ÇİÇEKÇİ ÇOCUK...****************
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Sarımsaklı bu yaz daha da kalabalık. Sahil yolunda, yetmiş iki buçuk milletin insanı etnik yapılarına göre gruplar halinde toplanmışlar, ülkelerini nasıl parçalayabileceklerini konuşuyorlar. Yetmiş iki buçuk parçaya ait sınırların belirlenmesinde bir türlü anlaşma sağlayamıyorlar.
Ben, mesaim bittiğinde bankadaki işimden çıkar çıkmaz, motosikletimle arz-ı endam edip, etnik gruplardan ayrıcalıklı bir yaşamı simgeleyen lüks bir lokantada beni beklemekte olan Dilber’in yanına geliyorum. Makedonya göçmeni bir "macır" olduğumdan etnik grupların hiç birinde yerim yok.
Bu lokantanın balık çeşitleri çok ünlüdür, buna karşın kendim için mütevazi bütçeme uygun yağda kızartılmış papila siparişi veriyorum, Dilber de balık yerine makarna yemeyi tercih edince bütçem adına seviniyorum. Makarna demek az ayıp kaçtı, onun adı, Napoliten soslu spagetti; kendim için ömrümün sonuna kadar vermeyeceğim bir sipariş!
Garsona getirttiğimiz çeşitlerden atıştıra atıştıra sohbete dalıyoruz. Dilber, bir gurbetçi kızı olarak Almanya’da doğmuş büyümüş. Konuşurken kullandığı Türkçe, ’Alamancı şivesiyle’ olduğundan, konuştuklarını anlayabilmek için her kurduğu cümleyi birkaç defa tekrarlatıyorum, bazen de beni bu yüzden azarlayabileceğinden korkarak, konuştuklarını anlıyormuş gibi yapıp, ’he he’ deyip geçiyorum.
Yanımıza yetmiş iki buçuğun buçuğuna mensup bir çiçek satıcısı geliyor. Geniş omuzlu, iri yarı bir erkek çocuğu. Dolunay gibi yuvarlak ve parıltılı yüzü var çocuğun Üzerinde siyah renkli bir tişört, kıçında kot pantolon… Yüzüne daha dikkatli bakınca onun çocukluğu aşmış sivilceli bir ergen olduğuna karar veriyorum; yaşı on sekizden yukarı olmalı.
Satın aldığım bir demet beyaz çiçeği Dilber’in eline tutuşturuyorum. Çiçekçi çocuk da aynı hızla davranarak, verdiğim banknotun üstünü vermek yerine, bir demet sarı çiçeği benim elime tutuşturuyor. Yemin ediyorum ki, ismini bildiğim tek çiçek gül olup, başka hiç bir çiçeğin adını bilmem; çünkü çiçekleri sevmem. Ne var ki, Dilber eline tutuşturduğum çiçeklerle adeta sevişmeye başlayarak, müthiş bir çiçek sever olduğunu göstermeye başlayınca benim de çiçek sever kesilmem şart oluyor.
Çocuğa fısıltıyla, "çiçeklerin adı ne?" diye soruyorum.
O ise benim cahilliğimi ortaya koymak ister gibi normal sesiyle, Dilber’in elindeki çiçekleri işaret ederek, "onlar hakiki kır papatyası," diyor. Benim elimdekilerin de, sera papatyası olduklarını söylüyor. "Bayanın elindekiler nefis kokuludur, sizinkiler de çok güzel görünümlüdür ama pek kokmazlar!"
Dilber, bu eşitsizlikte kendisine torpil geçilmesinden hoşnut, çiçekçi çocuğa minnetle bakıp gülüyor. Kalbim, hafiften bir kıskançlıkla burkuluyor. Bu cilveleşmeyi görmezlikten gelmek için başımı çevirip lokantadaki diğer masalara bakınıyorum. Bizimkinden çok daha pahalı yiyeceklerle donatılmış masalarının iki yanında oturan genç bir çift çatala tutuşturdukları yiyecekleri birbirlerinin ağzına uzatıyorlar.
Garsonlardan birisi masamıza tebelleş olan çiçekçi çocuğu uzaklaştırmaya meyilli bir tavırla gelirken benim de keyfim yerine geliyor; ne yazık ki bu, onun niyetini anlayan Dilber’in, "ben çağırdığım için burada, lütfen müdahale etmeyin!" diyerek garsonu uzaklaştırmasına kadar süren kısacık bir keyif oluyor.
Dilber, çiçekçi çocukla sohbeti iyice koyulaştırmış durumda. Çocuğa, çiçeklere dair yüz çeşit soru yöneltiyor. Çiçekçi çocuk onun sorularını sık sık ellerinden destek alarak, hareketli tavırlarla cevaplıyor. Dilber konuştuğunda da, ’leb demeden leblebi dediğini’ anlayarak onu öyle bir rahatlatıyor ki, kızcağız benimle yaptığı zorlamalı sohbete karşın çocuğun karşısında şakıyan bülbül kesiliyor. Çocuğa gösterdiği bu ilgiden dolayı yüreğimde kasılmalar oluşmakta.
Elimdeki sarı papatyalardan birinin yapraklarını tek tek yolmaya başlıyorum. "Seviyor, sevmiyor, seviyor,....., sevmiyor!" Baktığım papatya falı "sevmiyor" diye çıkınca canımın sıkıntısı katlanıyor. Arada Dilber olmasa şu çiçekçi çocuğu masadan kovmak için tekme tokat döverek, hıncımı ondan çıkartabilirim.
Elimdeki sarı papatyaları inceleyerek sonucu ’seviyor’ çıkartmasını umduğum yoğun yapraklı bir papatyayı seçip yapraklarını yolmaya başlıyorum. Bu defa ’sevmiyor’ diyerek başlıyorum. "Sevmiyor, seviyor,sevmiyor,..." Bir ’sevmiyor’ sonucu daha! "Keşke ’seviyor’ diye başlasaydım ya!" diye düşünerek hayıflanıyorum.
Dilber, çocukla muhabbete iyice kaptırmış, dinlerken ikide bir gözleri önüne düşen perçemini eliyle arkaya attırarak yüzünü açıyor. Gözüme öyle güzel görünüyor ki, burada oturup onun pürüzsüz al yanaklarını ve iri esmer gözlerini saatlerce seyredebilirim. Tanıştığımızın üçüncü ayındayız henüz ama, üç ayın doksan gününde de beraberdik. Bir birimizden ayrı yapamadığımıza ikimiz birden karar verdik.
Üç ay önce, Almanya’dan henüz geldikleri günlerden birinde, akşam üstü motosikletimle işten dönerken, bana Alman plakalı otomobiliyle çarptığı zaman başladı ilişkimiz. Çarptığı an beni motosiklet üstünden üç metre kadar savurup düşürmüş, motosikleti ise ezip hurdaya çevirmişti. Motorsikletimin gördüğü hasara karşın ben koruyucu ekipmanımı kuşanmış olduğumdan burnum bile kanamamıştı. Buna rağmen, bir şeyim olmadığına dair ısrarımdan daha baskın bir ısrarla beni Ayvalık Devlet Hastanesinde tepeden tırnağa muayene ettirmişti. Gerçekten de bir şeyim olmadığını anladıktan sonra da, parçaladığı motosikletimin markasında yeni bir motosiklet alıp hediye etmişti. Bu telaşlı düşkünlüğü çok hoşuma gittiğinden ona arkadaşlık teklif etmiştim. Kendisinin de bunu çok istediğini itiraf ederek anında kabul etmişti. Bana çarpmış olması, birlikteliğimizi kurgulayan kaderimizin bir oyunu muydu ki! Eğer bu kaderimizse, aşkımız, kendini yaratacak kaderimizin mucidi olsa gerek! Ondan sonrası da tıpkı bu günkü gibi buluşmalarla geçmişti. Bu gün niyetim, onun erkek arkadaşı olmaktan öte, ona deliler gibi aşık olduğumu itiraf etmekti. Ne yazık ki, şu çiçekçi çocuk anlattıklarıyla onu lafa tutarak bu niyetimin içine etmişti. Bir de şu papatya falı habire ’sevmiyor’ deyip durmuyor muydu, beni iyice sinir ediyordu. İçimden, "Allahım ne olur bu defa ’seviyor’ çıksın diye geçirerek bir papatyayı daha yolmaya başlıyorum.
Dilber’in çocuğa "Ayhancığım," diyerek hitap etmeye başladığını fark ediyorum. Şuna bak! Bana, şimdiye kadar bir kere dahi ’Mertciğim’ demeyen kız, Allah’ın çingenesine ’cığım’lı, cicimli hitap ediyor yahu! (evet, yetmiş iki buçuğun buçuğu, roman filan demeyeceğim işte, düpedüz çingene) Zaten papatya falım gene ’sevmiyor’ diye çıktı! Ayhan ise, onun bu içten tavırlarından mutlu bir halde, aynı tavırlarla sohbete iştirak etmekte...
Dilber’in okumayı, yazmayı çok sevdiğini, hatta ’www.edebiyatdefteri.com’ adındaki paylaşım sitesinde yayınladığı yüzlerce şiirinin ve öyküsünün olduğunu, bu çocukla da onunla ilgili detaylara ulaşmak için zaman harcadığını zannediyorum. Eminim ki, birkaç gün içinde bu çocuğa dair bir öykü yazıp o edebiyat sitesinde yayınlayacaktır. Bu kabiliyetiyle kız gerçekten de özel biri...
Lokantaya resmi kıyafetiyle bir jandarma assubayı gelerek, masalardan birine oturuyor. Siparişini almaya gelen garsonu, "az sonra eşim gelecek, o zaman veririz," diyerek geri yolluyor. Ben son bir ümitle gene bir papatya seçip, gene yapraklarını yolmaya başlıyorum, "seviyor, sevmiyor, seviyor,..."
Papatya falımın bir kez daha ’sevmiyor’ ile bittiği an çiçekçi çocuğun uzaklaştığını fark ediyorum. Çocuk doğruca assubayın oturduğu masaya gidiyor. Ona, "te be alasın bu çiçeği de yenge hanımı çiçek ilen karşılayasın, sayın komutanım!" diyerek bana itelediği kokusuz ve falları hep negatif çıkan sarı papatyadan bir demet satmaya niyetleniyor. İçimden assubaya seslenerek, "sakın alma o çiçekleri komutan! Alacaksan da beyaz kır papatyalarından al!" diye geçiriyorum.
Dilber, "o çiçek saplarını neden elinde tutuyorsun?" diye sorunca elimdekilerin gerçekten de çiçekleri tükenerek birer sapa dönüştüklerini fark ediyorum. Sapları çöp tablasına bırakıyorum. Dilber, "bunların çiçeklerini ne yaptın?" diye soruyor.
"Senin, beni sevip sevmediğine dair papatya falı baktım," diyorum.
"E, falda ne çıktı?"
"Her defasın da senin beni çok sevdiğin çıktı!"
"Tabii ki, çok seviyorum seni. Sevmesem her gün koşa koşa yanına gelir miyim? Ya sen? Sen de beni seviyor musun?" Cümleler aşkımıza dair olunca onun alamancı şivesi bile İstanbul şivesinden daha anlaşılır oluyor.
Ona, onun gibi cevap veriyorum. "Sevmesem her gün işten çıkar çıkmaz sana koşar mıyım?"
Gözlerim onun sevgiyle gülümsemekte ki gözlerindeyken, Allah’tan zamanın tam da bu anda duruvermesini diliyorum.Aniden bu sükunetimi altüst eden bir bağırtı yükseliyor. Başlar gayriihtiyari bağırtıya yöneliyor. Çiçekçi çocuk, kendisini azarlayan adama hiç bir karşılık vermeden dalları tamamen kesilmiş kuru bir ağaç gövdesi gibi melül mahzun, dikilirken, hareketsiz ve donuk gözleri ayaklarının etrafına saçılmış çiçeklerini koyduğu tablası ve çiçeklerine sabitlenmiş...
Adamın bağırtısı dinmek bilmiyor; etraftaki suskunluk sürdükçe artıyor hiddeti. Şef garson gelip özürler dileyerek adamı sakinleştirmeye çalışıyor. Bir türlü yatışmayan adamın öfkesinden o da nasibini alıyor.
"Kim içeri alıyor bunları! Ben çiçek sevmiyorum! Üstelik çiçeğe alerjim var! Ama bu çingene laftan anlamıyor ki! İlle al, senden para istemiyorum, diyor utanmaz! Ulan sen kimsin de bana rüşvet teklif ediyorsun, puşt! Her tarafta bunlar yahu! Bakmayın bunun böyle kuzu gibi oluşuna! Gün geçmiyor ki, karakola bunlardan bir kaçı düşmesin! Bunlar işlerine geldiği zaman böyle kuzu gibi görünürler; ama işlerine gelmediği zaman panter kesilirler!... Bir damarına dokunmaya görün, sizi tek başınıza kıstırdıkları bir köşede üçü beşi birden bir araya gelip üstünüze saldırırlar! Almayın kardeşim böyle iti kopuğu! Bu nezih yere yakışıyor mu bu sokak satıcıları?"
Şef garson Dilber’i işaret ederek, "hanım efendi çağırmıştı da, ondan..." diyerek lokantanının itibarını kurtarmak istiyor.
Çiçekçi çocuk, yerdeki tablasını ve çiçeklerini toplamak için eğiliyor.
Öfkeli adam iyice azıtarak ayaklanıyor, "Şuna bak! Hala yerden topladığı çöpleri birilerine satmak için hazırlık yapıyor serseri!" diye gürleyerek, çocuğun almaya hamle ettiği tablaya bir tekme atıp, çocuğu ensesinden tutup yaka paça dış kapıya savuruyor.
Çiçekçi çocuk düştüğü yerde toparlanıp, assubaya keskin bir bakış yollayarak çıkıp gidiyor. Fark ettiğim o bakışın ölümcül bir tehdit savurduğunu hissediyorum.
Şef garson komilere, "temizleyin oğlum yerleri!" diye emrettiğinde hızlı bir temizlik başlıyor.
Assubayın karısı gelip, sorgulayan gözlerle kocasının karşısına oturuyor, siparişlerini veriyorlar.
Dilber buruk, "ben lavaboda makyajımı tazeleyip geleyim; sonra da hesabı ödeyelim de çıkalım şuradan!" diyerek elindeki beyaz papatyaları koklayarak masaya bırakıyor.
O lavabodayken adisyondaki fiyatlara bir göz attığımda, onun yediği ’Napoliten soslu spagettinin’ fiyatının benim yediğim papilalardan tam üç misli pahalı olduğunu görerek küçük bir şok geçiriyorum. Hesabı ödüyorum.
Dilber dökündüğü keskin bir parfümün kokusunu yayarak geldiğinde çıkıp gidiyoruz.
Dilber, "bir daha gelmeyelim buraya," diyor.
"Olur," diyorum.
Lokantadan hızla uzaklaşıyoruz.Akşam güneşi batmak üzere, sahile inerek onun batışını seyretmeye gidiyoruz. Bu kadar güzel bir manzara üzerimizdeki gerginliği alıveriyor.
Bir buluşmamız daha sona eriyor. El ele tutuşup ışıltılı vitrinlerin ve otellerin önünden, seyyar satıcı tezgahlarına bakınarak yürüyoruz. Omuzlarımın hemen yanı başında onun süründüğü pahalı parfümün kokusunu alıyorum. Elindeki kır papatyalarının kokusu duyumsamak olanaksız. Onunla evlerinin bulunduğu sokağın başında yanak yanağa öpüşerek vedalaşıyoruz.
Dönüş yolunda tüm etnik grupların birbiriyle kaynaşarak, adeta etten duvar gibi yürüyüş yaptıklarını görüyorum, belki giderken de vardı aynı kaynaşıklık, fakat Dilber’e bakmaktan onları fark etmemiştim. Etnik grupların böyle kaynaşık bulunması memleketin parçalanmamasına dair umutlanmama neden oluyor.
Motosikletimi almak için lokantanın önüne dönüyorum. Motosikleti çalıştırıp kaskımı kafama geçiriyorum. Tam da birinci vitese takıp motosikletimi hareket ettirdiğim anda, hemen önümde, ard arda patlayan mermi seslerini duyuyorum.
Ateş eden kar maskeli çiçekçi çocuğu ve karısının yanında üzerine bir şarjör mermi sıkılan assubayı tanıyorum.
Kar maskeli çiçekçi çocuk, yan sokağın karanlığına koşarken ben de motosikletimi ikinci vitese alıp olay yerinden hızla uzaklaşıyorum.
Birkaç gün sonra gazeteleri karıştırırken, olayın, iç sayfalarda küçük puntolarla haber yapıldığını görüyorum. Başlık aynen şu:
"Etnik ayrılıkçılar, tatil beldesinde bir assubayımızı şehit etti."
YORUMLAR
Etkileyici bir hikaye.
Umarım gerçek değildir.
Yoksa,
yazık oluyor insanıma diyeceğim yine.
Hem ezilen çiçekçi çocuğuma,
hem vurulan askerime...
İnsanca yaşamak var iken, neden böyle saçmalıklar meydana geliyor ki?
Kız arkadaşın akıbetini merak etmedik değil hani bu arada.
Nerelerdedir şimdi Dilber?
Kemnur
Bu dünya ne kendimizi büyük göreceğimiz kadar bizim ne de bir başkasını küçük görecek kadar büyük.Bizim yaşama hakkımız kadar her canlının yaşama hakkı en az bizim kadar .Her canlının bir müddet durduğu bir durak.Zira gelen gidiyor,giden de geri gelmiyor.İçinizdeki o güzel duyguları ne güzel bir hikaye tadında yazmışsınız.tebrikler efendim...saygılar...
Küçük masallarla büyürüz ve büyük romanlarla yaşarız. Siz ya da biz eğer aramıza bir o kişiyi eklersek hayat hikayemiz başlamış olur.
Jose Saramago ‘nun’’ Körlük’’ kitabını okuduğumda, gözlerimin içi gölgelerle karışık bir hayatı nasıl aydınlatabilirim düşüncesi roman bitene kadar sürdü. Bu bitişin yeni bir başlangıcı olmalıydı elbette. Bütün bir hikayeyi ağzımda gargara edip kendimi dışarı atmaya çalıştım. Lakin ikinci kitabı elime aldığımda Jose Saramago ‘’görmek ‘’kitabıyla bunu çoktan başarmıştı. Bir körlükle başlayan hayatın bütün yaşayan insanları körleştirmesi ve görmek istesekte mutlaka camların ardının karartılacağını bilerek inanmak.
Ondan Çok kısa bir paragraf :
‘’ Adı belirsiz bir ülkenin başkentinde seçim günü bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başlayınca kimse oy atmaya gitmez. Öğleden sonra yağmur durunca, saat tam dörtte, seçmenler sanki emir almışçasına sandıkların başına koşarlar. Ama sandıklar açıldığında, kullanılan oyların yüzde 83'ünün boş olduğu ortaya çıkar. Bunun bozguncu bir grubun, dahası uluslararası bir anarşist örgütün işi olduğunu düşünen hükümet olağanüstü hal ilan eder. Yıllar önce kenti saran "körlük salgını"ndan kurtulan tek kişinin bu olayla bağlantılı olduğundan kuşkulanılır. "Beyaz veba"nın öteki kentlere de yayılmasını önlemek için başkent abluka altına alınır, bir polis komiseri "suçlular"ı bulmakla görevlendirilir.’’
Adı belirsiz ülkenin Bakanı der ki:
‘’hepsini, üzerine yıkılan, karşı çıkılması ya da çürütülmesi olanaksız suçların altında ezilmiş olarak karşımda görmek istiyorum..’’
Adı belirsiz ülkenin Polisi der ki:
''Şaşırmış numarası yapmayın ve elimde bununla ilgili kanıtlar olup olmadığını sorarak boşuna zaman yitirmeyin, suçsuz olduğunuzu bize kanıtlayacaksınız, çünkü kanıtlar, gerek duyulduğunda ortaya çıkacaktır.”
Doğru, yanlış ve adalet sizin ülkenizde dönem dönem değişiyorsa, mutlaka Jose Saramago sizin ülkenizde yaşıyor. Ve eminim ki yazacağı kitaplar bu ülkede bitmeyecek.
Bakmak kadar görmek ikiside yoksa körlük alır başını gider…Bence papatya yapraklarını bu kez doğru mu yanlış mı diye koparmayı deneyelim…Eminim her seferinde yanlış kalacak !
Güzel bir yazı…
Saygılar…
Kemnur
Peşrevi eğlenceli, dökümü heyecanlı finali acı bir öykü okudum. Üç duyguyu ardarda nadiren yaşarım. Şu an o dakikalardan birindeyim. Buraya bir sepet siyasi pislik içeren cümleler dökülebilir. Herkes kendi tv kanalından izlediği habere göre yorum yapabilir. Fakat sarsılmaz bir gerçek var ki bu sadece bizim ülkemize has bir şey değil : İnsanlık öldü.
Saygılar ve tebriklerimle Kemal Bey.
Not: Çiçekçilerin ısrarından nefret ediyorum. Bir genç kızın almamakta direttiği gülü kızın uzun saçlarına atmıştı kadının biri. Haliyle dikenler saça dolandı, kız can havliyle gülü başında söküp yere attı. Ki kim olsa aynısını yapar. Çiçekçi kadının kıza savurduğu küfür ve daha kötüsü beddua: Arabaların altında kalasın, etlerin cımbızla toplansın! Buna rağmen çiçekçileri severim, hem de çok severim.
Aynur Engindeniz tarafından 5/18/2015 12:30:44 AM zamanında düzenlenmiştir.
Kemnur
Kemal Bey, öyküyü öyle güzel kurgulayıp harmanlamışsın ki, okurken olayı seyreder gibi oldum.
Öyküden çıkardığım kıssada hisse, hiçbir insanin etnik durumundan dolayı horlanip küçümsenmemesi.
Ne yazik ki, bazı kendini bilmez insanlar bulundukları mevkinin gücünü kullanarak kendinden olmayan' işine gelmeyen herkesi öyküde olduğu gibi küçümsemekte :(
Ölen mi kanlı, öldüren mi diye sorulduğunda kimsenin durduk yere katil olmadikları ortada. Tabii ki cinayetleri onaylamıyorum ama insanların kücümsenmesini de onaylamıyorum.
Günümün yazısını /yazarını tebrik ederim.
Kemnur
Olay ne?
Bir çingene çocuğu,çiçek satıyor. Sonrada aynı çocuk bir astsubayı vuruyor.
Peki hepsi bu mu?
Ustalık orada başlıyor işte...
Kelimelerle oya öreceksin. Ördüğün oyanın içine öyle bir nakış koyacaksın ki elin şakağında düşünüp
kalacaksın.
Bunu yapmak için hüner ister, kalem ister, yürek ister
Bu yazıda olduğu gibi..
TEBRİKLER CAN DOST...
Kemnur
Bedri Tokul
Öykünü de beğendim, kurgusunu da...
Sonunda o astsubayın vurdurulmuş olmasına da çok memnun oldum.
Bilmez olur muyum hiç?Zamanında yemeye ekmeğe muhtaç bir mevki sahibi olunca da kendini bir b.k zanneden çok kişi gördüm tanıdım.
Yorumum olayda geçen meslektaşım adına değil, edebiyat adınadır.
Selam ve Saygıyla...
PAPATYA FALI
Seviyor,
Sevmiyor ,
Derken .
Ellerinle örtmüşsün ,
Mahrem yerlerini.
Bilemedim ,
Falın böyle biteceğini...
gerçeği allayıp pullamak bir de kulp takmak,tebrik ederim saygılarımla.
Kemnur
Üstadum ne yazık ki ekmek parası kazanmak zor. ekmek parasını zalimlerin elinden kazanmak daha zor. O kdar güzel bir anlatım dı ki.her türlü güzellik de her türlü kötülük de kendi içinde saklı. İnsanları kendi aralarında sınıflamayı seçenler kazanmayı değil de kaybetmeyi kendi öz elleri ile seçimişlerdir. Kimse aşağılanmayı, kimse ayırımcılığı hak etmiyor. kaleminiz daim olsun. kutluyorum.
Ne görenlere inanıyorum ne de görmeyenlere.kanun koyucular karar vermişse, Ali İsmail Korkmaz'ın kamera görüntüleri ne işe yarar.
Mütedeyyin bir kadının sözünü çürütemeyen %50 Kabataş'ta saldırı yok dese neye yarar. Kanun koyucular karar verdi,iş bitti. Bizede gazete okumak kalıyor sanırım ustam.
M ü k e m m e l !
★ ★ ★ ★ ★
Yorum yazmak için olay yerlerine iki üç kez gittim. Her mekanda papatya yapraklarının kurumuş haliyle karşılaşınca tek görgü tanığının bunlar olduğunu düşündüm. Dilsiz ve de ölmüş olabilirler lakin tek doğruyu söyleyebilirler. Doğru :"Etnik ayrılıkçılar, tatil beldesinde bir assubayımızı şehit etti."
Peki yanlış olan şey ne ?
Bütün kötüler !
Bütün çingeneler, şoparlar !
Bütün fakirler !
Bütün evsizler !
Bütün cahiller !
Bütün delikanlılar !
Ve
Bütün ekmek parası için çalışanları küçük görmek, küçültmek, anlamsız bir kaldırım taşı gibi fırlatmak yanlış yanlış yanlış !
Filmi geri sararsak sonuç yine aynı. Önemli olan insanın rölünü iyi yazmak ve iyi oynamak. Oyun bitti !
Sonuç : "Etnik ayrılıkçılar, tatil beldesinde bir assubayımızı şehit etti."
Ey görmek ve bakmak !
Tebrikler ustam !
Saygılar, sevgiler