- 861 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Halaf’ın İkizleri
Halaf, ileride beliren koyun sürüsünün, birazdan yolunu kesebileceği düşüncesiyle kervanını olabildiğince hızlandırıyorsa da sürüden önce karşıya geçmeyi başaramıyordu. Sürü çobanının kayıtsız tavırları onu sinirlendiriyor ve (Hey! Biraz acele etsene! Hızlandır şu sürüyü!) diyor, ancak her şey kendi halinde, seyrine devam ediyordu.
Onun, bu acelesi, sınırın karşı tarafında, hamileliğinin son günlerini yaşayan eşini bırakıp ticaret maksadıyla bu ülkeye gelmiş olmasındandı. Doğumdan önce eşine kavuşmak, yakınında olmak istiyordu. Sürü geçişinin tamamlandığını gören Halaf, kervanını harekete geçiriyor, bir yandan da ellerini açıp Allah’tan bir erkek evlat diliyordu.
Gecenin karanlığına kalmadan sınırı müşkülsüz geçen Halaf, nihayet sınıra yakın olan köyüne sağ salim ulaşıyordu. Onu fark eden bir kadın komşusu yaklaşıyor ve (Ey Halaf! Müjdemin karşılığını isterim) diyordu. o da kuşağından çıkardığı altın kesesinden bir altın veriyor ve bir erkek çocuğunun olduğunu öğreniyordu. Ancak kadın ikinci kez yolunu kesiyor ve dileğini tekrar ediyordu. Halaf (Söyle bakalım) diyordu. Kadın, bir erkek çocuğunun daha olduğunu yani ikiz babası olduğunu söylediğinde bu kez sevincinden kadına, altın kesesinin tamamını veriyor ve eşini görmek üzere sevinçle evine koşuyordu.
Çocuklarına birer birer sarılıp öpüyor, kokluyor, Tanrı’ya şükürler ediyor ve onların birine Nasuh, diğerine ise Selem isimlerini koyduğunu yüksek sesle ilan ediyordu. İkizler, öylesine bir birilerine benziyorlardı ki adeta her gün isimleri yer değiştiriyor ama kimse fark edemiyordu. Halaf bu duruma karşı kendince önlemler alıyor, ancak hiçbir faydası olmuyordu. En son eşine dönüyor ve (Bak hanım; bu günden sonra ikizlerin birine siyah, diğerine de beyaz elbise giydireceksin ve böylece, onları bir birinden ayırt edebileceğiz, anlıyor musun?) diyordu. Ne var ki, ilerleyen dönemlerde, bununda çözüm olmadığı anlaşılıyordu.
İkizlerin, on’lu yaşlara gelmiş olmalarına rağmen belirli bir karakter ve kişiliklerinde de hala değişiklik belirmiyor, ne zaman ikizlerden birinin ismini söyleyerek çağırsa ikisi aynı anda yanına geliyor ve çocuklar, isimlerini hala karıştırıyorlardı.
Hal böyle olunca Halaf, uzun uzun düşündükten sonra bir karar alıp uygulamaya koyuyordu. İkizlerden Nasuh’ u yanında tutarken Selem’ i yakın köylerden birinde yaşayan kardeşine gönderiyor, bir süre ayrı kaldığında Selem isminin kendine ait olduğunu öğreneceğini umuyordu.
Daha bir yıl dolmadan, kardeşinden, Halaf’ a, Selem’ i şikayet eden bir mektup ulaşıyordu. Güya Selem, yaptığı işlerde aklını değil gücünü kullanıyor diye. Halaf, önce habere sinirlense de, bu durumun, ikizleri bir birinden ayırabileceği bir hikmet olacağını düşünüp adeta seviniyordu. Çünkü Nasuh’ unda tam aksine bir müşkülü çözerken, aklını kullandığını biliyordu. Bir süre sonra Selem, amcasının yanından ev dönüyordu. Halaf, hala dikkatle ikizlerin her hareketini izliyor ve aralarındaki, olduğu söylenen karakter farkını bizzat kendide görmek istiyordu. Bu maksatla onları, bazı denemelere tabi tuttuğu da oluyordu.
Bir seferinde, onları sofraya çağırıyor ve önlerine, içerisinde dört balığın olduğu bir tabağı koyuyor, yemelerini istiyordu. Eğer söyleneler doğruysa, sonuç hakkaniyetle bölüşüm değil kavgayla sona ermeli diye düşünüyor ve onları izliyordu. Sonuçta ikizlerin, tabaktaki dört balığı hakkaniyetle bölüştüklerini görüyor ve en azından kendi aralarında anlaşıyor olmalarından memnuniyet duyuyordu.
Selem’ in öğretmeni, kara tahtaya bir kuş resmi çiziyor ve sınıftakilere, (Yarım saat içerisinde herkes bu resmi, önündeki kağıdına çizsin. Birazdan kontrol edeceğim!) diyordu. Tüm öğrencilerin, resmi tamamlama telaşında olmalarına rağmen Selem, kağıdına bir çizgi dahi çekmiyor, arkadaşlarını izliyordu. Çok geçmeden, resmini tamamlayan bir öğrenciye yaklaşıyor ve para karşılığı resmini satın alıyordu. Kalan süre içerisinde, resmini satan öğrenci, yeni resim için uğraşsa da başaramıyor ve öğretmeninden kötü not alacağı için ağlamaya başlıyordu. Öğretmen durumu öğrenince, amcası gibi oda, Selem’ in babasına bir şikayet mektubu yazıyordu.
Halaf, mektubu, sıkıntılı da olsa bir tebessümle bitiriyor ve içinden, (İyide, en azından resmi parasıyla satın almış, ya çalsaydı?) diye bitiriyordu.
Halaf bir gün, yine ikizleri denemek maksadıyla onları yanına çağırıyor, ikisine de birer sepet ve yeterince de para vererek pazara gitmelerini ve elma olmalarını istiyordu. Bir birilerinden etkilenmemeleri maksadıyla, onları iki ayrı pazara gönderiyordu. Bir süre sonra Selem, içi elma dolu sepetle eve geliyordu. Biraz sonra da Nasuh, elinde içi boş bir sepetle eve dönüyordu. Babası, elmaları göremeyince yanına gidiyor sepete şöyle bir göz attığında birkaç yapraklı küçük bir daldan başka bir şey göremiyor ve Nasuh’ a sebebini soruyordu. O da, (Telaş etmeyin babacığım. Ben, kardeşimin size bir sepet dolusu elma alacağını biliyordum. Bu elma bize bir gün yeter. Sepetimin içindeki bir elma fidanıdır, bize bir gün değil eğer diker de sulamayı ihmal etmezsek, ömür boyu yeter) diyordu. bunun üzerine Halaf, ikizlerini kucaklıyor ve Tanrı’ ya şükrediyordu.
İlerleyen günlerde Halaf, uzun süredir ara verdiği sınır ticaretine gitme kararı alıyor ve kervanını hazırlamaya koyuluyordu. Öte yandan, ikizlerde artık büyümüş, delikanlı olmuşlardı. Kervanın tamamlanmasında babalarına yardımcı oluyorlardı. Kervan tamamlanıyor ve ikizler, her seferinde babalarıyla gitmek isteklerinin ret edildiğini bildikleri için sessizce kenara çekilip kervanın hareket etmesini bekliyorlardı. Her şeyin tamam olduğundan emin olmak isteyen Halaf, bir kez daha kervanı gözden geçiriyor ve ikizlere sesleniyordu, (Annenizin yanına gidin. Size yol azığı hazırlayacaktı, onları alın ve arkamdan yetişin. Birlikte geliyorsunuz) diyordu. bunun üzerine ikizler sevinçle annelerine koşuyor, torbalarını alıyor, ana sarılıp vedalaşıyor ve kervana yetişmek üzere oradan ayrılıyorlardı.
Halaf, yolculuk sırasında çocukların, nerede, nasıl davranmaları gerektiği anlatıyor, gerek sınırda gerekse de girdikleri ülkenin pazarında lüzumsuz konuşmamalarını, yalnız kendilerine sorulan sorulara cevap vermelerini telkin ediyordu.
Nihayet sınırı müşkülsüz geçen kervan, komşu ülkenin pazarına ulaşıyordu. Halaf, şimdiye kadar yaptığı yolculukların en rahatını, çocukları sayesinde yaptığının farkındaydı.
Pazara vardıklarında, her köşenin bayraklarla süslenmiş olduğunu ve halkın eğlenceler tertip ettiğini görünce nedenini merak ediyordu. Bu arada, biraz ötede iki kişinin konuşmalarına kulak kabartıyordu. Biri, diğerine,(Bu hal nedir?) diye sorarken diğeri de cevap veriyordu,(Vali, kızına düğün yapıyor) adam devam ediyordu, (İkiz kızlarına mı?) diğeri, (Hayır, büyük kızına) böylece durum anlaşılıyordu. Bu arada Halaf, ( İşe bak, Valinin de ikiz kızları varmış. Gidip Allah’ın emriyle deyip oğullarıma istesem ne derdi acaba, aman Halaf, seninki de iş yani, ya asardı yada keserdi herhalde, sen kim Vali kim yahu) diye zihninden geçiriyor ve kendi kendine gülüyordu.
Öte yandan, aynı bölgenin hapishanesinden beş azılı hükümlü firar ediyor ve bölgenin asayişinden sorumlu binbaşıyı da zor durumda bırakıyordu. Zira vali, bu haberi duyacak olursa en güzel günü zehir olacak ve acısını da binbaşıdan çıkaracaktı. Bu yüzden binbaşı, valinin haberi olmadan bu kaçakları yakalamalıydı. Hemen emrindeki yüzbaşıyı çağırıyor ve durumun vahametini ona anlatıyor, bu görevi de ona verdiğini bildiriyordu, (Evet çavuş, bir hayli zamandır terfi bekliyordun. Al sana fırsat. Bu beş hükümlüyü, vali duymadan önce yakala ve getir. Aksi halde, omzundaki rütbeyi de sökerim. Marş marş!)
Aldığı emir üzerine Yüzbaşı, büyük bir ihtiras ve kararlılıkla kaçakların peşine düşüyordu. Kısa bir araştırmadan sonra elde ettiği bilgilerden, kaçakların, komşu ülkeye geçmek için sınıra yöneldiklerini anlıyordu. Bunun üzerine Yüzbaşı,emrindeki askerleri sınıra yerleştirip kaçakları beklemeye koyuluyordu. Bu işi başarması halinde binbaşı olacağı anın hayaline dalıyordu ki, bir asker,(Komutanım, eşkalleri ve sayıları henüz belli olmayan bir hareketlilik bize doğru yaklaşıyor) haberiyle irkiliyor ve, (Dua edelim de sayıları beş olsun. Bu arada, kesinlikle hata istemiyorum. Onları ne pahasına olursa olsun yakalamalıyız. Anlaşıldı mı asker!) ve karşı gurup yaklaşırken heyecanlı bir bekleyişte başlıyordu.
Bir süre sonra, gelenlerin beş kişi olduğu, muhtemelen de aradıkları hükümlüler olduğu anlaşılıyor ve gerekli tüm tertibatta alınıyordu. Bir süre sonra, kısa bir mücadelenin ardından, kaçaklar derdest ediliyor sıkıca bağlanıyor ve hapishaneye götürülmek üzere yola çıkartılıyordu. Yüzbaşı’ nın yakaladığı yalnız kaçaklar değil, aynı zamanda da binbaşılık rütbesiydi ve askerlerine dönüp muzaffer bir edayla, (Şu andan itibaren bana kim yüzbaşım diye hitap ederse onu tahmin bile edemeyeceği bir şekilde cezalandıracağım haberiniz olsun. Ben artık Binbaşıyım, o kadar) Bu uyarı üzerine askerler, kendi aralarında gülüşüyorlardı. Bu gevşekliği fırsat bilen bir mahkum, ellerinden, çevik bir hareketle kurtulup kaçmayı, ve karşıdaki sınırı geçip gözden kaybolmayı başarıyordu. Askerlerin sınırı geçmesi, bir savaş sebebi olacağından, elleri kolları bağlı sadece mahkumun kaçışını izlemekle yetiniyorlardı ve Yüzbaşı, kaçanın yalnızca bir mahkum değil binbaşılık rütbesi de olduğunu biliyordu. Üzgündü, kızgındı ancak yapacak bir şeyi de yoktu. Çaresiz geriye kalan dört mahkumla hapishaneye ilerliyordu. Yol bayunca da, bu dört mahkumu, nasıl olurda beşe çıkarırım ve rütbeme kovuşurum, diye düşünüyor, ancak aklına bir fikir de gelmiyordu.
Yüzbaşının yolu bir Pazar yerine düşüyordu. Umutsuz ve üzgün etrafı seyrederek ilerleyen yüzbaşı, bir ara, ileride alışveriş yapan bir kişinin, elbisesinin, kaçan mahkuma benzediğini fark ediyor ve askerlerine dönüp, (Şu adamı tutuklayıp, diğer mahkumların yanına koyun!) emrini veriyordu. Olanlardan bir şey anlamayan askerler merak içindeydi. Bu arada Pazar arkada kalıyor ve arazi yeniden başlıyordu. Yüzbaşı, askerlerine dönüyor ve, (Yakaladığınız adamın elbisesini fark ettiniz mi? Tıpkı, kaçırdığınız mahkumun elbisesine benziyordu. Böylece mahkumlar tamam oldu. Beni anlıyorsunuz değil mi? Onu kaçırdığınız için size ceza vermedim. Bunun karşılığında sizden, kaçak mahkumdan söz etmemenizi istiyorum) diyor ve günahsız bir insanı, sırf elbisesi benziyor diye mahkum ediyorlardı.
Bu arda, alışverişi tamamlayan Halaf’ın ikizleri, sözleştikleri yerde babalarını bekliyorlar ancak o, bir türlü gelmiyordu. Akşam oluyor Pazar dağılıyor ancak hala babaları görünmüyordu. Herkesin Pazarı terk etmiş olmasına rağmen onların bir köşede ve üzgün bir şekilde bekliyor olmaları bir kervancının dikkatini çekiyordu. Kervancı, ikizlere yaklaşıyor, herkes gittiği halde neden beklediklerini soruyordu. İkizler, durumu anlattıktan sonra kervancı, (Söyleyin bakalım geçler, babanızın üzerinde beyaz kaftanı, kırmızı kuşağı ve başında da siyah bir sarığı mı vardı?) ikizlerin, ikisi de aynı anda heyecanlı bir ses tonuyla, (Evet efendim! Onu gördünüz mü?) diye soruyorlardı. Kervancı, zaten üzgün olan gençlere bu kötü haberi nasıl veririm diye imtina etse de, söylemek zorunda kalıyor ve onlara, babalarını, valinin askerlerinin götürdüğünü söylüyordu ve şu an yapacakları bir şeyin olmadığını, kervanlarını alıp evlerine dönmelerini tavsiye ediyor ve oradan uzaklaşıyordu. İki kardeş üzgün bir halde evlerine dönüyorlardı.
Yol boyunca, annelerine, babalarının durumunu nasıl izah edeceklerini tartışmış ve bir karara varmışlardı. Babalarının, biraz işinin uzadığını ve birkaç gün sonra döneceğini söyleme konusunda anlaşmışlar ve öyle de söylemişlerdi. Aynı gece, iki kardeşi uyku tutmuyor ve aralarında, babalarını nasıl kurtarmaları gerektiğini tartışmaya başlıyorlardı. Nasuh, kardeşinin zor kullanarak bir delilik yapmasından korkuyor ve ona, (Selem, bak kardeşim, babamın kötü bir şey yapmayacağını kimiz de biliyoruz. Elbette bir yanlışlık olmuştur ve elbette onu kurtarmamız lazım. Ancak acele etmememiz ve yanlış bir şey de yapmamamız lazım. Zaten şu an bir müşkülümüz var, bir yanlış yapmamız demek, bu müşkülü ikiye çıkarmamız demektir. Bu işi kesinlikle kurallara uyarak, akılla halletmemiz gerekli. Bu konuda bana söz vermeni istiyorum) diyor, Selemde söz veriyordu. Ancak Nasuh, Selemin bu konulardaki zafiyetini iyi bildiği için yinede kaygı duyuyor ve kardeşinin güç kullanarak meseleyi çözmeye kalkmasından endişe ediyordu. Bu nedenle, her sabah uyandığında ilk iş, babasının silahlarının bulunduğu odaya gidiyor ve silahların eksik olup olmadığını kontrol ediyordu ve bir sabah kalktığında, korktuğu başına geliyor, silahları yerinde bulamıyor.
Nasuh, kardeşinin, yanına birkaç arkadaşını alarak sınıra doğru gittiğini öğreniyor, bunun sonucunun da hüsranla biteceğini biliyordu. Bu nedenle Nasuh, tüm ihtimalleri düşünerek bir plan yapmaya başlıyordu. Kararlıydı, Selem’ in peşinden gidecek, eğer geç kalmasa, onu vazgeçirecek, geç kalırsa, oda bir şekilde aynı hapishaneye girmenin yollarını arayacaktı.
Yola çıkmadan önce hapishaneden tekrar çıkmak için kendine lazım olacağını düşündüğü malzemeleri de olmayı ihmal etmiyordu. Bir kalıp bal mumu, bir kalıpta kolay eriyebilen kurşun. Böylece hücrenin kapısını, kolayca açabilecek hem kendi hem de babasını kurtaracaktı.
Hiç vakit kaybetmeden yola çıkan Nasuh, sınırı geçip hapishanenin yoluna koyuluyordu. Önündeki tepeyi aştığında, askerlerin bir kişiyi Ammansızca kovaladıklarını görüyor ve saklanıp onları izliyordu. Bir süre sonra kaçmakta olan kişinin kardeşi olduğunu fark ediyor, onu ağaçlık bir bölgede yakalıyor ve (Selem, hemen elbiselerimizi değişelim ve sen burada kal, ben gidip onlara, senin yerine teslim olacağım ve babamı da kurtarıp döneceğim, merak etme. Haydi acele et!) diyor ve bir süre sonrada askerlere, kendini yakalatıyordu.
Nasuh’ u yakalayan askerler, onun, Selem olmadığından hiç şüphe etmiyor ve onu bağlayıp dönüyorlardı. Askerlerden biri diğerine, (Bu genç kim? Suçu neymiş? Diye soruyor diğeri ise olup biten her şeyi anlatıyordu. Böylece Nasuh, babasının, suçsuz yere, bir yüzbaşının ihtirası uğruna hapse atıldığını öğreniyordu.
Bu arada, firar olayı Valinin kulağına ulaşıyor ve vali o günden sonra belirli aralıklarla hapishaneyi teftişe geliyordu. Mahkumların yerinde olduğunu gören vali, haberin yalan olduğunu zannediyor ve dönüyordu. Ancak her seferinde beş mahkumdan birinin tavırları dikkatini çekiyor ve onun hücresinin önünde daha uzun bekliyordu. Diğer dört mahkumun horul horul uyumalarına rağmen beşinci mahkumun dua ettiğini, ibadet ettiğini görüyor ve bu duruma bir anlam veremiyordu. Böyle iyi bir insan, nasıl olurda bunca suçu işleyebilirdi? Aklı almıyordu.
Ertesi gün Nasuh’ ta aynı hapishaneye getiriliyor ve izbe bir hücreye atılıyordu. Artık geriye kalan şey, beraberinde getirdiği malzemeleri kullanarak yapacağı anahtar ve hapisten kaçmak, yolculuk sırasında askerlerden duyduklarını da gidip valiye anlatmak ve babasının serbest kalmasını da sağlamaktı. Ancak anahtarı yapmak için en azından bir defa da olsa görmesi gerekiyordu ve bu hiçte kolay değildi.
Günler ilerliyor, Nasuh ise kara kara düşünüyordu. Bir gün, yan hücredeki mahkumu götürmek üzere gelen askerin, kapıyı açarken yere düşürdüğü anahtar sesiyle irkiliyor ve onları yakından görme imkanına kavuşuyordu. Dikkatle anahtarları inceleyen Nasuh, askerlerin ardından, hemen yanında gizlediği bal mumunu çıkartıyor ve aklında kaldığı kadarıyla anahtarların kalıplarını, mum üzerine oyuyordu. Daha sonra kursunu eritip kalıplara döküyor ve anahtarları elde ediyordu. Aynı günün akşamı firar ediyor, soluğu Valinin evinde alıyor ve ona olup bitenleri anlatıyordu. Vali, zaten durumundan şüphe ettiği o mahkumun suçsuzluğuna inanmakta tereddüt etmiyor ve Nasuh’ u da yanına alarak hapishaneye gidiyordu. Kısa bir tahkikattan sonra bu duruma sebep olan binbaşıyı çağırıyor, rütbelerini söküyor ve suçsuz Halaf’ın boşalttığı hücreye, ihtirasının bedelini ödetmek üzere onu atıyordu.
Halaf’ ı da yanına alan vali, sarayına dönerken onları da misafir ediyordu. Yemekten sonra vali, Halaf’ a dönerek, (Bir şeyi merak ediyorum Halaf, hapishaneyi teftişim sırasında, hepinizin hücresi önünden geçerdim. Neden suçsuz olduğunu söylemedin? Neden yardım istemedin? Eğer isteseydin bunca zaman içeride kalmazdın) diyordu. Bunun üzerine Halaf, (Efendim, Ülkenize ticaret için ilk gelişimde, Allah beni ikiz iki erkek evlatla sevindirdi. Bu seferimde ise böyle bir iş başıma geldi ve hapse düşürdü. Biz hayrında, şerrinde ondan olduğuna inanır sabreder ve ancak ondan yardım dileriz. Bende içerideyken hep ona dua ettim, yardım istedim ve şükürler olsun, şimdide buradayız) diyordu. Vali devam ediyordu, (Halaf, madem ikiz oğulların var, benim de ikiz kızlarım, o zaman neden onları evlendirip senin gibi dürüst biriyle , yakın akraba olma şerefini bana vermiyorsun?) dediğinde Halaf, günler öncesi, Pazar yerinde içinden, (Ondan, kız istemek mi? Vali kim, sen kimsin be Halaf) dediği konuşmasını hatırlıyor ve yine içinden şöyle diyordu, (Ey Allah’ım, hikmetinden sual olunmaz, sen ne büyüksün)
Metin Ceylan
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.