- 462 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
medeniyetler savaşıyor 1.
“Doğu Avrupa’da ve Amerika’daki Yahudilerin çoğunun Kafkaslar ve Volga arasında bin yıl önce hüküm süren Yahudi Hazar devleti ahalisinden geldiğini biliyorduk ; Hazarların aslında Yahudiliğe geçen Türkler olduğunu da biliyorduk. Bilmediğimiz şey Yahudilerin Türk olması kadar , Türklerin de Yahudi olmasıydı.”
Kara Kitap O.PAMUK
“Kadehte bana da pay düşer,Çünkü ben sevgiliyi
Sevgili de beni arzular,
Kadehler nerede buluşsa
Gönlüm orada mest olur “
-Bir sefarad şairinden-
İkinci Milenyum
İkinci Yüzyıl-
Kardinal oldukça yorgun gözüküyordu,bu bilgilendirme toplantısının hemen bitmesini istiyormuş gibi hali vardı,uzun pelerini bir kadının oturmadan evvel eteğini toplamasına benzeyen bir eda ile toplayıp yerine oturdu,elini hafifçe kaldırarak başlanmasını emretti ve ekran açıldı.
İbn Meymūn (d. Kurtuba, Endülüs 30 Mart 1135 – ö. Fustat, Mısır 13 Aralık 1204)
Musevî filozof, hahambaşı, yasa koyucu, Talmud bilgini ve vezaret tabibi.
zekâsının buluşları arasında uyuşmazlığın olamayacağını, çelişmelerin görünüşte olduğunu ileri sürer. Ona göre, Tanrı’nın insana benzer nitelikleri olduğunu söylemek akılla bağdaşmaz. Tanrı bir bütün olarak bilinemez. İnsan, Tanrı’nın ancak olumsuz niteliklerini (sıfatı selbiyye) bilebilir. Alem bir bütündür, onda herhangi bir boşluk yoktur. Yeryüzü sularla, sular hava ile, hava ateşle, ateş de beşinci nesne (cisim) olan esîr ile doludur. Esîr, gök kürelerinin özünü kuran bir varlıktır. önce, yalnız Tanrı vardı, âlem sonradan yaratıldı. Bu yüzden, Tanrı kadîm, âlem hâdis’tir. Varlık, Tanrı’nın sonsuz iradesiyle yokluktan yaratıldı. Tanrı, ilk sebep (illet); alem, eserdir. Yaratılış zorunludur (vacib). İnsanda özel bir istem (iradetül cüziyye) vardır, Tanrı bir İradetül Külliye’dir (bütün varlıkları kuşatan istem). Bilginin kaynağı tabiattır. İnsanda Tanrı vergisi ilkeler, yetenekler vardır.
Temel ilkeleri :
1. Tanrı tektir.
2. Tanrı ruhtur ve asla temsil edilemez.
3. Tanrı ölümsüzdür.
4. Dua sadece Tanrı’ya edilir.
5. İsrail peygamberlerinin bütün sözleri doğrudur.
6. Tanrı, dünyanın yaratıcısı ve koruyucusudur.
7. Musa, peygamberlerin en büyüğüdür.
8. Yasa ve töre tanrıca Musa’ya verilendir bunun dışında hiçbir yasa ve töre yoktur.
9. Bu yasa ve töre asla değiştirilemez.
10. Tanrı, insanların bütün düşüncelerini ve eylemlerini bilir.
11. Tanrı, buyruklarını yerine getirenlere armağan verir ve getirmeyenleri cezalandırır.
12. Tanrı, peygamberlerin bildirdiği Mesih’i gönderecektir.
13. Tanrı, ölüleri diriltecektir.
“ Musevilerin aydınlanması için sinagogların kapılarını Sufi düşüncesine açan kişi doktor Musa olmuştur.bir sonraki yüzyılda onun öğretileri ve sufilik Yahudiliğe tamamen nüfuz edecektir.Musa Fustat’da İslam geleneğine aşina olmasını sağlayan sıcak bir ortamda yaşadı,doktor Musa yazılarında İslami düşünceden etkilendiğini gizlemiyordu.Büyük İmam olarak tanımladığı Sufi Müslüman liderin dünyaya geleceğine inanıyordu.
Bir yazısında doktor Musa ,insanların gerçekler üzerinde yorum yapmadan kabul etmeleri gerektiğini belirtir.doktor Musanın İslam gizemciliğine olan açık fikirli yaklaşımı Yahudi maneviyatının gelişimine öncülük etmiştir.Musa ,İbranice terimleri islam inancına göre yeniden yorumlamıştır.Rehber isimli eserinde Sufilikten ilham almıştır.Bu eser sayesinde Yahudiler için sufilik kavramları yeniden canlandı.Bu çalışma hem Musevi hem İslam öğrencilere öğretildi ve yıllar sonra kurulacak olan Türk-Yahudi İmparatorluğunun temelleri atıldı”
Kardinal yeteri kadar dinlediğine karar verdi elini hafifçe yukarı kaldırdı,bu hareket panelin sona erdiğinin habercisiydi. Hristiyan Birliğinin tek rakibi olan bu imparatorluğun temellerini atan kişi doktor Musaydı,onun öğretileri büyük bir hızla nesilden nesile yayılmış iki din sufilik ismi altında birleşmişti,Türk Yahudi dostluğu Osmanlı döneminde İspanyadan ;Cumhuriyet döneminde Almanyadan kovulan Musevilere yardım eli uzatılması ile başlamıştı.İmparatorlukta Araplar ikinci sınıf vatandaşlardı,geçen yüzyılın süper gücü birleşik devletlerin ekonomisi Yahudi lobisinin kontrolündeydi,ikinci milenyumun ikinci yüzyılında iki kutuplu dünyanın biri Musevilerin ekonomik gücü ve Türk devletlerinin tek bir yönetim altında toplanması sayesinde oluşmuştu.
Kardinal çözüm için kararını vermişti,doktor Musa yok edilmeliydi,bir suikast timi yaşadığı döneme gönderilecekti,aynı yöntem Müslüman sufiliğin kapılarını açan Tebrizli Şems ‘e de uygulanacaktı,doktor Musanın her fırsatta buluşmak istediği büyük İmam Şems bu yolculuğa çıkmadan yok edilmeli ,bu buluşma gerçekleşmemeliydi.Böylece zaman çizgisinde kırılma olacak Türk – Yahudi birliğinin temelleri ortaçağda atılamayacaktı ikinci milenyumda dünyada tek büyük güç Avrupa Hristiyan Birliği (ECU)olacaktı.
-Ortaçağ-
Dr.Musa-
Yoksulların,zenginlerin ,yolunu kaybetmişlerin,alimlerin kentidir,Cordoba.Dar ve kasvetli sokaklarında yalınayak esmer tenli donsuz gezen çocukların amaçsız koşturduğu ,aşıkların her köşe başında şiir yazmaya çalıştığı yerdir burası.Kadın yatağında yorgun yatarken kucağına verilen yeni doğmuş bebeğini sevgi ile bastırdı bağrına.Usulca başını bebeğinin minik boynuna götürüp doya doya içine çekti kokusunu.Usta ve iş bilen elleri ile elbisesinin ön düğmelerini çözüp süt dolu beyaz ğöğsünü çıkardı.Minik oğlan pek nazlı olacağa benziyordu.
Anne ve bebek odada uyurken evin diğer bir köşesinde oturmuş tütününü içerken karşısındaki yaşlı kadın ile sohbet ediyordu.
Yaşlı ebe eğilip keseyi alırken bebeğin babasına dua etmeye başlamıştı.Karısının yattığı odanın kapısını usulca açıp içeri girdi.Anne kapı sesi ile uyanıp usulca araladı gözlerini sevgi ile gülümsedi eşine.Adam eğilip oğlunu yataktan aldı.Kocaman elleri arasında bebek minik bir oyuncak gibi kalmıştı.Bebek o sırada gözlerini hafifçe aralayıp etrafını algılamaya çalışıyordu.Anne etine dolgun heybetli bir kadındı,Haham bin Yusuf ile evlenmiş hayatı değişmişti,ilk çocuğu Davut’u dünyaya getirene kadar pek anlamamıştı bu yeni yaşamı ama ikinci çocuk ile birlikte evlilik hayatına daha çok alışmış gözüküyordu.Çocuklarının da ilerde babaları gibi haham olacaklarını umuyordu.
Adı Musa olsun dedi adam .
O sabah evin ahşap oymalı kapısının kolu hızlı hızlı vuruldu.Evin hizmetçisi küçük Musa’yı uyandırırken babasının kendisini görmek istediğini anlattı.Bin Yusuf küçük Musaya ilk derslerini anlatmaya başlamıştı.Musa dersler konusunda çok istekliydi,yaşıtları gibi oyun oynamayı bilmiyordu.Neden böyle davrandığı sorulduğu zaman hep aynı cevabı verirdi:”Düşünüyorum”
-Bak ,Musa,anneni nasıl üzdüğünün farkında değil misin ,neden yemiyorsun,oğlum ?”dedi ibn Yusuf.
-Musa başını öne eğerek zorla birkaç kaşık aldı yemekten,cordoba’da hayat çoğu zaman sıkıcı oluyordu,soğuk kış aylarında karın sessizliğine bürünen Cordoba adeta ölü bir kent olurdu.Musa pencereden baktığı zaman beyazın etkisi ruhunda derin boşluklar oluştururdu.Erkekler günlük işleri ile meşgul olurken kadınlar tüm gün eve kapanıp çocukların peşinden koşardı.Onları eğlendiren tek şey çocuklarıydı,çocuklar baharın gelip karların erimesini sabırsızlıkla beklerdi.Bahar geldiğinde şehre gelen yabancılar yanlarında farklı şeyler getirirlerdi.çocuklar güneşi gördükleri anda soğuğa aldırmadan kendilerini dışarı atarlar,düşe kalka oyunlar ile akşamı ederlerdi.
Soğuk bir günde Musa evden çıktı ,kale surlarına doğru yürüdü ,annesinin ısrarı ile aldığı yün pelerini savura savura surlara tırmandı.Ufukta beliren kara bulutlar yağmurun geldiğini ifade ediyordu.Musa derin düşüncelerine dalmışken bir kuş sesi duydu.
Musa gökyüzüne bakıp kuşu izlerken,kuş gelip bir az öteye kondu.Bu arada dedesi sessizce arkadan yaklaştı,minik elini avuçlarına alarak eve doğru yola çıktılar.Yolda dedesi artık Cordoba’dan ayrılmaları gerektiğini anlattı küçük Musa’ya ,inançlarını özgürce yaşama ihtimalleri tehlikeye girmişti.
Doktor Musa çalışma masasına geniş bir kahvaltıdan sonra oturdu,kitabına başlık bulmuştu,”Şaşkınlar için Rehber”ince uçlu kalemini alıp yazmaya başladı:”
Bizler çok karanlık bir gecede üzerine tekrar tekrar şimşekler çakan insanlar gibiyiz,içimizde sürekli aydınlık olanlar vardır,bu peygamberler arasında büyük olanın derecesidir ki onun için şöyle denir”Ancak sen ,Musa burada benimlesin”Tevrat 5:28
Sufinin istediği samimi ise gerçeğin ışınları kalbini aydınlatacak.Bu kısa süren ve yavaşça geri dönen ani bir şimşek patlaması gibi olacak.Geri dönerse kalıcı olur ve kalıcı olursa uzar ve devamlı aydınlanmalar gerçekleşir.Bilgi ikiye ayrılır birincisi nereden geldiği bilinmeyen bigidir ki buna ilham denir.Sufilikte Tanrı’nın herşeyden evvel var olan ışığı ilhamın temel aracıdır.”
Doktor Musa için ilham almak son derece önemliydi.Musa’nın islami düşünceleri Yahudilerin ilham olgusu ile birleştirmesi bu fikri değiştirdi.
“Tanrı göklerin ve yerin ışığıdır,
Onun ışığının sureti sanki bir niş gibidir,
Onun içinde bir lamba vardır,
Lamba bir camla çerçevelenmiştir,
Sanki kutsanmış ağaçtan yanan yıldız gibidir,
Işık üstüne ışık,Tanrı istediğine ışığını rehberlik ederek gösterir.”
Doktor’a göre bu ışığa girilince bu anlayışı yaymak mümkün olacaktı.Mükemmel insanların oluşturduğu güçlü bir toplum(İlahi birlik) oluşacak her birey tasavvuf yolundaki en yüksek makama ulaşacaktı.Manevi aydınlanma makamlarını halka öğretrmeliydi.Kitabında yeni bir sayfa açtı,kuş tüyü kalemini yavaşça hokkaya daldırarak yazmaya başladı:
1.Akılsız olanlar
Doğuştan aklı noksan olan insanlar ,sonradan deli olan insanlar,yeryüzündeki tüm hayvanlar kutsal birlikteliğin gerçekleşeceği şehrin dışında olacak
2.Kör İnançlılar:
Akıl sahibi oldukları halde olaylara çok yönlü bakıp muhakeme etme yeteneğinden yoksun olanlar kutsal birliktelik şehrinin içine girmeye hak kazanacak ancak sırtları hükümdara dönük olacak
3.Emirlere İtaat Edenler:
Bu şahıslar kutsal şehre girecek kutsal şehirdeki saraya da girecek ancak esas sarayın duvarını dahi göremeyecekler.
4.Felsefeciler:
Bu alimler sarayın yüksek duvarlarına tırmanabilecek
5.Tahminciler:
Bu adamlar sarayın duvarlarını aşmayı başaracak ancak kapıyı arayacaklar
6.Metafizikçiler
Esas sarayın kapısını bulmayı başaracaklar özel odaya girecekler ancak hükümdarı göremeyecekler
7.Peygamberler
Özel odaya girmeyi başarıp kralın tahtının yanında diz çökecekler
Herkesin bir manevi makamı vardırKur’an(37:164)Bu makamları on aşamalı olarak yazan ilk Müslüman Alidir.Ali hemen hemen tüm Sufi tarikatlarında son derece saygın bir konumda tutulduğu için düşünceleri Sufilikte kolaylıkla benimsenmiştir.En yüce varlığın varlığının bereketi onun taşmasına neden oldu ve daha sonra ardışık dokuz seviyeyi gittikçe azalan şiddette bu ilahi taşkınla doldurdu.Bu teori Müslüman filozof Farabi nin felsefesidir.Bu düşünce doktor Musa için önemli bir feyz kaynağı oldu.Her geçen gün doktor geleneksel Musevi uygulamalarındaki dua düşüncesinden sufi ülkülerine doğru yön değiştirmeye başlamıştı.Büyük İmam dünyaya gelmişti bunu hissediyordu,manevi rehber Sufi geleneğinde çok önemliydi.Aslında Mısır’daki Musevi –Sufi hareketi ile eş zamanlı olarak Endülüste sufiler tüm toplumsal alanlarda rol almaya başlamıştı.Museviler Araplardan felsefe,gramer,şiir öğreniyordu.
Ortaçağ -
-büyük imam-
“Hayyam Nişaburludur. Yaşadığı dönemin ünlü veziri Nizamül-Mülk ve Hasan Sabbah ile aynı medresede zamanın ünlü alimi Muvaffakeddin Abdüllatif ibn el Lübad’dan eğitim görmüş ve hayatı boyunca her ikisi ile de ilişkisini kesmemiştir. Bazı kaynaklar; Hasan Sabbah’ın Rey kentinden olduğu Nizamül-Mülk’ün de yaşça Ömer Hayyam ve Hasan Sabbah’tan büyük olduğunu ve böylece aynı medresede eğitim görmediklerini belirtmektedir. Yine de Ömer Hayyam, Hasan Sabbah veNizamül-Mülk’ün ilişki içinde olduklarını inkar etmemektedir. Ömer Hayyam, birçok bilim insanınca Bâtınî ve Mu’tezile anlayışlarına dâhil görülür. Evreni anlamak için, içinde yetiştiği İslamkültüründeki hâkim anlayıştan ayrılmış, kendi içinde yaptığı akıl yürütmeleri eşine az rastlanır bir edebi başarı ile dörtlükler halinde dışa aktarmıştır.”
-Beni dinliyor musun ,Hadel?dedi genç öğrenci arkadaşına,”rubaileri okumak ve derin anlamı çözmek istiyorum hem cebir ile ilgili eserleri de okumaya değer.
-“Birçokları geldiler ve sonunda dünyayı terk edip gittiler,matematik yerine gerçek ilim ile uğraşmalıydı “dedi Hadel.
-“İnsanın bazen bir yoldaşa ihtiyacı oluyor ,benim en iyi yoldaşım Hayyam’dır”
-“Aşk olsun,Şems ,ben arkadaşın değil miyim ?”
-Sen de benim yoldaşımsın evet ama Hayyam gibi şiir yazamıyorsun.
Hadel arkadaşının yatağının ucuna ilişti,sarığını düzeltti.
-“Yolculuğa çıkma fikrin hiç hoşuma gitmedi,gel sen bunu bir daha düşün “
-“Her gitme bir gelmenin başlangıcıdır,burada artık öğreneceğim kalmadı “dedi geleceğin büyük imamı.
Tebriz’den ayrılırken ilk görev yeri olarak kendisine Zagreb’i seçmişti büyük İmam,Gittiği her yerde merkezler kurarak güvenilir insanlar yetiştirdi.Sünnilik öğretimi altında sufiliği ve kendi görüş ve düşüncelerini yayıyordu,uğradığı her bölgenin halkı üzerinde etkili oluyor insanları eğitiyordu.Halka inmek konusunda hiç sıkıntı yaşamazdı.
-“Adım Şems’i Tebrizi ,bir tüccarın oğluyum ticaret için şehrinize gelmiştim ama yolda saldırıya uğradım. Biraz dinlenmek için Allah’ın evine sığındım”
-Geçmiş olsun,ben bu caminin imamıyım ,bunlar arkadaşlarım Sıddık ve Osman ,burada dilediğin kadar kalabilirsin,istersen şehrimizde birkaç tekke var ,baba Kemal isimli pek muhterem bir zat var onun tekkesi idealdir.Sind şehrinde herkes onu tanır.
Geleceğin büyük imamı sind şehrinde bir gün bir demirci atölyesine uğradı bir süre ter içinde çalışan demircileri izledi,usta onu karşıladı ve tanıştılar.
-“Şems güneş demektir,benim ismim de Sıddar, şehrimize hoşgeldiniz “dedi demirci ustası.Atölyede girişinde oturup sohbete başladıkları anda sokaktan elleri bağlı bir genç iki askerin arasında yürüyordu.
-Bu adam kimdir?dedi geleceğin büyük imamı.
Demirci:”bu genç bir canidir,geçen gün mübarek bir adamı öldürdü.
-“o çocuk cani değil,iyi bir insandır,o muhterem kişiyi beden denen kafesten kurtarmıştır”dedi Şems.
-Birinci Milenyum-
-onuncu yüzyıl-
Alman başkonsolos sinirlerinin gerilmeye başladığını hissediyordu,Behiç Erkin’e dönerek;
-“Sabırsızlıkla Alman subayları ile olan münasebetinizi anlatmanızı bekliyorum” dedi.
Behiç Erkin anlatmaya başladı
-“Mahmud Şevket Paşa,İzzet Paşa ve Enver Paşa Türk ordusunun ancak Alman metotlarına göre teşkilatlandırılmasının en doğru yöntem olacağına karar vermişlerdi.Akdeniz’de Goben ile Breslau kruvazörü Çanakkale boğazından geçerek Karadeniz’e girmişti.Alman denizcilere fes giydirdik meselenin kapanacağını umuyorduk ancak gemiler gidip Rus limanlarını bombaladı.Ben de general Liman von Sanders ile çalışmak zorunda kaldım.Onunla yaşadıklarımı anlatayım.1916 senesinin Aralık ayında geç bir saatte beni çağırttı,Orduya emir veriniz ;bundan sonra Gregorien takvimi kullanılacaktır.
-Sene sayısı ne olacak ?diye sordum.
Burda sana ders anlatacak değilim yarın Enver Paşa ile görüşün dedi.General beni mutaassıp olarak tanımlamış ikinci olayı da anlatayım:
3 Ağustos 1917 günü Kazım İnanç Paşa bana Alman mareşalinin Demir haç nişanını getirmişti.Gelibolu yarımadasında ordumuzun insan ihtiyacı temin edildiğinden dolayı bu ödülü almaya hak kazanmıştım.Üzerimde bu madalya ile Cuma namazına gitmek üzere Harbiye nezareti merdivenlerinden inerken sahanlıkta generale rastladım.
-“Bu nişanı kim gönderdi?” dedi.
-“Haşmetli Alman İmparatoru “ dedim.
Ertesi gün Enver Paşa bana generalin bu olaya çok üzüldüğünü anlattı,kendisinin ödüllendirilmediğini bu nedenle bu durumun büyük bir mesele olduğunu ifade etmiş.
-“Sizin Yahudilere yardım ettiğiniz bilgisi doğru mudur?”diye sordu başkonsolos.
-“Bu bilgi yanlıştır efendim biz seneler önce buralara geçici olarak çalışmak için gelmiş olan vatandaşlarımızın hakları için görevimizi yapıyoruz “dedim.
-“Das interessiert mich ,nicht!
Elçiliğiniz tıka basa Yahudi doluydu”dedi Alman konsolos.
-“Elçiliğimden içeri Türk olmayan tek bir şahıs adım atamaz “dedim.Alman baş konsolos sinirden kıpkırmızı olmuştu.
-Mevlana-
Mevlânâ 30 Eylül 1207 tarihinde Horasan’ın Belh yöresinde, bugün Tacikistan sınırları içinde kalan Vahş kasabasında doğmuştur. Annesi, Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun; babaannesi, Harezmşahlar hanedanından Türk Prensesi, Melîke-i Cihan Emetullah Sultan’dır.[1]
Babası, "alimlerin sultânı" unvanı ile tanınmış, Muhammed Bahâeddin Veled; büyükbabası, Ahmed Hatîbî oğlu Hüseyin Hatîbî’dir. Babasına Sultânü’l-Ulemâ unvanının verilmesini kaynaklar Türk gelenekleri ile açıklamaktadır.[2] Etnik kökeni tartışmalı olup; Fars[3], Tacik[4] veya Türk[5] olduğu yönünde görüşler mevcuttur.
Mevlânâ, dönemin İslâm kültür merkezlerinden Belh kentinde hocalık yapan ve Sultan-ül Ulema (Alîmlerin Sultânı) lakabıyla anılan Bahaeddin Veled’in oğludur. Mevlânâ, babası Bahaeddin Veled’in ölümünden bir yıl sonra, 1232 yılında Konya’ya gelen Seyyid Burhaneddin’in mânevi terbiyesi altına girmiş ve dokuz yıl ona hizmet etmiştir. 1273 yılında vefat etmiştir.
Mevlânâ, yazdığı Mesnevî adlı eserinde kendi adını Muhammed bin Muhammed bin Hüseyin el-Belhî şeklinde vermiştir.[6] Burada yer alan Muhammed isimleri baba ve dedesinin ismi, Belhî ise doğduğu şehir olan Belh’e nispettir.[6] Lakabı Celâleddin’dir. “Efendimiz” anlamındaki “Mevlânâ” unvanı onu yüceltmek maksadıyla söylenmiştir.[6]Bir diğer lakabı olan Hudâvendigâr ise Mevlânâ’ya babası tarafından takılmıştır ve "sultan" manasına gelmektedir.[6] Mevlânâ, doğduğu kente nispetle Belhî şeklinde anıldığı gibi hayatını sürdürdüğü Anadolu’ya nispetle kendisine Rûmî de denmektedir.[6] Ayrıca müderrisliği nedeniyle Molla Hünkâr ve Mollâ-yı Rûm olarak da anılmaktaydı.[6]
Mevlana Celaleddin-i Rumi ağaçları çok severdi,yıllara meydan okumalarını,toprağa derin kök salmalarını sıkı sarılmaları onu etkilerdi.Ağaçlar bir insanın yaşamındaki zorluklara karşı ğöğüs germesi gibi doğanın zor şartlarına yıllarca meydan okuyordu.Son günlerde bir sıkıntısı vardı Mevlana Celaleddin-i Rumi ‘nin,düşünceleri darmadağındı,çocukları her zaman ki gibi kendi hayatlarını yaşıyordu,sağlığı yerindeydi,halk kendisine karşı itibar gösteriyordu,yeniden ağaçları izlemeye başladı,her gün Konya eşrafinden önemli ziyaretçileri oluyordu.
Oğlu Alaaddin’i düşünürken geçmişe gitti,aklına ilk eşi Gevher hatun geldi.Gevher hatun kendisine iki erkek çocuğu vermişti.Kendisini vefat eden karısına karşı suçlu hissediyordu.Rahmetli eşinin emanetine yeteri kadar iyi bakamadığı için kendisini yetersiz görüyordu.
Hayatındaki eksikliğe neden olan belki de düzendi.Her olay kusursuz bir düzen içinde ilerliyordu.Saray tarafından kendisine din hocası olarak atanacak kişiyi merak ediyordu.O gün Mevlana Celaleddin-i Rumi Cuma namazını kıldırıp uzun bir vaaz verdikten sonra dergaha döndü.Dergahta işlere başlamadan önce karısı Kerra ‘yı ve kızı Kimya’yı ziyaret etti.
Misafirler ile görüşmeye başladığı anda siyah cübbesi içinde kapıda bekleyen geleceğin büyük imamını görünce birden afalladı Mevlana Celaleddin-i Rumi ;ayağa kalkarak onu karşıladı sarayın gönderdiği hoca gelmişti.Dergahın baş müridi Pervane ilk gördüğü andan itibaren saray tarafından gönderilen bu alimi sevmedi.Pervane bekar bir adamın Mevlana Celaleddin-i Rumi ‘nin evinde kalmasının doğru olmadığını ifade etmişti.Bu sorunun tek çözümü bu büyük alim ile kızının evlenmesiydi.Şimdiye kadar hayatına kadın olarak sadece annesini kabul eden geleceğin büyük imamı böylece Kimya hatun ile evlendi.Kimya kısa sürede evlilik hayatına alıştı.
Dergah kalabalık bir misafir grubunu ağırlıyordu,kılınan akşam namazından sonra Mevlana Celaleddin-i Rumi salona gelip her zamanki yerine oturdu,Şems de onun sağ tarafında yerini aldı ve sohbet başladı. Mevlana Celaleddin-i Rumi uzun uzun dinin kurallarını anlatıp ibadetin önemine değinirken odanın arka tarafında oturmuş üç kişi Şems’in dikkatini çekmişti.Sohbetten sonra soru cevap kısmına geçildi,tartışmaların soruların cevapların giderek artan bir tartışma ya döndüğü anda siyah cübbeli üç kişi birden öne fırlayıp büyük imam’ı hançerledi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.