- 571 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
bir küçük dal
BİR KÜÇÜK DAL
-Bir maniniz yoksa annem size gelmek istiyor, dedi Kâmile. Saçları sıkıca bağlanmış sonra da iki taraftan örülmüştü. Kelebek biçimi verilerek saç uçlarına firkete ile tutturulmuş kurdele, kalın ve kırmızıydı. Yer yer yıpranmış uçları kararmıştı.
Gün geceden kalmaydı. Yorgun dar ve sıkıntılı.”Sabahın bu saatinde bu çocuğun kapının önünde ne işi var ki…” diye düşündü.
Çocuk onun aklından geçenleri okuyormuş gibi
- Okula gidiyordum, dedi. Annem geçerken size uğramamı tembih etti. Birkaç saate kadar size gelmek istiyor. Şayet müsait iseniz telefon edecekmişsiniz anneme.
Fatma başörtüsünün çiçekli kısmını eliyle dudaklarını ve burnunu örtecek şekilde çekti. Ses rengi değişmişti.
-Tamam, kızım dedi. Ben ararım anneni. Hadi sana iyi dersler. Allah zihin açıklığı versin.
Kapının ardında duran süpürgeyi ve faraşı aldı. Ayakuçlarına basarak arka bahçeye açılan kapıya yöneldi. Gürültülü bir iş yapmak istemiyordu. Kocası en küçük bir tıkırtıda uyanır, sonra o koca ağzını açar, bir daha da kapamazdı. Fatma sürahiyi de alarak bahçeye geçti. Çiçekleri sulamak için uygun vakitti. Sabah serinliğinde su iyi gelirdi. Bir yandan sardunyaların sararmış yapraklarını koparıyordu. Birkaç hafta önce diktiği gül fidanına ilişti gözü. Eğrilmişti. Bir değneği ikiye bölerek gülün dibine dikti. Toprak hala ıslaktı. Kolayca yerleşiverdi değnek. Bir bez parçasının kenarından yırtarak bir şerit ayırdı. Gülün dalını değneğe bağladı. Böylelikle gül daha dik büyüyecek, ufak bir esintiyle sağa sola savrulmayacaktı.
Ufak tefek işlerini gören Fatma sürahiyi eline aldı. Çiçeklerine su verdi. Köşedeki ağaç kütüğünün üstüne oturdu. Elini çenesine dayadı. Kezban neden haber yollamış olabilirdi, diye düşündü. Telefon etmemiş kızını göndermişti. Telefonuna ne olmuştu? Hoş, Kezban’ın telefonunda konuşmaya yetecek kadar kontör hiç bulunmazdı ki. Arayıp da, alo ben gelmek istiyorum diyebilsin.
Fatma bir taraftan Kezban’ı merak ediyor, bir taraftan da kocasının ne zaman uyanacağını. Kahveye gitmesinin ne kadar vakit alacağını hesaplamaya çalışıyordu.
Altı ay önce oturdukları kasabadan şehre taşınmışlardı. Kocası kasaba ile şehir arasında yolcu taşıyan bir minibüste şoförlük yapıyordu. Son seferinde bir otomobille çarpışmış bu da işinin sonu olmuştu. Kaza yapan birini kolay kolay işinde tutmazlardı. Herkesin malı kendine kıymetliydi. Mal canın yongasıydı. O, elden gittiğinde candan da bir parça gitmiş sayılırdı. Hüsnü bir süre sağda solda iş bakınmış, her olumsuz yanıtta şevki kırılmıştı. Şimdilerde sık sık kahveye gidiyordu. Arada karnı acıkmasa, uykusu gelmese eve uğrayacağı yoktu.
Hüsnü’nün gün gün huysuzluğu artmış çekilmez bir hal almıştı. Önceleri daha halim selim, söz dinler, halden anlar bir adamdı. Kaza bir dönüm noktası oldu. Başlardaki gergin ve umutlu hali zamanla yerini açık bir öfkeye ve isyana bıraktı. Artık en küçük olaya bile sinirleniyor, evdekilerin aldığı nefesi burnundan getiriyordu.
Fatma kocası evde olduğu zamanlarda bir ruh gibi dolaşıyor, kocasının kendi varlığını hissetmemesi için elinden geleni yapıyordu. Söz duymamak, biraz daha azalmamak için yemeğini, bulaşığını, temizliğini sessiz sedasız hallederken bir taraftan da kocasının bir an önce evden gitmesi için dualar ediyordu.
O kapıdan çıktığı anda normal bir yaşam başlıyordu Fatma için. Ancak yaşamın her alanı sorunlarla dolu idi. Her dağın kendince boranı, kendince sisi vardı işte.
Fatma’nın gözü bahçenin kenarındaki tenekeye ilişti. Bir yağ tenekesiydi bu. Boşalınca dibini birkaç yerden delmiş, toprakla doldurmuştu. İçine diktiği kaktüsü de komşudan istemişti.
-Bir küçük dal demişti. Bir küçük dal.
Bir küçük dal vermişti Zeliş. Koparırken görmüştü ki, yanındaki dal da kopmuş. Al, demişti bugün kısmetli günündesin. Sen bir tane istemiştin, kısmetinde iki tane varmış. Bu da hayırdır, demişti Fatma bu da hayırdır elbet.
Fatma’nın üzerine bir rehavet çökmüştü. Arada bir dalıp gidiyor geçmiş günleri, özellikle çocukluk yıllarını özlemle hatırlıyordu. Her şey bir rüya gibiydi. Geçmiş hakiketen geçmişti. Çok çok gerilerdeydi şimdi. Hüsnü ile ne mutlulardı! Bir dediğini iki etmemişti Hüsnü yıllarca. Üzerine titrerdi. Sesini yükseltmekten bile imtina ederdi.
Ne kolay yılıverdi her şey diye geçirdi aklından, ne kolay. Kumdan bir kaleydi de dalgalar alıp götürüvermişti.
Kapı çalınıyordu, irkildi Fatma. Kim olaki dedi. Kim çalardı bu vakitte. Kezban mı acaba dedi. Yok yok... O, gelecek olsa çocukla niye haber göndersindi ki.
Telaşla kapıyı açtı. Kezban:
Ne oldu abla, ne aradın ne sordun beni? Bende merak ettim çıktım geldim. Zaten çocuk öğle yemeğine gelmişti. Onu okula gönderirken hem pişirdiğim dolmalardan bir tabak götüreyim hem de biraz dertleşiriz, dedim. Bilirim sen de Hüsnü abi de seversiz dolmayı. Aaah. ah!... Dert küpüne döndüm yine, bir bilsen.
Fatma şaştı onca zaman geçmiş olmasına. Demek gün öğlen olmuştu. Saatlerdir yarı hayal, yarı gerçek oyalanıyordu evin içinde.
-Eyvahlar olsun Kezban, dedi, eyvahlar olsun! Gün bu saat oldu kalkmadı, gün bu saat…
Bir koşu Hüsnü’nün yattığı odaya daldı.Bir yeşil yaprak henüz günü gelmeden kavrulup yanmıştı sanki. Hüsnü! Hüsnü’m çığlıkları birkaç saat öncesinin her sessiz kuytusunu doldurmaya başlamıştı.
tmolos edebiyat mayıs 2015
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.