- 520 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
VURDUM KOMUTANIM
1974 Ecevit affından sonra Ankara Mamak’tan Kâhta’ya döndüm… 1975 yılının sonbaharına kadar Kâhta’da kaldım.
Koltuklarının verdiği güce dayanan bazı yöneticiler, çeşitli dalaverelerle Kâhta ve Adıyaman cezaevlerini ikinci adresim yaptılar…
Genç arkadaşların bir konserde attıkları “Kahrolsun emperyalizm” “Yaşasın bağımsız Türkiye” sloganlarından dolayı bile beni içeri attılar…
Ekonomik olarak güçlü, siyasi olarak bağımsız bir Türkiye istemek suç oldu…
Yılmadık. Arkadaşlarla birlikte o gün doğru bildiğimiz yolda yürüdük…
Sonbaharın son ayı bitmeden, askere gitmeye karar verdim.
Kâhta Askerlik Şubesine gittim. Süsyanlı sivil memurdan, gideceğim birliğin adresini aldım.
Askerliğimi yapmaya gittiğimi kimseye söylemedim.
Sessiz sedasız Kâhta’yı terk ettim.
Acemi birliğim Isparta iliydi…
Isparta’ya gittiğimde yollarda, caddelerde, sokaklarda Süleyman Demirel’in afişleri beni karşıladı…
Cilalanmış içi boş sözcükler, kocaman bezlerin üzerinden kalkarak, sivrisinek gibi beynime üşüştüler…
Isparta’yı daha çok gezmekten vazgeçtim… Nizamiyenin kapısından kendimi içeri attım…
Dört ayda, her gün dört mevsimi yaşayarak acemilik süremi bitirdim…
Bölük asteğmenim Malatyalı dost, yazıcı olarak Isparta’da kalmamda ısrar etti. Kabul etmedim...
Isparta’dan ayrıldım…
O günlerde sürgün yatağı sayılan Edirne ili, Süloğlu ilçesi yeni görev yerim oldu…
İlk gittiğimizde bizi sıraya dizdiler… Tahsilimiz ve mesleklerimiz soruldu… Tahsilli, daktilo kullanmasını bilenlerle, meslek sahibi gençleri Alay Karargâh bölüğüne aldılar…
Beni de Alay Karargâh bölüğünün askeri yaptılar…
Bir ayım dolmadan sayın keklik vatandaşların ve işgüzar bazı memurların raporlarıyla dosyam kabardı…
“Sakıncalı piyade” damgasını yedim…
Çavuş kursuna gönderilmedim…
Onbaşılık sınavında yüz puan almama rağmen onbaşı yapılmadım…
Balıkesirli İlkokul mezunu Şaban isimli asker, heyecandan Türkiye’nin başkenti sorusuna “Paris” yazmasına rağmen onbaşı oldu; Şaban Onbaşı…
Ben “sakıncalı piyade” olarak kaldım…
Yüzbaşı sınav sonuçlarını açıklarken, bana bakıyordu. Yüzümün renginin, Diyarbakır’ın kara taşlarının rengini aldığını arkadaşlar söylediler…
Yüzbaşı, dudaklarımın arasında dökülen öfke dolu sözcükleri duymadı ise de gördü…
Yanıma gelerek bir kenara çekti:
— Kızdığını biliyorum. Doğrusunu istersen bölükte en yüksek ve tam puanı sen aldın. Buraya geldiğinden beri aleyhinde gelen raporları bilmiyorsun. Ben seni kendim izledim. Çavuşlara, onbaşılara izlettim… Çalışkansın. Efendisin. Verilen tüm görevleri dört dörtlük yapıyorsun. Görevden kaçmıyorsun. Çoğu askerlerimizin yaptığı gibi arazi olmuyorsun. Dürüstlüğünle arkadaşlarına kendini kabul ettirdin… İyi bir insan ve iyi bir askersin. Çavuş ve onbaşı yapılmadığın için üzülme. Askerliğini aynı dürüstlükle sürdürmeni istiyorum. Bana kırılma ve askerliğe sakın küsme…
Ağzımdan iki kelime çıktı:
— Emredersiniz komutanım…
Bu konuşmanın üzerinden birkaç ay geçmişti.
Yüzbaşının şoförü koşarak yanıma geldi. Heyecanlıydı. Nefes nefese kalmıştı… Zorlanarak konuşmaya başladı:
— Yüzbaşı seni çağırıyor… Hakkında yine yazı geldi. Yüzbaşı zarfı açtı. Okudu. Yüzü kıpkırmızı oldu. “Sakıncalı piyadeyi hemen al gel” dedi. Odasında seni bekliyor.
Koşarak yüzbaşının makam odasının kapısına gittik…
Şoför kapıyı çalarak içeri girdi. Çıktı:
— Yüzbaşı seni bekliyor.
Kapıya iki kere vurduktan sonra içeri girdim.
Yüzbaşı koltuğuna yaslanmış, devamlı asık olan suratı daha da gerilmiş, elinde daktilo yazısı olan parşömene bakıyordu…
Başını kâğıttan kaldırarak beni süzmeye başladı.
Gözlerimin içine bakarak:
— Anlat bakalım. Cinayeti nasıl işledin?
Şaşırdım:
— Ne cinayeti komutanım? Kimi öldürmüşüm?
— Sen kimi öldürdüğünü bilirsin…
— Komutanım ben kimseyi öldürmedim. Öldürdüğümü söylüyorsanız kimi, nerede ve ne zaman öldürdüğümü de söyleyin. Ben de öğrenmek istiyorum.
— Bir hafta önce Kâhta’da bir genci öldürmüşsün…
— Öldürülen gencin adı yok mu komutanım?
Bir hemşerimin adını söyledi.
Uzaktan tanıyordum. Ne arkadaşlığım vardı ne de düşmanlığım…
Ölümüne çok üzüldüm.
Komutana cevap vermem gerekiyordu.
Gencecik bir hemşerimin öldürülmesinin acısı ve o gencin katili olarak suçlanmanın öfkesi ile söze başladım:
— Vurdum komutanım. Birliğinize geldiğim günden beri, bana memleket değil, çarşı izni bile vermediniz. Nizamiyeden dışarı çıkartmadınız... Nöbeti bile boş tüfekle tutturuyorsunuz... Çünkü bana mermi verdirmiyorsunuz... Tepedeki büyük çam ağacına çıktım. Mermisiz G–3 tüfeğimi Kâhta’ya doğru doğrultum. Gez, göz, arpacık diyerek nişan aldım. Tetiğe bastım. Tarama yaptım… Kâhta’daki bütün faili meçhullerin, ölenlerin hesabını benden sorun… “Alavere dalavere Kürt Mehmet nöbete” deyimini değiştirin… Yeni bir deyim icat edin: Alavere dalavere Kâhtalı Mahmut mahpushaneye… Alıştım artık…
Yüzbaşı büyük bir öfkeyle ayağa kalktı.
Bağırdı:
— Benimle dalga mı geçiyorsun?
— Hayır komutanım. Bir hafta önce işlenen bir cinayetten bahsediyorsunuz… Ben aylardır bu bölükte görev yapıyorum… Beni Kâhta’ya değil, çarşıya bile göndermiyorsunuz… Aylarca nizamiyenin dışına çıkmamış bir asker, binlerce kilometre yolu gidip cinayet işleyip geri dönecek… Hangi akıl, hangi mantık bu suçlamayı yapabilir… Sabah akşam içtima oluyoruz. Özel uçağım olsa bile bir içtimada yok yazılırdım. Biliyorsunuz ki benim bir karakaçanım bile yok… Ben sizin bölüğün askeriyim. Böyle bir şeye nasıl inanırsınız… Yüz binde bir ihtimal var mıdır? Cinayet tarihine bakın. Saatine bakın. Bir de nöbet listelerine bakın. Cinayetin işlendiği saatte, nizamiyenin içinde hangi nöbette olduğum listelerde vardır. Bunu tespit etmek sizin için zor değildir…
Yüzbaşı koltuğuna adeta yığıldı. Başını iki elinin arasına aldı. Öfke yerini hüzünlü bakışa bıraktı:
— Bir hafta önce işlenen cinayeti, aylardır nizamiyeden çıkmamış binlerce kilometre uzaktaki askerimin üstüne atıyorlar… Vay namussuzlar vay! Ben, sen askere gelmeden işlenen bir cinayet sandım. Tarihleri karıştırdım. Bir daha tarihine bakayım. Bir hafta önceymiş. Boşuna senden şüphelenmişim. Bu gün zaten moralim bozuktu. Bu yazıyı bana yazanlara öyle bir cevap vereceğim ki doğduklarına pişman olacak o namussuz, iftiracılar… Çık asker. Yazıcıya da söyle, yarın sana çarşı için izin kâğıdı hazırlasın…
Komutanın odasından karmakarışık duygularla çıktım.
Hemen Kâhta’ya telefon açtım. Bu cinayeti sordum.
Aldığım cevap beni şaşırttı:
— Bir akrabaları genci dostça götürmüş. Çocuğu öldürüp yakmış. Aralarında eskiden bir husumet varmış. Barışmışlar. Çocuk tuzağa düşmüş. Çocuğun ailesi kimin yaptığını tespit etmiş… Onu da öldürmüşler…
Gencecik bir insan, hayatının baharında öldürülüp yakılmış… Öldüren öldürülmüş…
Gencin ölümüne çok üzüldüm…
Kene gibi yakama yapışanlardan, Osman Özdemirlerin finosu gibi peşime takılanlardan bir süreliğine kurtulmak için askere gittim.
Yine peşimi bırakmadılar…
İftiralarıyla beni yakmaya çalıştılar…
Koltuğunun gücünü siyasi rakip gördüğü kişileri ezmek için kullanan o meşhur, sonradan bakanlık, parti genel başkanlığı yapmış o zavallıyı, hemşerilerim hatırlayacaklardır… Hani Hz. Âdem ve Hava’nın Türk olduğunu iddia eden eski kaymakam… İyi tanırsınız…
Yazıklar olsun!
YORUMLAR
Saygıdeğer hocam, sizin başınıza gelenler pişmiş tavuğun başına gelmiş midir acaba?... Şu Hz. Âdem ve Hava’nın Türk olduğunu iddia eden eski kaymakamın Mehmet Ağar olduğunu tahmin ediyorum. Yanılıyorsam düzeltirsiniz. Bu lafı ettiğini hiç duymamıştım. PKK yı siyasete davet eden öngörünün ilk mucidi olduğu için bu ahkam kesmeleri olabilir... ÇOK GÜZEL BİR YAZIYDI. İNŞALLAH BU SEFER DE SEÇKİ KURULU ES GEÇMEZ. GEÇSELER DE BEN GÖNLÜMÜN KIRMIZI KURDELESİNİ TAKIP ON PUANI TIKLADIM. SAYGILAR
Mahmut Cantekin
Ceza evi ikinci adresim olmuştu. Bazen yatağımı ceza evinde bırakırdım. İki hafta sonra nasıl olsa tekrar içeri atarlar, diye.
Hiç bir davada ceza almadım. Hep beraat.
Öğretmenliğimde takdir ve teşekkür sayısı rekordur: 15
Üç sefer aylıkla ödüllendirildim.
Benim içeri düştüğüm zamanlar PKK daha kurulmamıştı. Onlarla benim düşüncelerim ne dün ne de bu gün uyuşmadı. Uyuşmaz.
Sevgilerimle.