- 1203 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
ÇOCUK ESİRGEME KURUMU YUVASINDA GEÇEN YILLARIM...
’Annem babam vefat edince beni Yuvaya verdiler.
Yedi sekiz yaşlarındaydım,ufaktım neyin ne olduğunu bilecek yaşta değildim.
Üvey annem ve abilerim beni Çocuk Yuvasına verdiler.
Kendimi bir anda otobüse bindiğim gibi hiç tanımadığım bir şehirdeki yuvanın içinde buldum.
Annem de babamda yaşlılığa bağlı beyin kanaması,beyin felcinden öldüler.
Annem zihinsel engelliydi,saftı ev işlerini yapamazdı.
Babam ara işlerinde çalışan gün bulup gün yiyen bir adamdı,beni ve kardeşlerimi severdi.
Benim öz kardeşim de anı yuvaya verildi ama koğuşlarımız farklıydı.
***
Ben Samsundaki çocuk yuvasında kalırken yanıma hiç kimse gelmezdi.
Ellerde ne aileler var,başka çocukların emmisi,dayısı gelirdi ama benim hiç gelenim olmazdı.
Annem babamın ikinci hanımı,üvey abilerim var,benimle ilgilenmediler ,attılar yuvaya bir daha arayıp sormadılar.
Dokuz yaşımdan onsekiz yaşıma kadar yuvada kaldım ancak bir yada iki sefer memlekete geldim.
Beni ağbilerim yuvaya verdiler,yengemin kendi çocukları vardı bana ve ağbime bakmaya gönlü olmadı tabii.
Babamın ağbilerime ben ölürsem bunlara sahip çıkın dediğini hatırlıyorum.
Babam ölünce perişan olduk,ağbilerim evi yıkıp yerine araba garajı,tandırlık yaptılar.
Ağlayanın malı gülene fayda vermez .
Hocam Yetimin hakkını yemeyin demiyor mu Allah Kitabında..
Yurtta çok ağladım,geceleri yatağın içinde içli içli ağlardım,niye arayanım soranım yok derdim.
Yurttan kaçıp evine gitmesin diye uzak şehirlere gönderiyorlar kimsesiz çocukları Hocam..
Okulu beşe kadar zar zor ancak bitirebildim.
Beni manifaturacıya yerleştirdi yurdun müdürü.
Şehrin içinde yürüme gidilebilen bir iş merkezinin birinde bir manifaturacıya işe başladım.
Okuyamayanı yurtlarda işe yerleştiriyorlar Hocam bir meslek sanat sahibi olsun diye..
Mağazada getir götür işlerine bakıyordum.
İzne memleketime hiç gitmedim dedim ya kimin yanına gideceksin,istek olmayınca müdür bey kimseye para verip de ailesinin yanına göndermezdi.
***
Yurt müdürü burada baban da benim,anan da benim dedi .
Yurtta harçlık falan vermezlerdi Hocam.
Yurttasın elbette oranın da bir çok personeli var.
Haftada bir gün kızarmış tavuk çıkardı onu çok severdim.
Çok aç kaldığım günler oldu.
Nasıl aç kalmazsın sabah tabakta dört tane zeytin verirlerdi.
Orda çalışanlar evine mi götürürdü bilmiyorum.
Yurtları kötülemek istemem ,Yurdun sayesinde işe girdim Hocam.
Hafta sonu yurtta temizlik yaptırırlardı,ondan sonra bir kaç saat dışarı çıkar gezerdik.
Kendi gömleğimi kendim yıkardım leğende,kendim asardım.
Pantolonumu ceketimi yatağın altına koyup düzeltirdim.
Yatakhanede koğuş düzeni vardı,on onbeş kişi beraber kalırdık.
Çok sıkı disiplin vardı Yurtta,kaçan olursa hemen jandarmaya ,polise haber verirlerdi.
Çalıştığım yerin sahibi bana öğlen yemek vermezdi.
Öğlen yurda gidip yemeğimi yer geri işe dönerdim.
Patron bana para vermezdi beni oraya yerleştiren müdür mü alırdı bilmiyorum.
Okumayan bütün çocukları böyle iş yerlerine,dükkanlara dağıtır onları ara sıra gelip kontrol ederlerdi.
Allahın bugününe şükür bu Yurdun sayesinde işe girdim Hocam.
Yurtta kalıp da dışarı çıkan çocuklar eninde sonunda Devlet tarafından işe alınırlar.
Yurtta daha iyi okuyanlar da vardı.
Avukat,savcı,doktor olanlar olmuştu.
Dersaneye, okula gidip de ders alanlar çok başarılı oluyorlardı.
Bize para,harçlık vermezlerdi.
Elbise olarak da yurda gelen elbiseleri bize giydirirlerdi o zamanlar.
***
Yurtta bizden yaşca çok büyük çocuklar vardı..
Saçları sıfıra vurulurdu onların nedense..
Burunları, kaşları hep taze, pembe bir iz ya da kabuğu üzerinde yaralarla dolu olurdu.
Bakımsızlıktan kokarlardı.
Biz, hiçbirimiz istemezdik onlarla aynı odayı paylaşmayı..
Onlar bizi döverlerdi.
Beslenme çantalarımızı açar, paltolarımızın cebindeki paraları alırlardı. ’
Kötü’, ’pis’ ve ’arsız’ çocuklardı onlar.
Bize ’eziyet’eder; söz dinlemez, sürekli sınıfta kalırlardı.
Tembeldiler, başarısızdılar, haylazdılar...
Bizi döverlerdi.
Teneffüslerde aldığımız bir top kaymaklı dondurmayı ya da simiti koşarak gelip elimizden kapar bir hamlede yiyip bitirirlerdi.
İtiraz edemezdik.
Çünkü bizi döverlerdi."
***
İşte buydu ben on yaşındayken benim gözümdeki gerçek.
Yurt çocukları hep böyleydi.
Sevilmeyen çocuğun neler yaptığını, yapabileceğini bugün gören gözlerim daha o kadarcıkken dövülen çocuğun neler yapabileceğini biliyordu.
Haydar adlı çocuk çok büyüktü bizden .
Bizse ilkokul dördüncü sınıfın civcivleriydik.
Beslenme çantamdaki haşlanmış yumurtayı lop diye bir seferde atardı ağzına Haydar.
Kalemlerimi alır, atkımı boynuma takar, defterime tükürürdü.
***
O da bir yuva çocuğuydu halbuki benim gibi..
Ağlayarak akşam yuvada şikâyet ediyordum.
Haydar bir kaç gün bana iyi davranıyor sonra yine bana vurmaya beslenme çantamı yoklayıp içindekileri almaya devam ediyordu.
Baktım olacak gibi değil mutfaktaki aşçılara söyledim.
Onlar bir çözüm yolu buldular bana.
Çantama bir Haydar birde benim için ayrı beslenme koydular.
Yani iki beslenme götürdüm hergün okula.
Başka bir sırada sakladım onu Haydar görüp de almasın diye..
Bir daha öğlen aç kalmadım o günden sonra..
***
Eğer hiç Samsunda,Sinop’ta, Denizli’de, İstanbul’da, yaşadığınız şehirde ya da, bir çocuk yuvası ziyaret etmediyseniz bilemezsiniz.
Gitmek de bir zehir acısıdır orada kalmak da.
Ziyaretten sonra çürük içinde kalır insanın kolları.
Hırçın olur yuvalarda büyümeye çalışan o güzelim çocuklar.
Acıtırlar insanın canını. acıyan kalpleriyle, sev beni diye yalvaran gözleri ve dilleri acıtır her tarafınızı.
Lime lime olur ciğeriniz.
Bugün onların dayak yediklerini televizyondan izleyip ayağa kalkanlar bir kez olsun o çocukların kapılarından içeri girmemiştir.
Öte yandan bu yazının başındaki "yedi yaşındaki çocuğun" yorumuyla bakarlar olaylara.
Mesela sokak çocuklarının barınağı şehir dışında olsun isterler.
Yuva çocukları kendi çocuklarının okuduğu okula girmesin isterler.
Öfkeli, sevilmemiş yuva çocukları kendi huzurlu hayatlarının dışında olsun isterler.
Kendi çocukları bu "sevgisizlikten, şiddetten" etkilenmesin isterler.
Çünkü onlar bir tek kendi kapılarının önünü süpürür, en iyi domatesi kendi çocuğu yesin isterler.
Bu yüzden, göz gördükçe ağlayan yürekler içinde...
O çocuklar dayak yerler.
***
400 kişi bir Yurtta kalır mı Hocam.
Biz kalıyorduk,orada bazen kavgalar olurdu aramızda ama yurtta kavga eden çocuklar dışarda birbirlerini çok iyi tutarlardı.
Yurtta bir çok çalışan vardı.
Çalışanlar senden yararlanırlar tabii ki.
Berber terzi vardı mesela bizim elbiseleri dikmezlerdi,ben kendi söküğümü kendim dikerdim.
Yurtta sevgi yok,saygı yok,horlanma vardı.
Bakıcı anneler var ama kendi annen gibi sevmezdi ki Hocam.
Anne diye baba diye sarılacak biri yok arama.
Yurt çocuğunun yüzü soğuk,bağrı yanık,bir tarafı her zaman eksik olur Hocam.
Mahallede bir yerde şenlik var,düğün var,kazanlarla et pişiyordu kendileri gidip yerler biz yiyemezdik.
Yurdun karşısına spor salonu yaptılar kendileri gidip top,voleybol oynardılar biz öylece uzaktan bakardık götürmezlerdi.
Kaldığım yurdu ,dokuz senemin geçtiği şehri bir görmek istiyorum ama bir türlü gidemedim inşallah bir gün gidip görmek istiyorum.
Eli boş gidilmez ki,bir şeyler götürmek lazım.
Kaldığım yurdun karşısına o zamanlar büyük bir kubbeli camii yapıyorlardı yirmi sene geçti aradan bitmiştir çoktan onu da merak ediyorum.
***
Abim onsekiz yaşına girince müdür haydi yaşın doldu sen evine gideceksin dedi.
Yurt müdürünün odasına çayına kahvesine temizliğine bakıyordu.
Sen gideceksin ki yerine devlet başkasını yerleştirecek.
Abimin aldığı parayı bana verdiler.
Abim eve dönünce bunalıma girdi,parklarda bankamatiklerde yatıyormuş Hocam.
Eve almadılar çok içler acısı durum.
26 yaşında vefat etti bakımsızlıktan bir yerde..
Birgün Müdür bey bana da senin yaşın doldu sende memleketine gideceksin dedi.
Müdürüm gidecek yerim yok dedim.
Orada bir dur bakalım dedi.
Eline valizini al git dedi.
Valizimi elime aldım geriye arkama on yıl kaldığım Yurda bakıyordum.
Biraz boş gezdim sokaklarda bir kaç ay sonra yazı geldi.
Sağlık Bakanlığında müstahdem olarak gireceksin dediler bir sınav uygulama derken işe yerleşmiş olduk.
O gün bu gündür çalışıyorum Hocam..’
***
Yurtta kalan bir yetişkinin anıları:
...Temmuz günü ...ilçesindeki ...Köyü’nde doğmuşum. 1966′nın Şubat ayında ticaret yapan babamın trafik kazasında vefat etmesinin ardından annemin üç çocuğuyla birlikte bakıma muhtaç hale gelmesi üzerine, köy muhtarının yönlendirmesi sonucunda dedem bizleri Çocuk Esirgeme Kurumu’nun çocuk yuvasına vermiş, devlet koruması altına aldırmış.
O zaman iki buçuk yaşında olduğum için tüm ayrıntıları hatırlayamıyorum ama o günden aklımda kalan tek şey, köyümüzün yaylasından çocuk yuvasına götürülürken heybenin bir gözüne taş koymaları, bir gözüne de beni oturtmaları.
Devlet koruması altına girdiğimde iki buçuk yaşında olduğum için ilk günlerimizi hatırlamıyorum. Sonrasında hatırladığım her olay ise hafızama adeta kazılarak yazıldığı için unutmam mümkün değil. Öncelikle çocuksunuz.
Mesela banyoları hiç unutmadım. Önce topluca üzerimizi soyarlardı; sıraya geçerdik ve anneler bizi yıkardı. Sabundan gözlerimiz yandığı için gözlerimizi açamazdık. Yıkandığımız suyun sıcaklığından canımızın yandığını bile söylemeye korkardık.
Gece yatma zamanı gelince birbirimizi teselli ederdik. Anlamını veremediğimiz dualar okurduk. Topluca yatırılırdık ve uyuyabilmek için bütün çocuklar yorganı başlarının üstüne çekmeleri gerekiyordu. Çoğumuz karanlıktan korkardık çünkü ışıklar açılmazdı.
Bir gün başparmağımın yaylı bir kapı olan bahçe kapısına sıkıştığını hatırlıyorum ama ne kadar ağladığımı veya parmağımın ne kadar süre içinde iyileştiğini hatırlamıyorum. Fakat şunu iyi biliyorum ki baş parmağımın şekli değişecek kadar yaralanmıştı.
Bahçede çok oynadığımızdan mıdır nedir, ellerimiz hep çatlardı. Bunun için yemekhanenin önüne bir kova sıcak su koyarlar ve biz de ellerimizi onun içine sokardık. Sonra yemek yemeğe giderdik.
Oyun salonumuz vardı ama oyuncaklarımız yoktu. Oyuncak yerine tahtadan yapılma kare, üçgen, dikdörtgen ve benzeri ahşap parçalarla oynardık.
En mutlu olduğumuz zamanlar bu anlardı. Neden derseniz, yerler halı kaplıydı ve yere oturarak oynardık. Anlayacağınız halı üzerine oturmayı çok özlerdik.
İki yaşından yedi yaşına kadar hatırladıklarım bunlar ama benim için hatırlamadıklarım da çok önemlidir:
Beş yıl kaldığım yuvada acaba kaç sefer ateşlendim.
Hasta oldum mu, olduysam kim bana baktı?
Yatağımı ıslattım mı, ıslattıysam bana nasıl davranıldı?
Sevgi nedir, şımarmak nedir? Bu süreçte isteklerim oldu mu, olduysa nasıl karşılandı?
Çocukluğumu hatırlamak istiyorum ama benim için tamamen karanlık bir sayfa çıkıyor karşıma. Sizce ben çocukluğumu yaşadım mı?Artık ben bir babayım. Oğlumun ve kızımın bana davranışlarını ben kime yaptım…
Yedi yaşına geldiğimde, çocuk yuvasından çıkarılıp büyük ağabeylerin kaldığı, 7-18 yaşındakilerin kaldığı merkez yetiştirme yurtlarına gönderildim.
Burası çok farklıydı. Yurda ilk geldiğinizde size bir sıra numarası veriyorlar. Benimki 583 Mürsel Gökcen’di. Daha sonra temiz iç çamaşırı, gömlek ve ayakkabı veriyorlar.
Arkasından topluca banyo yapılıyor ama burada anneler yok. Artık büyüksünüz, kendiniz yıkanacaksınız. Yaşım yedi. Nasıl yapacaksam… Yurt kardeşlerimle yardımlaşarak bunun üstesinden geldim.
Yurtta mıntıka temizliği vardı. Yattığınız yatağı da çok güzel yapmalıydınız. Yoksa karşılığında ceza vardı. Yurtta farklı ağabeyler de vardı. Sizi koruyanlar olurdu.
Yurtlar genelde şehir dışına yapılırdı. Onun için bakkal da yoktu ve bazı ağabeyler şehir merkezine gider, elma, portakal ve diğer meyvelerden alıp para karşılığı bize satarlardı...
Kocatepe İlkokulu’na yazılmıştık. Okula topluca, ikişerli sıra halinde giderdik. Nedense saç tıraşımız üç numara olduğundan “yurtlu çocuklar” olarak her yerde bilinirdik.
Hem teknik düzeyde hem de duygusal anlamda zorlandığım anlar çok oldu. Aslında bizleri en çok yıpratan konuların başında gelir bu soru.
Okula başlarsınız. İlk soru: “Baban ne iş yapıyor? Kendini tanıt; annen ve baban ne işle meşguller? Eviniz hangi mahallede? Kaç kardeşsiniz?” gibi bizim için cevaplanması en zor sorular çıkar karşınıza.
Çocukluğumdaki bu sorular, evlenirken veya hayatımın diğer evrelerinde yine hep karşıma çıktı. Bunlarla baş edemeyenler olduğu gibi, hala bu soruların yanıtlarına karşı savaşanlar da var. Bu bizleri duygusal olarak çok yıpratıyor.
Eğitim konusunda teknik sıkıntılarımız da olurdu. İlkokulda kitaplarımız ve defterlerimiz ödenek ve ihaleler nedeniyle en sona kalırdı. Ekstra olanlar alınmazdı. Boyama kitabı, pastel boya, sulu boya, cetvel gibi malzemeleri, yazın çalışarak biriktirdiklerimizden alırdık.
Tabii yaramazlık da yapardık. Mesela ben çok yaramazdım. Neden böyleydim? Belki de şımarma ihtiyacı duyuyordum ama beni anlayan yoktu. Yurtlarda toplu ödül yoktu ama toplu ceza verilirdi.
En sevmediğim noktalar ise, okullarda bize “yurtlu” denmesi ve ayrımcılık yapılmasıydı. Okullarda topluca gidilen piknikler bizim için ızdırap olurdu ve sıkıntılı geçerdi çünkü oralara götürebileceğimiz bir şeyimiz yoktu.
Yerli malı haftası kutlanırken yerle bir olurduk çünkü masalara yiyecekler konulur, bizleri de öğretmenlerimiz başka bir köşeye yerleştirir, “Bu çocuk da buraya otursun” derlerdi. İşte yıkıldığımız an bu andı.
Okullardaki kantinler de bizim için değişikti. İlkokulda hiç kantinden bir şey almazdık. O yüzden kantinler bana hep faklı gelmiştir. Bir de topluca bit kontrolü yapılırdı. Hasta olduğumuz, yataktan kalkamadığımız zaman inanılırdı.
Yurt hayatına adapte olabilmek için ilkokul dördüncü sınıftan itibaren yaz aylarında ve okul çıkışlarında çalıştım; kazandıklarımı ise yurttan olmayanlara yetişebilmek için harcadım.
Ayaklarımın üzerinde tek başıma duracağımı 10 yaşında anladım. Artık bir adım ötesini önceden düşünmek zorundaydım. Aslında bizleri “hayatta ikinci bir şansı olmayanlar” olarak tabir edebilirim.
Yurt da topluca, yaklaşık 30 kişi, ilkokulu birlikte bitirdik. İçimizden sadece altı kişi ortaokula yazdırıldı. Yurtlarda ortaokula yazılabilmen için çok başarılı olman gerekiyor; derslerinin hepsinin pekiyi olması lazım. Yoksa ortaokula yazılamazsın.
Hiç unutmam bir arkadaşımın resmi çok güzeldi. Derecesi iyi olmadığından ortaokula gidemedi. Onun yerine en yakın oto boyacıya girdi ve Afyon’un bir numaralı otoboyacısı oldu.
Fen Bilgisi öğretmenim, ortaokuldayken “Üniversiteyi düşünen var mı aranızda?” diye sormuştu. Ben de parmak kaldırmıştım ve bana nedenini sorduğunda “Üniversite okumaktan başka çarem yok çünkü” demiştim.
Kendimizi geliştirmekten ziyade, daha çok “Hayata nasıl tutunabilirim” diye düşünüyorduk hep. Hayat insanı böyle böyle olgunlaştırıyor.
Devlet koruması altındayken bir an önce hayata atılmamız konusunda teşvik ediliyorduk. Bazen de istemediğimiz yönlere savruluyorduk eğitim açısından.
Örneğin; sanat okuluna hiç girmeyi düşünmezken, zorla sınavlarına sokuldum ve bir süre gitmek zorunda kaldım. Afyon’daki bir hayırseverin yardımlarıyla, bir süre sonra istediğim okula girebildim. Hayatımın dönüm noktası da işte buydu.
Maalesef kendimi geliştirecek fırsatları bulamadım ama şunu biliyordum ki hayata tutunabilmem için mutlaka üniversiteyi kazanmam gerekiyordu. Bunun için planlarımı yaptım. Her ne kadar uygulamada sıkıntılar çıksa da hedefime ulaşmayı başardım.
Kendimi en çok spor alanında geliştirme imkanı buldum. Amatör düzeyde futbol, atletizm ve masa tenisinde başarılarım oldu. Zaten devlet korumasındaki bir çocuğun özgüveninin gelişebilmesi için spor çok önemliydi.
Hep hayatla yarış halinde oldum ve hayata tutunmak için inadına mücadele ettim.
Ben yurttaki herkesi ailem gibi gördüm çünkü her biriyle en az beş yıl beraber yaşadık. Biz ilgi ve sevgiye her zaman ihtiyaç duyduğumuzdan, sevgi neredeyse biz de her seferinde ona yöneliyoruz.
Yurtlarda çalışanların bir çoğunu da bu şekilde görüyoruz.
Şu anda irtibatta olduğum, hatta ailece görüştüğüm, beraber gülüp beraber ağladığım birçok kişi var. Her yıl bir kez mutlaka buluştuğumuz kişiler de var çünkü biz Türkiye’nin en büyük ailesiyiz.
Şu anda devlet korumasında kalan ve devlet korumasından ayrılan kardeşlerimizin Konya’da kurduğu Konya Yetiştirme Yurtlarından Ayrılanlar Derneği’nin (Konyurtayder) başkanlığını yürütüyorum.
Zayıf kaldığım konular da mutlaka vardır ama ben daha çok sahip olduklarımın etkisini bilerek hareket ettiğimden, mücadele ruhumun ağır basmasından dolayı zayıf kaldığım konulardan çok yetersiz ve çaresiz kaldığım konular olduğunu düşünüyorum.
İnsanlara yardımcı olmaya çalışırken, benden kaynaklanmayan nedenlerden dolayı yetersiz kaldığımı hissediyor üzüntü duyuyorum.
Alıntı..
***
Yukardaki satırlar yuttta kalmış biriyle yaptığım bir sohbette dinleyerek zihnimde kalanları kaleme aldım.
Gerçek hayattan alınmış bir kesit diyebiliriz.
O günlerde buraları bu şekildeydi..
Şimdi Çocuk Islah Evleri,çocuk Yuvaları çok değişti,gelişti biliyorum..
Çocuklar daha modern koşullarda barındırılıyorlar..
Ev ve aile ortamı olsun diye adına Sevgi Evleri denilen dairelerde bakıcı ve daire yöneticisi eşliğinde beş on çocuk kalıyorlar.
Bu yuvalarda kalan çocuklarımıza daha güzel,kendi çocuğumuz gibi davranalım.
Onları hayata kazandıralım.
Unutmayalım onlar bir yetim,bir öksüz onların sahibi Hz.Allah cc.
Allah çocuklarımıza akıl,zihin açıklığı,onları büyüten yetkililerimize de sabır ve hoşgörü versin diyorum..
28.03.2015//KIRIKKALE
HİDAYET DOĞAN OSMANOĞLU
YORUMLAR
Çocuklar için yapılacak olan şeylerin başında gelen, sadece şefkat, samimiyet ve moral vermekten ibaret insani değerlerin azlığından ve/veya yokluğundan gocunmayan bir kültürün ne kadar (insanca) kültür olduğu, zamanüstü bir hassasiyet bağlamında sorgulanır, sorgulanmalıdır...
'Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için' şiarının, ilk önce hatırlatacağı kesimdir çocuklar...
Reklamlarda gördüğümüz sağlıklı, mutlu çocuklara karşın, başka bir gezegenin yaratıkları gibi baktığımız çocukların varlığı, kalkınmışlık göstergelerinin en gerçekçi olanıdır...
Her şeyin tek bir sahibi olduğuna inanıyorsak, bu durumdan dolayı bu dünyada çekmemiz gereken azabın, ahiretteki azaptan daha az olmaması gerektiğini anlamış olmalıyız...
Saygılarımla.