- 1014 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
397 - ANLATMA İHTİYACI
Onur BİLGE
Hasan ifade verecekken durum yön değiştirmiş, İpek Hanım derdini anlatmaya başlamıştı. Dert dinlemek de sabır işidir. Herkes ona tahammül edemez. Biri başladı mı diğerinin de derdi depreşir, böyle kendisini kaptırıverir.
Hem nedense insanlar, başkalarını teselli ederken kendi hayatlarından bahsederler, çektiklerini sayar döker ve onlardan daha kötü durumda olduklarını ispatlamaya kalkarlar. Belki başkalarının hayatlarından da örneklemeler yapılabilir ama kendi hayatlarındaki olumsuzlukları sıralamaktan acayip bir zevk alırlar. Bu, bir nevi deşarj olmadır.
Ancak böyle karşılıklı dert dökme esnasında, herkes çektiğinin acısıyla kıvranmakta olduğundan diğerinin söylediklerine çok değer vermez Hatta öyle bir an gelir ki tamamen kopar, hiç dinlemez!
Hasan da anlatmak istiyordu, dinlemek değil. Her şeyden önce beraat etme gereği duymaktaydı. Kendisi de gayet iyi biliyordu, yaptığının ne kadar affedilmez bir davranış şekli olduğunu! Sözü kesilsin istemiyordu. Diğeri de yarışır gibi anlatıyor, baskın gelmek için çırpınıyordu. Derken konuşmaları öyle bir hal aldı ki anlaşılmaz oldu. Artık açık oturumlardaki davetliler gibiydiler.
İpek Hanım, yaşı ve konumu itibariyle zatını hak sahibi görüyor, hem ders veriyor hem suçluyor hem yol gösteriyor ama hep kendisine acıyor, acındırıyordu. Anlaşılıyordu ki hayat onu çok yormuş ve yıpratmıştı. Olanları engelleyemediği gibi zedelenenleri düzeltememiş, çaresi kalınca bir şeyleri olduğu gibi kabul etmesi gerektiğine inanmak zorunda kalmıştı. Sanki ona hitap etmiyor, kendisini yönlendirmeye çalışıyordu. Son derece duygusal bir ses tonuyla, aşkını ve fedakârlıklarını anlatıyor, çıkmazını sergiliyor, boğazına takılı kalan zehri akıtarak rahatlamak istiyordu.
O, örnek olmalıydı. Ne olursa olsun dimdik durabilen bir eğitimciyi oynamalıydı. Çok zordu, içi kan ağlarken aldırış etmiyor görünmek ve karşısındakini buna inandırmak… Önce onun geçmekte olduğu yollardan çoktan geçtiğini söylemeliydi. Eşekten düşenin halinden en iyi eşekten düşen anlayabilirdi. Tam sırasıydı:
“Bende sevdim.” diye başladı. “Hem de beş sene nişanlı kaldım. O da beni benim onu sevdiğim kadar seviyor sandım. Bana yanlış yaptı. Fakat ben hiç seslenmedim. Sabrettim ve beklemeyi tercih ettim. Zaten yapacak başka şey de yoktu. Feveran mı etseydim? O zaman daha da nefret ederdi benden. Oysa ben onu kazanmak istiyordum. Senin bu davranışın onu senden uzaklaştırır. Yapmamalıydın!”
Yapılan yanlış, kolayca sineye çekilebilecek kadarcık olsaydı, dile dökülmemesi gerekirdi. Demek ki epey büyüktü. O zaman, hiç ses çıkarmadan katlanılmış olması hiç de inandırıcı değildi. Evliya değildi ya! Bir de Hasan’a böyle yapmasını önermekteydi. Hele o hiç değildi.
Asistan tarafından anlatılanlar oldukça ilginçti. Uluorta her yerde söyleniverecek şeyler değildi. Açık açık anlatılmaya başlanmıştı. Belediye hoparlöründen anons ediliyor gibiydi. O halde, dinlenmesinde de mahzur olmamalıydı. Belki bir kişiye anlatmakla tatmin olmuyor, etrafa yaymayı yeğliyordu. Hisse kapmamızı mı istiyordu? Yoksa bu da almakta olduğumuz eğitimin bir parçası mıydı? Mütemmim cüzü… Yani tamamlayıcı parçası…
Hasan, ikazdan sonraki arayı ganimet bilip, söze girerek fırsatı değerlendirmeye yeltendi ama sadece şunları söyleyebildi:
“Yapmazdım böyle ama sabrım taştı artık. Sabır sabır… Ta buraya kadar geldi… İlk defa yaptım. Keşke…”
Diyeceklerini yetiştirebilmek için acelesinden kekelemeye başlamıştı. Son cümlesini bitirmeye muvaffak olamadı. Kurulacak son cümle için seçilen ilk ve tek sözcük her şeyi anlatmış ya da ondan sonra gelecek olan kelimeler belliymiş gibi dinlenmesine gerek duyulmamıştı. Aktarılacak çok söz olmalıydı. Bir eğitim görevlisi epeyce eğitim almıştı muhakkak ki! Eğitilmek de bir yere kadardı. Artık eğitme zamanıydı. Tecrübe konuşuyordu!
“Belli zaten ilk defa olduğu ama keşke yapmasaydın! Ah, ben neler yaşadım! Hiç hak etmediğim davranışlara maruz kaldım. İtildim kakıldım, örselendim, dışlandım… Başkaları girdi aramıza… Seviyordum, vazgeçemedim. Sabrettim, katlandım. Neler geçti başımdan!..”
Başkaları… Acaba kimdi onlar? Kimler olabilirdi? Birden fazla kadın kız mı? Yani birkaç ihanet… Ya da hem üçüncü şahıs hem kaynana, görümce, elti falan mı? Konu komşu da olabilirdi. Neden olmasın! Elbirliğiyle saldırıya geçmişler falan… Aman Allah’ım!..
Suçlunun savunma hakkı değil, anlatma hakkı bile kalmamıştı. O yine de söyleştiği kişinin, çayını yeniletmek için kantinciye doğru bakması ve isteğini işaretle anlatması sıradaki birkaç saniyelik aradan istifadeyle birazcık açıklama yapabilme gayretiyle üç beş tümce söylemeyi denemekten geri kalmadı:
“Ben de neler neler yaşadım! Anlatsam bitiremem! Bi kere ailem onu…”
Yine yarım kalan bir cümle… Devamını anlamak kolay… Alıştım artık boşlukları mantıklı sözcüklerle doldurmaya… Mutlaka devamında “…hiç istemedi ama ben onlara tüm gücümle karşı çıkarak onu kabul etmeleri için elimden geleni yaptım ama o bunun ne kadar büyük bir özveri olduğunu anlamadı ve yaptıklarımı hiçbir zaman takdir etmedi. Ben ona o kadar değer verdiğim halde gözünde zerre kadar kıymetim olamadı. İşte ben bunu hazmedemiyorum!” falan gibi şeyler söyleyecekti. Belki de onun yerinde ben olsaydım, kendimi haklı çıkarmak için böyle yakınırdım.
İngilizce kitaplarımızın alıştırmalar kısımlarındaki cümleleri anımsadım. Onlar da Hasan’ın konuşma girişimlerinde en son söyleyebildikleri gibiydi. Hepsi yarımdı, eksikti ve tamamlamamız için bırakılan noktalı boşluklardı. Oralara uygun sözcükleri yazmamız istenirdi. Demek ki gün gelecek, böyle hallerde işimize yarayacakmış.
Asistanımıza tahdit yoktu. O, ovaya alabildiğine yayılabilirdi. Çünkü bir kere suçlu değildi. Sonra cezalandırma hakkına sahipti. Bunu diliyle de eliyle de yapabilirdi. Olay, okul sınırları içinde vuku bulmuştu. Zabıt tutulabilir, şikâyet edilebilir, yargıya intikal edebilirdi. Halbuki o böyle bir şey yapmak, işleme koymak niyetinde değildi. Olayı örtbas etmeye çalışıyordu. Bunu yaparken de gereğinden fazla iyi niyetliydi ve oldukça yumuşak davranmaktaydı. Oysa olay, oldukça vahimdi. Madem bu kadar taviz vermişti, konuşacaktı doğal olarak. Konuşarak halledecekti. Olay karakola, adliyeye değil, idareye bile yansımayacaktı.
Onlar mutlaka ama mutlaka barıştırılacaktı. Kız şikâyetçi olmayacak, arkadaş da kurtulacaktı. Madem durum böyleydi, o zaman o anlatacak öteki de mecburen dinleyecek ya da dinliyor gibi yapacak, içindekileri boşaltmasına yardım edecekti. Ceza gibi itiraz etti:
“Benim yaşadıklarımı yaşamamışsındır!” Ve inadına yaparmış gibi daha geriden başlayarak devam etti: “Üniversitede başladı, ilişkimiz. İş hayatımda da devam etti. Hep çalıştım, uğraştım, o rahat etsin diye… Ben mutlu olamasam da o mutlu olsun diye… Anlatsam, roman olur! Neler çektim ama sabrettim. Sen de sabretmelisin!”
Şaşılacak şeyler söylüyordu. Az önce ayrılmalarından başka çare olmadığı konusunda kararlı görünüyordu, şimdi de sabrı önermeye başlamıştı. Sabredebilseydi, iş bu raddeye gelir miydi! O kendisini gayet iyi biliyordu. Değişmeye falan da niyetli değildi. Bunu açık açık ifade ediyordu:
“Ben çok sinirliyim! Asabım bozuldu mu kendimi tutamam!..”
Bunun tercümesi çok kolaydı. Sözlüğe falan gerek yoktu. İngilizcedeki gibi baştan başlayıp sona atlamaya, sonra Arapça okur gibi sağdan sola doğru sırayla sözcük sözcük geri gelmeye gerek yoktu. “Hak ederse dayağı yer! Bunun lamı cimi yok!..” demeye getiriyordu. Yurdum insanıydı. Kazak erkek… Öyle kısa kollu bluz falan değil!
“Sakin ol! Öfkene hakim ol!”
“Olamam! Yapım böyle! Elimde değil!..”
“Ayrıl o zaman! Başka birini seç! İstediğin gibi olacak, dediğini yapacak birini… Zorla istediğini yaptıramazsın ki! Sıkarsan sevmez ki seni! Korkarsa sevemez ki! Korkuyla sevgi aynı kalpte birlikte barınamaz. Kendinden nefret ettirirsin! Ona bir şey olmaz. Kendine edersin!”
Aslında Hasan’la değil, kendisiyle konuşuyordu. Bu sözleri ona değil, kendisine söylüyordu. Kendisi de farkında değildi belki ama bu böyleydi. Karşısındakinden çok ama çok fazla sıkıntısı vardı. Söylüyor söylüyor bitiremiyordu!
Hani bir yerimiz kaşınır ya… Şöyle tatlı tatlı… Kaşıdıkça kaşıyasımız gelir! O kadar ki tahriş edene kadar kaşırız da yine kaşımaya devam ederiz. Sonra tam simetriği kaşınmaya başlar. Orayı kaşırken başka bir yer… Böyle devam eder gider ya… Onu böyle söyleten de öyle bir şeydi. Anlatma arzusu, anlattıkça anlatma arzusu… Daldan dala atlayarak… Dahası, daha dahası…
Kaynaktan suyun fışkırmaya başlaması gibi önüne geçilemez bir şey... Bir borunun patlaması gibi… Bir zembereğin boşalmaya başlaması… Durmak bilmeyen, durdurulamayan bir şey… Önüne geçilemez büyük bir istek…
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 397