nı da seyrederek Beşiktaş yapar
Sonra da çevre yolu üzerinden ver elini Sarıyer
Çocukluğumun Sarıyer'i neredesin, ah! Ah!
Boğaz da taş merdivenlerden inerek denize girmenin, sahile ve kıyının oyuklarına doğru sokulan denizin minik dalgalarının foşurtusunu, vapurların ve martıların seslerini dinlemenin, mis gibi iyot kokusunu içinize çekmenin derin hazzı
Sahilde simit yemenin, çay içmenin bile kuş sütü eksik sofradan farksız zevki
Ancak bu zevki almak için kafa rahat olmalı kanımca
İstanbul'da dar gelirli bir insan olmanın, ek iş yapmanın dayanılmaz ağırlığını düşünüyorum bir an
Dar gelirli bir İstanbul insanı olarak değil de durumu iyi ya da gezmek üzere İstanbul'da bulunan bir insan olarak boğaz kıyısında simit yiyip çay içmekten söz ediyorum
Yoksa ekonomik zorluk babında sahil de simit yiyip, çay içen biri kafasının rutini içerisinde boğulurken boğazdan ne anlayacak, yerde mi gökte mi belli değil ki
Demem o ki; boğaz da simit ve çayın sofrayı şahane olabilmesi makûs talihine boyun eğmiş insanın harcı olarak gözükmüyor bana
Sözün özü; güne düşen yüreğe, emeğe, kaleme, kelama bereket hanımefendi
Saygı ve selamlarımla...
Bu güzel çalışma,
her cümlesinde başka düşünce deryalarına taşıdı beni.
Hoş bir anlatım, akıcı bir cümle trafiği...
Konu da güzel seçilmiş hani.
Bir de duygular karışınca işin içine,
gerçekten inanılmaz güzellikte bir lezzet çıkmış ortaya.
Daldan dala gezdirdi bizi dedik ya yazı için,
bir kaçına değinelim burada çok uzatmadan sözü.
Bir an için, yazarın, daha doğrusu olayın kahramanının bir erkek olduğunu düşündüm.
Sonuçta, öyle enteresan, öyle saçma geldi ki hani görevlinin kendisine gösterdiği ilgi bana.
Oraya, vapurun tenha bir köşesine oturacaksınız,
gemi görevlisi size su, çay servisi yapacak;
izin alaraktan yanı başınıza oturacak ve İstanbul sohbeti yapacak...
Çok güldüm. Hele bir hayal edin durumu.
Valla, gemiye uygunsuz yoldan bindin diye okkalı bir fırça yerdiniz soğuk su ikram yerine.
İstanbul'u sevmem.
Altı yıl kadar yaşamışlığım vardır ve asla ısınamadım o karışık şehre.
Yıllar sonra, yine 5-6 yıllığına ikamet ettiğim Ankara'yı tercih ederim İstanbul'a.
Ankara,
rahattır, sakindir. Keşmekeşi, ayyaşı, sapığı, kanunsuzu azdır.
Güvenlidir.
Ulaşımı kolaydır.
Ucuzdur.
Memur ve öğrenci kentidir.
İnsanların şekli, şemali bile düzgündür İstanbul'a nazaran.
Benim gibi sakal tıraşı olmaya üşenen bir insanı bile,
haftada iki kez berbere sokmayı başarabilen bir şehirdir Ankara.
Deniz fenerlerine gelelim biraz da.
Gerçekten hayatım boyunca çok ilgimi çekmiştir deniz fenerleri.
Trabzon şehrinin en uç noktasındaki Trabzon fenerinin mütemadiyen yanıp sönen ışığı gölgesinde geçti çocukluk yıllarım.
Önce biraz kısa, sonra az daha uzun yanardı.
İnanılmaz sevimli bir ışıktı o.
Gökyüzündeki yıldızlar kadar güzeldi.
Bir de Yoroz feneri var.
İlçemize 15 km kadar mesafede.
Şehirden uzak, ıssız bir coğrafyanın mahzunluğunun kucağında bir ömür geçirmiştir o da.
Ne zaman o yöreye yolum düşse,
aracımı durdurur, bir süre seyrederim o alçak kuleli feneri.
Onda ne bulurum bilemiyorum sözün doğrusu.
Galiba,
çocukluğumun güzel günlerini...
Ah bu deniz fenerleri!...
Onları anlatmakla bitiremeyiz.
Yazı güzeldi bu açıdan.
Çok hoş ve duygu yüklü cümlelerle dop doluydu.
Yazarını ve güne seçenleri kutluyorum.
Tante Rosa
Çok teşekkür ederim.
Böyle samimi, dupduru yaziları okuyunca çok mutlu oluyorum. Yazıdan bir saniye bile kopmadan merak ve istekle okudum.
Kaleminize, yüreğinize sağlık.
Sanırım fovari listemi düzenlememin zamanı geldi, size de yer açmalıyım :-)
Tebrik ederim. Sevgilerimle...
Tante Rosa
Dikkatli bir okursunuz. Dikkatli bir okur yazarı da dikkatli yapar.
Çok sevinirim.
Emine UYSAL (EMİNE45)
Bir denizci olarak yüreğimde hissettim dizelerde ismi geçen denizcinin söylediklerini hakikaten zordur denizcilik aslında tüm zorluklarına rağmen bende aşığım denize güne düşen dizelerinizi kutluyor saygılarımı sunuyorum sağlıcakla
murat özden tarafından 8/18/2015 2:25:03 AM zamanında düzenlenmiştir.
Tante Rosa
Hoş bir sürpriz oldu.
Çok teşekkür ederim.
Dün İstanbul'da idim bugün Ankara'dayım. Yazınızı bir solukta okudum. Harika bir anlatım. özellikle şu cümlelere çarpıldım. ("Şu çayı şurada oturup içince yorgunluk falan kalmıyor" diyor.
Biliyorum kalmaz. Gün battıktan sonra içilen çay, günün bütün yükünü alır insanın üzerinden. Gece değişir çayın tadı, gündüz içilen çaya benzemez. Günün aceleciliği yoktur gece çayında. Bir seremoni. Ağır ağır ağıza çalınan bir senfoni gibi içilirse hele tatlandıkça tatlanır gece çayı.) BENCE BU YAZI GÜNÜN YAZISI OLMALI. Taşradan İstanbul'a yazdığım şiirimi yorum olarak ekliyorum yazınıza. Lütfen kabul buyurun:
Bir İstanbul Rüyası
(Taşradan İstanbul’a yazılmış bir şiir)
Kız Kulesi albeni inceliğin türküsü
Bir hayal tufanından arta kalan nazenin
İncecik duruşuyla o İstanbul’un süsü
Çay demindeki ıtır ney sesindeki enin
Hep Leyla’yı anlatır duruşu satır satır
Rüveyda masalında kahveden önde hatır.
Albeni sağanağı Boğaz’ın sularında
Bazen minyatür renkli efsanevi bir peri
Hayat İstanbul olur onun uykularında
İstanbul’a remz odur doğduğu günden beri
Hep Leyla’yı anlatır duruşu satır satır
Rüveyda masalında kahveden önde hatır.
Mavi en güzel mavi ihtişam ve aşk demek
İnceliğin katresi süzülür güne her gün
Ona dokunmak için güneşte eşsiz emek
Odur bize sevgili onun hakkıdır hep ün
Hep Leyla’yı anlatır duruşu satır satır
Rüveyda masalında kahveden önde hatır.
Zarafet incelir de onda olur silüet
İstanbul’u anlatır her dem eşsiz edası
Bunca güzelliğine istemez bizden diyet
Ney sesine karışır huzur veren sedası
Hep Leyla’yı anlatır duruşu satır satır
Rüveyda masalında kahveden önde hatır.
Bazen bir yudum çaya bir dünya sığdırılır
Gül misal hayalleri süsler orda nağmeler
Gönül dille birleşir ve göğe ağdırılır
Şarkılarda güfteler daima sine eler
Hep Leyla’yı anlatır duruşu satır satır
Rüveyda masalında kahveden önde hatır.
Ah İstanbul ben seni hayırla yâd edenim
Minarenden ezanın eksik olmasın senin
Bir gün toprak olunca benim fani bedenim
Ruhuma ışık saçsın Kız Kuleli desenin
Hep Leyla’yı anlatır duruşu satır satır
Rüveyda masalında kahveden önde hatır!
Muğla,Datça 22.07.2015 İbrahim KİLİK
Tante Rosa
Bestelense hoş bir İstanbul şarkısının akıllarda kalan güftesi olur şiir. Ki müziği de içinde zaten..
Güldüm hem de neşeyle, sesli sesli güldüm. Zira okuduklarımla fıkır fıkır olmuştu içim. Güldürecek kadar komik bir olay yoktu öyküde aslında. Mizah değil, memnuniyetin ufak ufak içime pompalamaya başladığı mutlu olma haliydi, beni güldüren.
O yapılan kaliteli benzetmeler, o şahane tasvirler, o insanı derinliğine anlatan tahliller ve o anlatımdaki sıcak ve samimi, okuru derdest eden ustalığın içimde yarattığı memnuniyetti beni güldüren.
Kaliteli bir öykü, birinci sınıf.
Sağlıcakla,