KÖKLER-3.
DİLEFRUZ...
Orhan Gazi, 1334’de Gemlik’in de alınmasından sonra Bizans ile yeni bir çatışmaya girişmemişti. Bu sulh ortamında ele geçen şehirlerin imarıyla uğraşmıştı.
1337’de,İzmit yeniden muhasara edilip de, şiddetli bir tazyik altında açlığa mahkum edilince direnemeyerek teslim olmuştu. Kale muhafazasında bulunan Paleologos hanedanına mensup Marika, mallarını alarak bir gemi ile İstanbul’a kaçmıştı
Vezir Alaüddin bey, az önce haberini aldığı müjdeyi Orhan Gazi’ye iletmişti. "Az önce İzmit ilinin ele alınmış olduğu haberi geldi sultanım..."
Orhan Gazi bu müjdeyle mutlu oldu. Vezirine,
"Lalam rahmetli Akçakoca sayesinde, bu anı görmek üzereyken vefatı acı olmuştur," dedi. "Kendisi, rahmetli babamın hemen yanı başındaki silah arkadaşı olduğu gibi, bizim de yetişmemizi borçlu olduğumuz lalamızdı. Sakarya ve İzmit ili civarındaki ve İzmit denizi berisindeki tüm Bizans kaleleri ve de Kandıra, Karamürsel onun başbuğluğunda zapt edilmişti."
"Evet sultanım."
"Yine, maiyetindeki Gazi Abdurrahman ve kendi aşiret kuvvetleriyle beraber gaza etmek için gelen Gazi Alp erenleriyle birlikte gösterdiği faaliyetleriyle Kartal civarında Aydos ve onun kuzeyindeki Semendire kaleleri de alınmak suretiyle bu taraftan Osmanlı hududu Karadeniz ve İstanbul boğazına doğru genişletilerek aşiretler buralara yerleştirilmişti. Bu yerler sancak itibariyle muharebede asker başbuğu olanlara tevcih edilerek timar sistemi gereğince askeri hizmette bulunmaları temin edilmiştir. Ve yine bu sancak ve daha küçük mıntıkayı havi kazaların askeri kısımlardan hariç idari, adli muameleleri kadılara bırakılmıştır. "
Vezir Alaüttin Paşa, "Öyledir sultanım. Buyruğunuz üzere Bursa en yüksek ilmiye makamı haline getirilerek bütün kadıların tayin ve azilleri Bursa kadılığına bırakıldı." dedi.
"Osmanlının İzmit yarımadasındaki kaleleri zapt ederek Boğaz’a inmesi Bizans imparatorluğunu telaşa düşürmüştü. Hem zapt edilen yerleri geri almak ve hem de epey zamandan beri muhasara edilmekte olan İznik’i kurtarmak için yeni Bizans imparatoru, Genç Andronikos Palaiologos gizlice hazırlıkta bulunarak Rumeli’den getirttiği iki bin kişilik kuvvete garptaki muharebelerde para ile hizmet eden ve Katalan denilen nizamsız, serseri ve çapulcu bir kuvveti de hizmetine çağırarak ve İstanbul etrafından da kuvvet katarak bunlarla beraber Anadolu yakasına Üsküdar’a geçti. Buradan İznik üzerine hareket ettiklerinde Kandıra’da bulunan Akçakoca büyüğümüzü kaybettiğimizden Kandıra’daki koca tepeye defnedilmişti. Bu günden geri lalamız Akçakoca hürmetiyle İzmit iline, Koca ili denile! Ve de, Akçakoca lalamın hatırasıdır, oğlu Hacı İlyas bey, Osmanlı topraklarında himaye edile..."
"Pekiyi sultanım..."
(Kocaeli’ye adını veren Akçakoca’nın oğlu Hacı İlyas ve torunu Gebze kadısı Fazlullah, Osmanlı Devletinde önemli hizmetlerde bulunmuşlardır.)
"Ve de bu Kocaili’nin ve de havalisinin idaresi oğlumuz Süleyman Paşa’ya verile!"
"Başımızla sultanım!"
Bursa, İzmit ve İznik’in alınmasından sonra Osmanlı Devleti’nin daimi merkezi haline getirilmiş, Orhan Gazi de yönetimini Bursa’ya taşımıştı.
1340’da Osmanlı Devletinde Ahmet Paşa bin Mahmud (Ahi Mahmud) vezir olmuştu. (daha sonraki vezirler de Hacı Paşa ve onu müteakip Sinanüddin Yusuf Paşa ve daha sonra da Cendereli (Çandarlı) Halil Hayreddin Paşa’dır.)
Osmanlıların Karadeniz ve Boğazların Anadolu kıyılarına sokulmaları Bizans’ın başkentini karayoluyla diğer şehirlerden ve hariçle temastan tecrit etmekteydi. Henüz donanması zayıf olan Osmanlı devleti Bizans’ın deniz yolunu kesemiyordu.
Bu sırada imparatorluğun karşısına Sırp kralı İstefan Duşan çıkmıştı ve Makedonya’yı işgale başlamıştı. İstefan Duşan sınırlarını Balkanların güney sahillerine kadar uzatmış, Bulgarlar da Sırplarla ittifak halinde Meriç nehrine kadar inmişlerdi ki, bu istila, Bizans’ın taht ve taç kavgaları zamanına tesadüf ettiğinden başarılı olmuştu.
1341’de Bizans İmparatoru III. Andronikos henüz kırk beş yaşındayken vefat etmişti. Fransız olan karısı Anna dö Savua’dan doğma henüz dokuz yaşındaki tek oğlu Yuannis (okunuşu: Jan) imparator olmuş ve ölen imparatorun vasiyeti üzerine bunun vesayeti Grandömestik Kantakuzen’e verildi. Kantakuzen, saltanata vekâlet dolayısıyla imparatorluk tacını giydiyse de rakiplerinin saray entrikaları neticesinde vekâleti İstanbul ile Edirne’de kabul edilmemiş olduğundan o da vekâlette ısrar ederek Dimetoka’ya gidip orada 26 Ekim günü kendini imparator ilan etti. Kantakuzen’i imparator tanımak istemeyen Edirne’liler Bulgar kralı Aleksandr’ı yardımlarına çağırmışlardı. Edirne tarafına gelmiş olan Aleksandr yardım yerine yağmacılık yapmış ve sonra da Kantakuzen ile anlaşmıştı. Büyük tazyiklere maruz kalan Kantakuzen iddiasından vazgeçmeyip kendisine yardım etmek ve buna karşı Serez’e kadar Makedonya’yı işgal eylemek şartıyla Sırp kralıyla anlaşmak üzere, karısı İren’i Dimetoka’da bırakarak o tarafa gitti. İren Dimetoka’da Kantakuzen’in muhalifleri tarafından kuşatıldığından Bulgar kralını yardıma çağırdı. Bulgar kralı, İren’e, kocası ölecek olursa şehri kendisine vereceğini vaat etti. Bulgar kralı Dimetoka’yı çabuk elde etmek için eniştesi olan Sırp kralına Kantakuzen’i zehirlemesini teklif etti. Bu adi isteği Sırp kralı tarafından red edildi. Fakat Kantakuzen Sırbistan’dan eli boş olarak Dimetoka’ya döndü ve nihayet Foça muhasarasında tanışmış olduğu Aydınoğlu Gazi Umur Bey’e başvurdu. Umur Bey, Kantakuzen’e otuz iki gemi ve yirmi dokuz bin askerle yardıma geldi. Dimetoka’ya gelen Bulgarları oradan kovdu.
Kantakuzen, ülkeyi başına buyruk yönetmeye başlamıştı. İmparator V.Yani Paleogolos, annesi Anna’nın kışkırtmasıyla Kantakuzen’i azletmek isteyince, Kantakuzen, bu defa da kendi taraftarı olan askerleriyle Bizans ordusuna karşı savaşmaya başlamıştı ve savaşı Kantakuzen tarafı kazanmıştı, buna karşın Yani Paleogolos’u tahttan indirmek yerine İmparatorluğu ortaklaşa yönetmeyi önermişti.
1342’de Orhan Gazi, Osmanlı hududu ile Balıkesir arasında Rumlara ait Ulubad, Mihaliç, Kirmastı kalelerini alınca Karesi beyliği ile Osmanlı beyliği hudut komşusu haline gelmişti. O esnada Kantakuzen’in yardım talebiyle Rumeli’ye geçip Dimetoka’dan Bulgarları kovmasına müteakiben geri çekilir çekilmez Bulgarlar yeniden Kantakuzen’in üzerine gittiler.Aydınoğlu Gazi Umur Bey, yine Rumeli’ye geçince, Kantakuzen, tehlikelerden kurtuldu.
1343… Sırp kralı İsfehan Duşon, Kuzey Arnavutluk Topia’larından ünlü Tanusio Topia’ya ait yerlerden Draç, Berat ve Avlonya’ya kadar olan kuzey bölgelerini ele geçirmişti. İşkodra ve bazı şehirleri de Venedikliler işgal eylemişlerdi. Tanusio Topia Draç’ı ancak Napoli kıralının yüksek hâkimiyetini tanımak suretiyle muhafaza edebilmişti. Avlonya ve Berat’ta ise başka Arnavutluk prenslikleri teşekkül etmişti.
*Kurt acıktı. Davarın arasından dişine göre bir kuzu bularak boğazladı; sırtına vurup götürdü. Davardaki beş yüz baş koyun onun ardından acıyla bakakaldılar. Anne koyun acıyla inleyip, ağıtlar yaktı. Kurdun, yavrusunu götürmesine seyirci kalan koçlara çattı: "O sivri boynuzlarınızı bir araya getirip de karşı saldırıya geçerek defedemediniz ya belayı, yazıklar olsun sizin erkekliğinize!"
Cuma salasının sesi duyulmaya başladığında rıhtımdaki herkes camiye koşturmuştu. Hacı Abdal Abbas Ali, her ne kadar Rumdan devşirme olsa da dini bütün bir müslümandı elbette, fakat namazını bu defalık kazaya bırakmak zorundaydı; çünkü, sabahın ilk güneşinden beri beklediği tekne her an gelebilirdi.
Sabrını iyice zorlamaya başlamıştı ki, tekne nihayet Gemlik koyuna girmişti. Cuma namazındakiler henüz dağılmamıştı. Hacı Abdal Abbas Ali, ne olur ne olmaz diyerek, tekne kıyıya yanaştığı an teknedekilerin inmesini beklemeden kendisi tekneye atladı. Onun tekneye bindiğini görerek yanına gelen Rum kaptana, "hoş geldiniz! Esirler nerede?" diye sordu.
Rum kaptan, ambar kapağını işaret etti. "Orada..."
"Hepsi kaç tane?"
"İki..."
"Haydi, çıkartın da göreyim şunları bir!"
Rum kaptan adamlarından birine Rumca bir şeyler söyledikten az sonra iki küçük kız çocuğu ambardan çıkartılıp getirilerek önlerinde dikiltildi.
Hacı Abdal Abbas Ali, iki küçük kızı tepeden tırnağa gözden geçirdi.
İkisi de Rum olan kızlardan biri yedi yaşlarında, diğeri dokuz-on yaşlarındaydı. Yedi yaşlarında olan dar alınlı, küçük ağızlı, çöp gibi incecik bir kızcağızdı. Gözleri pırıl pırıl bir maviyle boyanmış gibiydi. Upuzun kirpikleri gözünden akan sessiz yaşlarla ıslak ıslaktı. Her yanından korku akıyordu. Öteki, belki yaşı biraz fazlaca olduğundan daha soğukkanlı görünüyordu. Onun ela gözlerinden de hem mavi, hem yeşil şavkımaktaydı. Zeki bir kız olduğunu o bakışlardan hissederdiniz. Görünüşü iyi plânlanmış bir heykel gibiydi. Kiraz dudaklarının pırıltısı gülümsüyor hissi veriyordu. Saçları uzun zamandır yıkanmamışlığın kiriyle yapış yapış görünüyordu. Yorgunluktan beti benzi solgun bir haldeydi. İki kızın da üzerinde birer yerel Rum kılığı vardı. İnsan azmanı çirkin bir adam olan esir tüccarı Hacı Abdal Abbas Ali’nin acımasız katılığını vahşi iri kara gözlerinde gördükçe zavallı küçük kızlar korkuyla titremekteydiler.
Onu küçük kızların korkusu değil, fiyatları ilgilendiriyordu. İki adam arasında kıran kırana bir pazarlık başladı
"Fiyatları ne bunların?"
"İki yüz ellişer Nomisma (Bizans altını)
"Hadi canım sende! Beş yüz altın edecek nesi var bunların. İkisi de kemik torbası..."
Rum kaptan, küçük kızı göstererek, "Şu mavi gözlere bak. Bunlar için bir hazine ödenir bre!," dedi.
Hacı Abdal Abbas Ali, istediği fiyatlara çekemediği pazarlıktan dolayı sinirlenmeye başlamıştı. "Mavi gözlerine tüküreyim! Bir sene de geberir bu be! Yüz altın buna vereyim, iki yüz altın da büyük olana"
Sonunda ikisinin de dediği olmamış, ortada bir rakamda anlaşmışlardı. Hacı Abdal Abbas Ali, küçük kızları yanına alarak tekneden inip, iskeleden ayrılıp gitti.
Evine ulaştıklarında onları iki çocuğu karısına teslim ederek, "şu küçüğü iyicene bir yıkatıp pakla ki, yarın sabah götürüp alıcısına teslim edeyim," dedi.
Küçük kız böylece geldiğiyle beraber yok oldu.
Esirci, işi gereği evde hiç durmazdı. Onun yokluğunda evin hükümranı kesilen karısı bağırıp çağırmayı huy edinmiş illet bir kadındı, her şeyde titizleniyordu. Kocasının sık sık getirip götürdüğü esir kızlara ve evin yıllanmış uşağı Arap Muattar’a karşı çok acımasızdı ve onları sık sık dövüyordu.
Evin Arap uşağı Muattar, evde tutulan kıza kendince Dilefruz adını takıp, öyle seslenmeye başladı. Bu adı kızın sevimli olduğunu düşünerek takmıştı ya, ona karşı bir kez bile sevimli bir tavrı olmuyordu. Sabahın köründe uyandırıp, kızcağıza sabahtan akşama evleri süpürtüyor, su kuyusundan su çektirip, su taşıtıyor, akşam oluncada alıp kendi odasına götürüp yere ince bir döşekle yorgan yayıp yatırıyordu.
Dilefruz, ilk dayağını da kendisinden bir iki yaş küçük olan, evin kızı Aysere yüzünden yedi. Aysere, genelde kendine ait odasında, babası Hacı Abdal Abbas Ali’nin kasabadaki usta marangozlara ağaçtan, ya da fukara köylü kadınlara bezden özel yaptırttığı oyuncaklarıyla oynayan sessiz bir kızdı. Bu oyun seanslarından birinde onun odasına gelen Dilefruz, yapmasını istedikleri işi bir an unutarak kızı seyretmeye daldı. Kızının odasına geldiğinde, onu bu halde yakalayan esircinin karısı narin elleri acımasın diye ayağındaki terlikleri eline alıp, kızcağızı eşek sudan gelinceye kadar dövdü. Zavallı Dilefruz’un, ağlaması bile yasaklı olduğu dayaktan sonra her yanı mora kesti. Böylece başlayan dayakların ardı arkası kesilmez oldu. Gördüğü hizmetlerde yaptığı en küçük kusurun cezası ya esircinin karısından, ya da uşak Muattar’dan gelen darplarla cezalandırılıyordu. Yaşıtı çocuklar için kolay olan hayat, onun için acımasızdı.
Dilefruz, bir sonbahar gününde evin büyük bahçesindeki dökülmüş kuru yaprakları süpürüp toplamakla uğraşırken, bahçenin gözlerden ırak arka tarafındaki büyük ayva ağacından atlayan yaşıtı bir oğlan çocuğuyla karşı karşıya kaldı. Çok korktu.
"Kimsin sen?"
"Sen kimsin?"
"Ben bu evde esirim. Ya sen?"
Umuyordu ki, oğlan da kendisi gibi esir, ya da aşağı tabakadan biri olsun.
Oğlan, "Ben, az ötedeki yalıdakilerin oğluyum. Adım Orhan!" deyince epeyi bir hayal kırıklığına düştü.
"Benim adım da Dilefruz! Sizin bahçenizde ayva ağacı yok mu da buradaki ayvalardan aşırırsın?"
"Ayva da bol, her bir şey de bol ya, bu ağaçtakiler pek bir güzel göründü gözüme. Canım çekti."
"Ama bu evin hanımı yakalarsa, döver seni."
"Yok, dövemez! Korkar..." Koynuna koyduğu ayvalardan birini çıkartıp kıza uzattı. "Al bunu sen ye!"
Kız, eline tutuşturulmak istenilen ayvanın ölüm fermanı demek olduğunun bilinceydi. "Yok! Bu ağaçlardan bir şey yemek bana yasak... Hanımım öldürür beni!"
"Buradan kim görecek seni? Ye işte!"
Öyle ya, bir ısırsa, kim görürdü ki?
Her nimetin serbest olduğu Cennette yaşarlarken, sadece bir ağaçtaki meyvenin yenilmesinin yasak olduğunu bildikleri halde, ebedilik vaadiyle Âdem ile Havva’yı kandırarak o meyveden yediren Şeytan, burada da Dilefruz’u kandırarak ayvayı yemeye başlamasına sebep oldu.
Şeytana uyularak yapılan şeyleri gören, yine şeytan oluyordu. Arap uşak Muattar, kuru yaprak süpürmeye yolladığı kızın işini çabucak bitirip de dönmediğine kızarak aramaya çıktığında. bahçedeki oğlanla kızı ayva yerken buldu. Oğlan duvarı aşıp kaçtıktan sonra Muattar ile burun buruna kalan Dilefruz ayvayı asıl o zaman yedi!
Arap Muattar, kızı saçlarından tutup sürüyerek hanımının karşısına çıkarttı.
"Bu sürtüğü Samancı Mustafa ağanın büyük oğlu ilen kırıştırırken yakaladım hanımım!"
Kendisi de bir Rum devşirmesiyle evli bulunan hanım, "Buraya gel pis Rum!" diyerek Dilefruz’u alıp kendi odasına götürdü. "Şöyle dibime dikil!"
Dilefruz’un canı bütün damarlarından çekilivermiş, öylece donup kalmıştı.
Kadın emrine uymayan kıza büsbütün sinirlenerek kendisi onun yanına gitti. O sinirle yaradana sığınıp kızın suratına iki tokat indirdi. Attığı tokatla eli acıyınca, gitti, gömme dolaptaki meşhur kızılcık değneğini aldı eline. Yer misin, yemez misin, kızcağızı kanlar içinde koyarak dövmekten adeta öldürdü.
Canı çok acımıştı ve dayaktan sonra gittiği mutfakta yasak olmasına rağmen hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. Mutfakta Arap Muattar, "Pis Rum, kes zırlamayı da, kalk, iki kova su getir!" diyerek eline kovaları tutuşturdu.
Su kuyusunun bulunduğu bahçe yağmur altındaydı. Aniden bastıran sert poyrazın taşıdığı yağmur oluktan boşalır gibiydi. Dilefruz, yediği dayağın zayıf düşürdüğü vücudu ıslandıkça zangır zangır titremeye başlamıştı. Soğuk yüreğini sarmıştı, taşırken çalkalandıkça üstünü daha çok ıslatan iki kovayı mutfağa götürdüğü an tüm direnci tükenerek olduğu yerde düşüp bayıldı. Arap Muattar, baygın kızı azarlamaya başladı.
"Tembelliğinden bayılmış gibi yapma pis Rum, kalk, iki kova daha su getir bana! Akşama yemeği yetiştiremezsek bir de onun için dayak yersin. Haydi, kalk dedim sana!"
Dilefruz’un gerçekten de baygın olduğunu gören Arap uşak, onu sürüyerek odasına çıkartıp, yer döşeğine yatırdı.
Dilefruz kendine geldiğinde çoktan gece olmuştu. Herkes uykuya çekilmişti. Sessizce yatağında doğrulup oturarak düşüncelere daldı. Ne kadar sürdü bu düşünceli hali, fark etmedi bile; sonra o haliyle aldığı kararını uygulamak için ayaklandı. Evet, kaçacaktı! Kaçacaktı, ama nereye? Hiç bilmediği, tanımadığı bu kasabadan gidebileceği tek yerin Gemlik rıhtımı olabileceğini düşündü. Orada, belki Rumeliye gidecek bir tekne öğrenir, içine gizlice girerek gizlenip buradan ülkesine dönebilir, onu sarmalayıp koruyacak annesini bulabilirdi.
Sessiz hareket etmeye özen göstererek bir köşeye atılmış küçük bohçasını alıp açtı, üstündeki kılıkları soyunarak ülkesinden gelirken üstünde olan Rum yerel kılıklarını giyindi. Siyah kıyafeti hem kalın, hem uzundu, onu soğuğa karşı koruyabilirdi. Bir tarftan da yatağında horlayarak uyumakta olan Arap uşağı kontrol etmeyi ihmal etmiyordu. Bir taraftan da sessizce ağlamaktaydı. Çok dikkatli davranışlarla odadan çıktı. Zifiri karanlıkta, ezbere bildiği yerlerden birazda el yordamıyla geçerek bahçe kapısına ulaştı. Az uğraştıktan sonra kapının sürgüsünü çekip dışarı çıktı. Orhan’ın atlayıp gittiği duvarın önüne gelip, o da bir çırpıda tırmanıp duvarı aştı. İşte, o lanetli evin dışındaydı artık! Adımlarını hızlandırarak denize doğru yürüdü. Sahili takip ederek rıhtıma ulaşmak niyetiyle yürümeğe başladı. Dakikalarca yürüdü böyle; değil rıhtıma ulaşmak, rıhtımdan tamamen uzaklaşmakta olduğunun farkında değildi. Karşısına çıkan devasa bir çiftlik evi önünü kesince, evin çevresini dolanıp yoluna öyle devam etmeye karar verdi. Kalbi korkuyla öyle hızlı atıyordu ki, bu heyecan ona aynı anda direnç de veriyordu. Çiftlik duvarlarının dibine sinerek denizden uzaklaşıyordu. Çiftliğin büyük porte kapısına ulaştığında iki köpeğin havlayarak üstüne gelmekte olduklarını fark etti. Birden bire durarak çömeldi, karanlığa iyice sinmeye çalıştı. Vücudundaki bütün canı çekilmişti, bir et yığını gibiydi. Vahşi köpekler ona merhamet etmek iç güdüsüne sahip değildi, hışımla gelerek zavallı kızın üstüne atıldılar.
Dilefruz’un o an gözlerinden, Rumeli’ deki küçük köyleri, köylerindeki o küçücük bahçelerinde yeşerttikleri domates , biber fideleri akıp geçti. Köpeklerin darbesiyle sırt üstü devrildiği yerden bir an ta yukarılardan süzülüp gelen bir ışık fark etti. Işık geldi, geldi, gözlerine doldu. "Anneciğim, neredesin anneciğim, kurtar beni..." diyerek bayılıp kaldı.
Köpekler hareketsiz kalınca kıza bir zarar vermeden sahiplerinin gelmesini beklediler. Ellerinde birer denizci lambasıyla gelip kızı bulan adamlardan biri, ötekine, "küçük bir kız imiş!" .diye seslendi.
Dilefruz, ayıldığında, hala karanlıklar içindeydi. Hatırlayabildiği herşey koyu bir karanlıktan ibaretti. Karanlığın içinde vahşi köpek sesleri ve sonra aydınlığı açan koyu bir ışık...
Alnına dokunan bir el vardı. Kulaklarına, "Hala çok yüksek!" diyen bir ses geldi.
Daha sonra ufak bir tahta kaşıkla ağzına akıtılan şurubu yutarken, hastalanıp ateşlendiklerinde annesinin demleyip içirdiği kandil çiçeği çayını hatırladı. Tad aynıydı.
Adam, küçük şurup imbiğini yatağın başucundaki dolabın üstüne bırakarak, "ateşi düşürene kadar şuruptan ara ara içirirsiniz... Sırtına bir havlu sokuverinde terini alsın! Ben akşam namazından sonra bir daha uğrayıp bakarım," diyerek gitti.
Kucağında küçük oğlu Yaşar, yanıbaşında da büyük oğlu Orhan ile yatağın yanıbaşında divanda oturmuş, kızın kendine gelmesini bekleyen Kastinya, hizmetçilere, "Hekim ağayı yolcu edin!" diye emretti.
Dilefruz, bu müşfik sesi kendi annesininkine benzeterek heyecanlandı, gözlerini hızla açarak sesin sahibine doğru baktı. Gördüğü en az kendi annesi kadar güzel ve genç bir kadındı.
Gözü kadının yanındaki oğlana kaydı, kendisine ayva ikram eden oğlanı hemen hatırladı. Onu hatırladığı anda yaşadıkları birer birer gözlerinin önüne gelmeye başladı. Hatırladıklarıyla beraber yediği merhametsizce dayağın izleri de acımaya başladı. Kendini içinde gömülü bulduğu yatak acılarına dokunmaya kıyamıyor gibi onu yumuşacık kucaklamıştı; üstündeki kılıklarının çıkartılıp temiz bir kıyafet giydirilerek buraya yatırılışına dair hiç bir şey hatırlamıyordu.
Onun gözlerini açtığını fark eden Orhan, sevinçle, "kendine geldi! Uyandı!" diye haykırdı.
Kastinya, kucağındaki Yaşar bebeği hemen arkalarında bekleyen dadısına teslim ederek Dilefruz’un başına vardi. Kızın saçlarını şefkatle okşarken, "kendini nasıl hissediyorsun yavrucuğum?" diye sordu.
Dilefruz onun bu sevecen tavrındaki şefkati algılayarak rahatladı. Nerede olduğunu, neler olduğunu sormayı düşündüyse de, bunun için sesi çıkmadı; sadece belirsizce, "Ben..." diye mırıldanabildi.
Kastinya, onun cevap vermek için kendisini zorlamasını istemedi. "Tamam yavrucuğum, konuşmak için zorlama kendini. İstirahat buyur! Toparlandığında bol bol konuşuruz."
Orhan da annesinin yanına gelerek kıza laf yetiştirmeye başladı. "Dilefruz, beni hatirladın mı? Ben Orhan! Hani bahçenizden ayva aşırırken karşılaşmıştık..."
Dilefruz, oğlanın bu heyecanlı ilgisinden mutlu, ona gülümseyerek karşılık verdi.
Orhan, susmak niyetinde değildi. "Babam seni Hacı Abdal’dan satın alacak, biliyor musun? Ben dedim ki, baba dedim, Dilefruz’u esirciye geri vermeyelim, dedim. Onu hergün dövüyorlarmış, dedim. Babam, bu yaralarını görünce, bu kızcağızı o zalimlerin elinden kurtaralım, dedi. Neyse bedeli, ödeyelim de satın alalım dedi. Sen artık bu evde yaşayacaksın, biliyor musun? Hiç kimse dövemeyecek seni artık, biliyor musun?"
Kastinya eğildi, kızın alnından öptü. "Sen artık benim kızımsın, yavrucuğum!"
Samancı Mustafa Beyin kardeşi Mahmut çiftliğe geldiğinde, onu evin alt katındaki büyük holde karşıladı.
Mahmut, evin kapısından, "beni mi çağıttıydın?" diyerek girdi.
"Var git şu esirci urumu bul, getir buraya!"
"Hacı Abdal’ı mı?"
"He..."
"Rıhtımın oralarda, kahvededir. Gider getiririm şindi..."
"Yanına iki de adam al ki, gelmemezlik etmeye kalkışmasın!"
"Zor mu tutalım yani?"
"He... Yaka paça getirin işte! Kâhyaya de de sana gücü kuvveti yerinde iki adam versin!"
"Olur!"
Mahmut, geldiği gibi çıktı, gitti. Esirci Hacı Abdal ile abisinin ne işi olabileceğine bir türlü akıl sır erdiremese de merakını bastırıp bunu sorgulamadı; zira sorsaydı alacağı cevabı biliyordu.
"Ne edeceksin sen ne edeceğimi be? Ne diyorsam onu yap sen!"
Mahmut, esirci Hacı Abdal Abbas Ali’yi çiftlik evine getirdiğinde Samancı Mustafa onu ayakta dikiltip sorgulamaya başladı.
"De bakayım bana esirci, evinden küçük bir esir kız kaçmış mıdır?"
Onun bu sorusuna kardeşi Mahmut yanıt yetiştirdi. "Yanına vardığımızda, rıhtıma giren rum teknelerine binmek için gelecek bir kaçak kızı beklerim, gelemem şimdi, diyecek oldu da az tehdit ederekten getirdik."
Esircinin meymenetsiz yüzü umutla yılışmıştı. "Kızı bilir misin beyim? Elinizde midir yoksa?"
"Elimizdedir!"
"Onu teslim etmeye mi ünlediydiniz beni? Bilemediydim..."
"Kızı teslim edecek deyilim elbet! Onu senden satın alacağım."
Bir kaç esir cariye düşürüp esir ticareti yapan bir esnafın, onlarca köyün, kasabanın, binlerce köylünün her bir ürettiğini satın alarak, satarak ticaret yapan büyük bir tüccara karşı, satmıyorum diye diretebileceği bir malı olamazdı elbet. Esirci de zaten, "Sen öyle uygun gördüysen," diyerek boyun eğdi.
Samancı Mustafa, "de bakayım, kıza ne istersin?" diye sordu.
Esirci, ikiyüz elli Bizans altını ödeyerek satın almış olduğu kız için, "esirci teknelerinden beş yüz Nomisma ödeyerek almış idim ya, senin biçeceğin fiyat kabulümdür beyim. Beyler eli tutulmaz!" dedi.
Samancı Mustafa bey holden gitti, ofis olarak kullandığı odasına girdi. Odadan çıkarken elinde üç kese taşıyordu, "Bunların herbirinde ikiyüz elli Osmanlı sikkesi mevcut. Al bunları, küçük kızı unut!" diyerek onları esircinin eline tutuşturdu.
Esirci, "Allah razı olsun beyim!" diye diye yılışmayı sürdürürken,
Samancı Mustafa, "Bunun elinden bir yazı al Mahmut! Esir kızı yedi yüz elli sikkeye Samancı Mustafa Beyoğlu Orhan’a devrettim, diye yazaraktan mühür vursun!" diyerek oradan ayrıldı.
Üst kata çıkarak haberi oğlu Orhan’a götürdü.
Dilefruz’un odasında, kız iyice ayılmış, kendine gelmişti. Yatağın yamacına ilişmiş Orhan ve o sohbet ederlerken, Kastinya da divanda oturmuş halde onları dinliyordu.
Samancı Mustafa Beyin geldiği görülünce, oğlan ve hizmetçiler saygıdan toparlanarak ayaklandılar.
Samancı Musstafa Bey, "Dilefruz bundan böyle senin cariyendir oğul," diyerek Orhan’a seslendi.
Orhan kendine özgü sevinç gösterisiyle koşturup babasının elini öptü. "Sağ olasın babam, bu sevabı işledin ya, Allah senden razı olsun!"
"Tamamdır. Bu mesele hallolduğuna göre hazırlan da Bursa’ya gidip Orhan Gazi’mizin düğün davetine icabet edelim." Kastinya’sına döndü. "Bizi yarın sabah gün ışırken yolcu edersin hanımım. Hazırlıkları ona göre tedarik edesin!"
Kastinya ona mutlulukla güldü. "Aylardır bu davete hazırlanırsın zaten. Her bir şey hazırdır, tasa etmeyesin."
Samancı Mustafa, kızın başına vardı. "Bundan keli sen de bu evin bir kızısın kızım. Hiçbir şey için üzülmene gerek kalmamıştır," diyerek kızın başını okşadı.
Dilefruz, kurtuluşunun sevinç gözyaşlarını tutamayarak sessizce ağlamaya başladı.
YORUMLAR
Değerli dostum,eseri iştiyakla takip ediyorum.Çok akıcı bir üslup ile kaleme alışınız,okuyanı hiç sıkmayacak
ve "sonu acep neye varacak" diye,okumaya teşvik edici bir akıcılıkta devam etmesi,yazar için çok iyi bir puan.
Kutlarım sizi. Canınızı sıkan durum ise,"Meyveli ağacın taşlanması",durumudur.Sevgi ve selamlarımla...
Ne kadar güzel, ne kadar ilginç, ne kadar akıcı olmuş.
Osmanlı tarihinde, çokça bilinmeyen bir dönemin anlatıldığı hikayeyi,
gerçekten ilgi ile okudum.
Tarihi severim zaten,
bir de yazarın kalemi insanı bağladı mı,
tadına doyum olmuyor gerçekten okumanın.
Orta bölümü daha önce okumuştuk zaten.
Şimdi,
bir bütün halinde tekrar sunulmuş bizlere,
daha güzel toparlanmış oldu olay.
Gelecek bölümlerde,
şüphesiz hoş maceralar bizi beklemektedir.
İlgi ile takip edeceğiz.
Yazarının eline sağlık diyorum.
Bu tür tarihi hikayeleri kaleme almanın zorluğunu,
derin araştırmalar gerektiğini biliriz.
Kalemin dert görmesin.
Aslında kendi eserinizin altındaki kendi yorumunuzda benim kendi üstüme alınacağım bir taraf yok.
Yine de olaydan mütehassis olacağınız ve bu bağlamda yorumları dikkatli okuyamamış olacağınız vahametiyle bir açıklama yapma lüzumu bende hasıl oldu.
Kendi açıklamamla ilgili olarak: Bisiklet çalana hırsız denir, boyasa bile dedim. Bu genel hüküm cümlesidir, doğrudur. Başlıktaki intihal kelimesini şerh etmek içindir. Eserinizin çalıntı olduğu şeklinde ima içermez bu “mankene”, kimse de duygularına göre bu yönde bir elbise giydiremez.
Yayınlanan kişisel mesajınızda, hikayecilikte adaptasyon vardır hüküm cümlenize karşı olarak, adaptasyonun tanımını basitçe yaptım. Yüz yıl eskidi diye aynı dilden adaptasyon olmaz, bu da sizin yanlışınızdır.
İlgili kişiye eleştiri bağlamında; kimsenin jurnal görevi yoktur dedim, doğrudur. Buna rağmen benim kendi inisiyatifim olarak, bir kişiden şüphelendiğimi, delillerimi ortaya koyup o kişiye mesajla bildirdiğimi, söyledim. Yazımı da yayınlamadım. Bunun bir seçenek olarak bilinmesini istedim.
Siz arkadaş değilsiniz dedim. Arkadaş bir birini arkalayandır. Aynı fikirdeyim.
Sonunda da sanat eserlerinde “Etkilenme Kuramı Endişesi” diye bir kuramdan bahsettim. Etkilenmeyle hırsızlığın aynı kaba konmaması gerektiği yolunda dikkat çekme lüzumu hissettim.
Sonuç ne sizi ne onu tanırım. Belki ikinizin de abisi olarak sözlerim; sizi ve onu töhmet altında bırakacak şekilde değildir.
Sözü edilen eseri zorunlu olarak kırk yıl önce okumuştum. Bugün hafızamda pek bir şey kalmadığını görüyorum. Sizi o gün okusaydım bende de benzer bir çağrışım olur muydu bilemiyorum.
Problemin değil çözümün parçası olmak marifettir.
Kemnur
BU ÖYKÜMDE 1345 yılında 7-9 YAŞINDA İKİ KÜÇÜK RUM KIZININ ESİR OLARAK GEMLİK'E GETİRİLİP BİR ESİRCİYE SATILIŞI VE esir kızlardan birinin hemen satılıp gitmesinden sonra evde kalan çocuğun da 2.gün bahçede bir oğlan çocuğu ile konuştu diye dayak yiyince evden açıp o oğlan çocuğunun yaşadığı eve sığınışı anlatılıyor... Paşazade Sezainin Sergüzeşt isimli romanında 1800 lü yıllarda 7-8 tane 18 yaşlarında genç esir kızın satışı ve bunlar arasındaki 12 yaşlarındaki bir kızın satıldığı evde bir yıl boyunca hördüğü işkenceler ve sonunda o evden kaçışı anlatılır. Kurgudaki bu kısmi benzerliğe karşın öykümdeki anlatım şekli ile adı geçen romandaki anlatım şekli (kurulmuş cümleler, vs ) siyah-beyaz kadar farklıdır. BENİ ESER HIRSIZLIĞI İLE İTHAM EDENLERİN HEPSİ NE ADI GEÇEN ROMANI, NE DE BENİM ÖYKÜMÜ OKUMAMIŞ İNSANLAR OLUP ARD NİYETLİ BİRİNİN YAZDIKLARINA İNANIP YORUM YAPMIŞLARDIR...
Kemnur
Güzel bir yazı olmuş.
Devam edeceği anlaşılıyor.
gönülden kutluyorum,
fırsat buldukca okuyacağım..
saygılar.." Dİ YE YAZDIM, DİYE YAZABİLSEYDİNİZ... BEN DE SİZİN BU İKİ YÜZLÜLÜĞÜNÜZÜ KINIYORUM...
glenay
Adı geçen romanın bu olduğundan bile haberim.
Biraz dikkatsizim o kadar.
İstediğiniz kadar beni kınayabilirsiniz.
Ben kimsenin öyküsünden şiirinden tek kelime
alıntı bile yapmam.
Etkilendiğim bir şiir olursa bazen şiirin altına yazdığım
yorum şiiri yeniden düzelterek "şiirimi yazarım."
Herkes bildiği yolda gitsin.
Beni böyle şeylere karıştırmayın.
Kemnur
Bakın hala imayla bir başka eserden alıntı yapıldığını söylüyorsunuz. SİZİN ÖZLEM ŞİİRLERİNİZDE BAŞKA ÖZLEM ŞİİRLERİNDEN ALINTI OLABİLİR Mİ, çünkü onlar gibi siz de özlem konusunu işliyorsunuz...Aynı kurguyu işleten yazıların hepsi alıntı mı kabul edilmeli sizce...
glenay
Kimseyi kimseden ayırmam. O yazıyı Emine hanım için siz yazmış olsaydınız
yine aynı tepkiyi gösterirdim.
Yazıdaki kişinin siz olduğunuzu bile bilmiyordum okuduğumda, kim acaba
diye kendime sorarken diğer yorumlardan sizin olduğunuzu anladım.
Kim ne yaparsa yapsın beni hiç ilgilendirmez.
Tepkimi de babam olsa gösteririm.
Bunu arkadaşa yapmışsam bu onun iyiliği içindir.
Öylesine yapılan yorumlar ancak kişiyi köreltir.
KÖKLERİ BURADA TASLAK OLARAK KALEME ALDIĞINI DAHA SONRA ROMAN OLARAK İŞLEYECEĞİNİ SÖYLEDİĞİNDEN BU YAZILARINI O GÖZLE OKUYORUM. KOLAY GELSİN...