Ölmezler..."yanlışı".. (Bahattin BİLHAN) Kaleminden.
Yanlış 1-“Ölmezler”
Bu söz yanlıştır. Allah’ın kitabına aykırı olduğu gibi eşyanın tabiatına da, yani gerçeğe de aykırıdır. Çünkü Hakk’ın kitabı birçok ayette şu mesajı verir:
“Her canlı ölümü tadacaktır” (Enbiya: 35)
Bu beyan, Kur’an’ın birçok yerinde tekrar edilir, bize sık sık hatırlatılır. Ölümsüzlüğün âlemlerin Rabbine ait olduğu, hiçbir yaratığın bu sıfatta Allah’a ortaklığı olmadığı açıklanır. Ayetin verdiği mesajı anlamaya çalışalım:
“Yer üzerinde bulunan her canlı fanîdir/ yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zatı bakî kalacaktır” (Rahman: 26-27)
Her canlı ölecektir amma, mahiyetini bilemeyeceğimiz bir manevi hayat tarzı da vardır ki, o ölümsüzdür. O ölümsüzlük halinin bizim anlayamayacağımız bir ölümsüzlük olduğunu yine Allah’ın kitabı açıklar. Âyetin meâlini anlamaya çalışalım:
“Allah yolunda öldürülenlere siz “ölüler” demeyin. Gerçekten onlar diridirler, ancak siz onu anlayamazsınız” (Bakara: 154)
Onların diriliği, bizim idrâk edebileceğimiz bir dirilik değildir. Unutmayalım ki, Hz. Hamza için “Seyyid-i şüheda: Şehitlerin Efendisi” buyrulduğu rivayet edilir. Bununla beraber, “Hamza ölmedi” denmiş değildir. Çünkü O’nun diriliği, Kitabın beyan buyurduğu manevi bir diriliktir, maddi ve fiziki bir hayat biçimi değildir. Topraktan olan bütün bedenler elbette bir gün ölüp toprak olacaklardır.
Bazı ilkel toplulukların kendi liderlerini tanrılaştırdıklarını, bu liderlere “ölümsüzlük” unvanını yakıştırmaya çalıştıklarını yaşlı tarih bize anlatır. Bu ölmezlerin hepsinin kısa zamanda öldüklerini de çok iyi biliriz. Senelerce kendisine “Nemrud: Ölmez” denilenler, “Ölmezler” unvanlı Bizans savaşçıları, “Ölümsüz” denilen nice atalar, dedeler, ölümsüzlüğü hayal edilen nice şeyhler, efendiler, seyitler, üstatlar hep öldüler. Hepsi de ölüp gittiler. Bir kısmının “nam-ı nişanı” da kalmadı bu dünyada. Bir kısmı da türbeler, harika denebilecek abidelerle, anıt mezarlarla ölümsüzlük aradılar Bu anıt mezarlar onlara hiçbir hayır, hiçbir ölümsüzlük ve hiçbir uğur getirmedi. Bir kısmının anıtı, onların ne denli zalim, despot ve hak tanımaz olduklarının kanıtı oldu. Onların kendi halkını ezdiklerinin kanıtı oldu. Onlara bir dua bir rahmet getirmedi. Onlara lanet ve nefret getirdi. Bilinen en ihtişamlı anıt mezar II. Ramses’in Anıt mezarı (Piramidi) olsa gerek. Bu mezarın yapımı için 15 bin işçinin kamçılanarak çalıştığını, nice biçare işçinin bu zor işte ezildiklerini, öldüklerini, anıt mezar inşasının da ancak yirmi senede bitirilebildiğini kaynaklarımız haber vermektedir. “Bu denli emeklerin neticesi ne oldu” dersiniz? Her işte olduğu gibi bunda da Allah’ın dediği oldu. II. Ramses de gitti, II. Amonfis de gitti. Ölümsüz denilen Nemrutlar da gitti. Nabukhadnezzarlar da gitti. Nabukhadnezzar’ın çok güvendiği asma bahçeler de gitti. Babil kulesi de yıkıldı gitti. Onların anıt mezarları da yıkıldı gitti. Bunlar, Anıt mezarlarını hayatta iken çok beğenmiş olmalılar ama ne bileceklerdi ki, zalimlikten kimseye uğur gelmez, zalimlikte hayır da olmaz. Ne bileceklerdi ki, sanat iyi amma bunu zalimliğe alet etmek hiç de iyi değildir! Ne bileceklerdi ki, kaç bin sene sonra gelip burayı gezecek vicdanlar yapılan işin tekniğini takdir edecekler amma, yapılış gayesini, yapılış felsefesini hiç beğenmeyecekler, çekilen emeğe hayıflanacaklar, yapılan işi yanlış bulacaklar, ak vicdanlar ister istemez şöyle hayıflanacak,
tıpkı Merhum Akif gibi:
“Evet, bütün beşerin hakkıdır beka emeli”
“Fakat bu hakkı ne taştan, ne leşten istemeli”
Bu kürenin bağrında, hesabını, sayısını ancak Allah’ın bileceği kadar çok şehitler, veliler, hatta nebîler de yatmaktadır. Bunların birçoğunun mezarlarının üstünde bir anıt, bir türbe, hatta bir mezar taşı da yoktur. Zaten onların hiçbiri süslü türbeye, nakışlı kubbeye, görkemli piramide ihtiyacı da yoktur. Bu gerçeği kavraya bilen Hak dostlarından şöyle diyenler olmuştu. “Mezarımın üstünde kubbe yapmayın, üstümde ne kadar güzel gök kubbe vardır, siz bu gök kubbenin bir dengini yapabilir misiniz? Bilirim ki yapamazsınız. O halde yapmayın. Mum da yakmayın, ne güzel, güneş, ay, yıldızlar vardır. Bunlara denk olacak bir mum, bir kandil bulabilir misiniz? Bilirim ki bulamazsınız. Daha ehvenini de yapmayınız” Bir yığın taş kütlelerinin altında yatmanın bir marifeti yoktur.
Merhum Akif’in dediği gibi, “Ey şehid oğlu şehid! İsteme benden makber/ Sana ağuşunu açmış bekliyor
Peygamber” Önemli olan bu mutlu neticeyi kazana bilmek değil mi?
Rahmet Peygamberi’nin vefat haberini duyan arkadaşları o denli sarsıldılar ki, olayı kabule yanaşmak istemediler.
O’nu ölümsüz elçi olarak hayal ediyorlardı. “Peygamber ölmemiştir, O, ölümsüzdür. O’nun öldüğünü ancak münafık olan söyler.
Hayır O, ölmemiştir” kabilinden söz söyleyenler oldu. Hz. Ömer, Hz. Ali gibi büyükler bile sarsılmışlar, doğru olanı bulmakta zorlanıyorlardı. Bu açık gerçeği kabul etmek istemiyorlardı. Ashap neslinin en büyüğü olduğunda ittifak olan
Hz. Ebu Bekir, zaaf göstermedi, sarsılmadı. O, Peygamber (as)dan boş kalan yeri dolduracak bir yapıdaydı. Karışık sesleri susturdu. Şaşkınlık halinde bile bu kutlu neslin O’na tam güveni vardı. Hz. Sıddîk, Peygamber’in minberine çıktı. Bu an, çok nazik bir andı.
Ashap nesli çok önemli bir sınavdan geçiyordu. Ufak bir ihmal, telafisi kolay olmayan sorunları getirebilirdi. Onun için hak davetçileri pür dikkat Ebu Bekir’in ne diyeceğini merak ediyorlardı. O da demesi gerekeni dedi. Allah’a hamd’ü sena ile söze başladı ve dedi ki:
“Kim Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki, Muhammed ölmüştür. Kim Allah’a tapıyorsa, bilsin ki Allah daim ve bakî’dir” (Hatem’ül Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı: 425) Hz. Sıddîk, sözlerine Allah’ın kitabından delil getirdi: Şu anlamı ifade eden ayeti okudu:
“Muhammed, ancak bir elçidir. O’ndan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi O ölür, ya da öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim geri dönerse, Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır” (Ali İmran: 144)
İçinde Ebu Bekir olan bir nesil, sevdiği peygamber’i bile ölümsüzleştirecek bir toplum olamazdı. Uykudan uyanırcasına adeta toparlandılar, gerçeği kavradılar. Zaten ölümsüz olanın kim olduğunu iyi biliyorlardı. Kısa süren bir şaşkınlık vardı, o da geçti…Ezberlerini tazelediler:
Ölümsüz bir Hızır-İlyas
Anadolu’da hayali bir “Hızır-İlyas” vardır. Sanıya göre, Hızır-İlyas binlerce yıldan beri yaşamaktalar, herkes ölür, nebiler ölür, veliler ölür, krallar, köleler ölür amma onlar ölmezler. Bundan sonra da ölecek değiller, çünkü Hızır-İlyas “Hayat suyu” içmiş, ölümsüzleşmişlerdir. Doğu Anadolu’da Hızır’a atfedilen çok malzeme vardır. “Hızır dağı”, “Hızır ağacı”, “Hızır taşı” gibi. Ayrıca birçok deyimler de üretilmiş, “Hızır yardımcın olsun”, “Hızır bana kavuştu”, “Hızır gibi kavuştu”, “Hızır yarın, yardımcın olsun” Birçok ilimizde yeşili bol bir “Hıdırlık” semti vardır.vs...
Kur’an’da Hızır adı geçmez, Kehf Suresi (60-82) ayetlerinde anlatılan “Musa ve Musa’nın genç adamı” nın kıssası geçer. Olayda Musa’nın “genç adamı” ndan bahsedilir. Bu genç adamın adının Hızır olduğunu söyleyenler vardır. Bu konuda anlatılan söylencelerin mesnedi olarak Kur’an gösterilemez.
Özellikle Alevi kesiminde “Hızırsız” köy yok gibidir. Kuşaktan kuşağa, babadan oğla, dededen toruna, dilden dile Hızır anlatılır. Anlatılan Hızır hep fakir, yoksul, miskin, üstü başı kirli pasaklı görünümündedir. Elbisesi yırtık, pırtık, yamalı, burnu akan biridir. Ayak bastığı yerler hep yeşerir, çayır-çemen olur. Söylenceye göre, her insana ömründe bir kez uğrar, onun evine gelir, sadaka ister, Karnım aç der, yemek ister, ekmek ister, yahut para pul ister, istediğini veren olur, vermeyen olabilir. Sonra aniden kaybolur, buharlaşır gider, aranır, aranır bulunmaz olur. Bu gizemli Hızır’a istediği yardımı verenin evine hayır-bereket yağar, evde bolluk olur, canlılık olur. Şayet miskin görünümündeki mevhum Hızır iyi karşılanmazsa, istediği sadaka verilmezse yine birden buharlaşır, görünmez olur, bu kez eve belalar gelir, adamın çocuğu veya karısı ölür, yahut ev tutuşur, yahut ağzı eğilir, çarpılır, yahut külliyen ev yanar VS…
Bazı yörelerde, senenin belli bir gününde, ziyafet hazırlayanlar, bu ziyafeti Hızır’a takdim edenler, Hızır’ın huzur içinde gelip yemesini sağlamak için uzaklaşıp saklananlar, evin kapısını açıp sanal Hızır’ı buyur edenler olur.
İddiaya göre, Hızır karada darda kalanların, İlyas da denizlerde belaya uğrayanların yardımına kavuşurmuş. Her sene Mayıs ayının beşinde Hızır ile İlyas bir gül ağacının altında bir araya gelir, yıllık muhasebe yaparlar. Buna Hıdır-İlyas’ın kısaltılmışı olarak Hıdırellez günü denir. Hıdır-İlyas için vehmedilen ölümsüzlük, Hakk’ın kitabının açık beyanına uygun düşer mi? Gelin kitaba bakalım:
“Biz senden önce hiçbir beşere ölümsüzlük vermedik. Sen ölürsen onlar sanki ebedi mi kalacaklar” (Enbiya: 34)
Not..: Bahattin BİLHAN (Kaleminden)