- 612 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
MIZRAĞIN UCU
Son günlerde sürücü belgesi almak kasabada âdeta moda olmuştu. Gençler ayaküstü konuşmalarında, yaşlılar kahve köşelerinde sık sık araba sürmekten, sürücü belgesi almaktan bahsediyorlardı. On sekiz yaşını dolduran, eli biraz para gören, arabası olan olmayan herkes soluğu sürücü kursunda alıyordu.
Kasabadaki bu gidişattan memnun olmayan tek kişi şoför Rıza dayı idi. Ne zaman sürücü belgesi almaktan veya sürücü kursuna kayıt olmaktan söz açılsa derin bir iç çeker; “Ne olacak bu memleketin hâli, bilene de bilmeyene de ehliyet veriyorlar?” diye hayıflanır dururdu. Rıza dayı deneyimli bir şofördü. Yıllarca şehirlerarası yollarda otobüs sürmüştü. Son zamanlarda trafik kazalarının çok artmasının nedenlerini iyi biliyordu.
Bir gün sürücü kursunun bulunduğu Çayırlık mevkiine uğramıştı şoför Rıza. Burası futbol sahası büyüklüğünde, etrafı ceviz ağaçlarıyla çevrili genişçe bir düzlüktü. Tatil günleri top sahası, diğer günlerde ise acemi sürücüler için trafik pisti olarak kullanılırdı. Çayırlık civarı her zaman olduğu gibi cıvıl cıvıldı yine. Bir tarafta usta şoförler sürücü adaylarını eğitiyor, diğer tarafta da izleyenler direksiyona geçen acemilere “Haydi Ahmet, haydi Mehmet” şeklinde şen şakrak tezahürat yapıyorlardı. Şoför Rıza da bir söğüt ağacının altına oturmuş, sessizce manzarayı izlemeye koyulmuştu. Bütün olup biteni ciddiyet dolu bakışlarla izliyor, uzun uzun süzüyordu.
Durum pek iç açıcı değildi aslında. Daha doğru dürüst arabayı yerinden bile kaldıramayan adaylara sadece kısacık birkaç tur atma hakkı tanınıyordu. Bir de kırk-elli kişilik bir grubun, sadece düşük model bir arabayla pratik yapmaya çalışması akıl alır bir iş değildi. Oysa bir adayın sürücü belgesi alabilmesi için direksiyonda ustalaşması, trafik işaretlerini iyice tanıması, duruş ve kalkışlarda arabayı rahatça kullanabilmesi gerekirdi.
Bütün bu aksaklıkları bir bilen olarak mahallinde gören şoför Rıza dayı daha fazla yerinde duramazdı. Nihayet arabanın bulunduğu piste doğru yürümeye başladı. Öğretici olarak görevlendirilen kişinin yanına yaklaştı, kulağına doğru hafifçe eğilerek:
— Selamün aleyküm, bir dakikanızı alabilir miyim? Dedi. Bunu duyan usta öğretici:
— Ve aleyküm selam, tabi efendim diyerek kenara doğru çekilince, şoför Rıza anlatmaya başladı:
— İsterseniz önce tanışalım. Benim adım Rıza. Yetmiş yıllık ömrünün çoğunu yollarda geçirmiş, emekli bir otobüs şoförüyüm. Beni kasabada şoför Rıza diye bilirler. Birkaç saatten beri sizi izliyorum. Usta bir öğreticisiniz. Ancak arabanız yeterli değil. Bu nedenle her kursiyere sadece iki tur atma şansı veriyorsunuz. Adaylar kalabalık olduğundan tek araba bu iş için yetersiz kalıyor. Oysa bu adayların trafik işaretlerini, duruş ve geçiş lambalarını, direksiyon hâkimiyetini iyice öğrenip pratiklerini daha fazla geliştirmeleri gerekir. Kusura bakmayın, işinize karışmış oldum belki ama bir vatandaş olarak gördüğüm bazı eksiklikleri hatırlatmak istedim size…
Şoför Rıza’nın bu sözlerini dikkatle dinleyen usta öğretici:
— Teşekkür ederim Rıza Bey amca. Haklısınız. Bu durum beni de endişelendiriyor. Sizin söylediklerinizin aynısını ben de söyledim patrona. Ancak bir türlü ikna edemedim. Benzin fiyatları pahalı diyerek kendisine yaptığım uyarıları dikkate almadı maalesef. Bu yüzden pratik için daha fazla araba kullanamıyoruz...
Usta öğretici uzun uzadıya mazeretlerini bu şekilde sıralıyordu ki; tam bu esnada orta boylu, burma bıyıklı, ağzı pipolu, pardösüsü omuzunda bir adamın öksüre öksüre kendilerine doğru yaklaşmakta olduğunu gördüler. Öğretici hemen elini ayağını topladı, “İşte patronumuz Zekai Bey” dedi ve kendisini şoför Rıza ile tanıştırdı.
Taşı gediğine koymanın tam zamanıydı. Şoför Rıza az önce usta öğreticiye anlattığı noksanlıkların aynısını Zekai Bey’e de anlatmaya başladı. Bütün anlatılanları umursamaz bir gülümseme ile dinleyen patronun ilk cevabı:
— Boş ver Rıza dayı! Koyuver yakasını gitsin, bir şey olmaz evvelallah… Demek olmuştu.
Zekai Bey bir taraftan meseleyi geçiştirmeye çalışıyor, diğer taraftan elindeki iri taşlı tespihi sallıyordu. Bu vurdumduymazlık karşısında şaşkına dönen şoför Rıza:
— “Yanlış düşünüyorsunuz Zekai Bey! Araba işi bu… Malum, trafikle ilgili bir aksaklığın herkese zararı olur. Biliyorsunuz son zamanlarda trafik kazaları çok arttı. Bunun sorumlusu biz insanlardan başkası olabilir mi?”
Zekai Bey’in aklı bir karış havada gibiydi sanki. Şoför Rıza’nın bütün bu anlattıkları karşısında hâlâ anlamsız gülüşünü sürdürüyor, kâh tespihini sallıyor kâh piposunu keyifle iki dudağının kenarına sıkıştırıyor:
— Rıza dayı, takma kafana! Bu ülkeyi sen de kurtaramazsın ben de… Diyerek şoför Rıza’nın omuzlarına vura vura kahkahalar atıyor, kendisi için yapılan uyarıları âdeta gırgıra alırcasına karşılık veriyordu.
Artık söyleyecek sözü kalmamıştı şoför Rıza’nın. İşaret parmağını hafifçe kaldırdı “Son kez sana bir şey söyleyeceğim Zekai Bey!” diyerek oradan hızla uzaklaşmaya başladı.
— Unutma! Bu mızrağın ucu, bir gün sana da dokunur…
Bu sözün, Zekai Bey’in içine ok gibi işlediği; kızaran çehresi ve acılaşan tebessümü ile “güle güle efendim” demesinden belli oluyordu.
Aradan birkaç haftalık bir zaman geçmişti. Zekai Bey yağışlı bir akşam vakti ailesiyle birlikte misafirlikten dönüyordu. Kasabaya bir kilometre kadar yaklaşmışlardı. Önlerindeki köprüyü geçecek, Kızılcık tepesi denilen bayırı aşacak, kasabaya varmış olacaklardı.
Ancak kimse bir felaketin kendilerini beklemekte olduğunun farkında değildi. Birden beyaz bir arabanın, cayırtılı fren sesleri eşliğinde zikzaklar çizerek hızla üzerlerine doğru yaklaşmakta olduğunu gördüler. Yan tarafında oturan oğlunun “Baba dikkat!” demesine kalmamış, iki araba burun buruna gelmiş, büyük bir gürültüyle çarpışmıştı.
Her şey bir anda olup bitmiş, Zekai Bey’in otomobili yaklaşık yirmi metre kadar sürüklenmiş, köprünün bariyerlerine takılıp kalmıştı.
Ortalık birdenbire ana baba gününe dönmüştü. Yoldan geçerken kazayı görenler ile kasaba girişindeki köprüde bir kaza olduğunu duyan herkes hemen olay yerine koşmuş, kazazedeleri kurtarmanın telaşıyla dört dönmeye başlamıştı. Şoför Rıza da kazayı kahvedeyken duymuş, soluğu hemen kazanın meydana geldiği köprüde almıştı.
Bir ara birden Zekai Bey’le göz göze gelen şoför Rıza gördükleri karşısında gözlerine inanamamış, hayretten donakalmıştı. Kendini toparlayıp yoldan geçen bir tırın aydınlattığı far yardımıyla biraz daha arabaya doğru yaklaştığında ise, durumun ne kadar vahim olduğunu anlamıştı.
Zekai bey yaralanmış; köprünün demirlerinden birinin ucu, tıpkı bir şiş gibi oğlu Murat’ın vücuduna geçmişti.
Başta kazanın şokunu üzerinden atamamış gibi görünen Zekai Bey, oğlunun cansız bedenini fark edince birden kendini yere atmış; “Gitti oğlum! Yaktın beni Cafer! Dediklerin çıktı Rıza dayı!” diye bağırmaya başlamış, yeri göğü inletmişti.
Herkes bağrış çığrış kazazedelere yardım için çırpınırken, şoför Rıza da bir yandan Zekai Bey’i hastaneye taşıyor bir yandan teselli etmeye çalışıyordu.
Orada bulunanlardan biri; kazaya neden olan aracın, geçen hafta Zekai Bey’in kendisine sürücü belgesi verdiği Cafer adında bir kişi tarafından kullanıldığını söyleyince, şoför Rıza hazin hazin başını salladı. Murat’ın, boynunu bükmüş şekilde sessizce uyur gibi duran cesedine bir kez daha baktı, dudaklarından şu sözler döküldü:
— Ah Zekai Beycim… Bir gün sana da dokunacağını söylediğim mızrağın ucu, buydu işte…
MESUT ÖZÜNLÜ
YORUMLAR
Hayatımızın acıtan bir realitesi ele alınmış hikayede.
Olayın vahametini hepimiz yakinen biliyoruz aslında ama,
nedendir bilinmez hiç kimse bu önemli meseleye eğilme zahmeti göstermiyor.
İşimize öyle geliyor galiba.
Sonuçta,
mızrağın ucu bir yerde geliyor, bizlere de dokunuyor.
Hem de çok acıtıyor ama,
iş işten geçmiş oluyor.
Önemli bir konuydu.
Güzel bir uyarı hikayesi idi.
Mesut Özünlü
mızrağın ucunu görmeden önlem almalıydı..... işte böyle usta kalem bu aç gözlülük inançsız insanlarda...
maalesef günümüzde böyle duyarsızlar öyle çok çoğalıyorlar ki....çok güzeldi saygılarımla