- 521 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Çıkmaz Sokak.
Sabahtan beri yağan kar epeyce birikmiş, yollar kapanmıştı. Caddelerde tek tük otomobiller karda zorlanarak ilerlemeye çalışıyor, kimisi gidemiyor, yoldan geçenler sürücülere yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Artık hava da kararmış, mesailer bitmiş ve eve gitme telaşı başlamıştı kent sakinlerinde. Eski bir alışkanlık yada ihtiyat duygusuyla olsa gerek, böyle havalarda fırınların önünde kuyruklar oluşur, insanlar birkaç günlük somunlarını tedarik etme telaşına düşerlerdi. Bugün de öyleydi; fırınlara giren insanlar bir çuval dolusu ekmekle evlerinin yolunu tutuyorlardı. İşte böyle sessizce yağan karın altında, bu küçük Anadolu kentinin telaşı yaşanıyordu…
İnsanlardan ve telaştan uzak, sakinlik arayan kahramanımız, kentin üst taraflarındaki mahallelere doğru yürümeye başladı. Aslında bu kentte evi yoktu! Buralı da değildi. Yıllar önce burada üniversiteyi okumuş, eşiyle burada tanışmıştı. Dün akşam ağır bir melankoli sonucunda soluğu, yaşadığı o büyük kentin terminalinde almış ve ilk otobüsle sabahın köründe bu kente varmıştı! Şimdi bu sokaklarda, o zamanlar sadece arkadaşı olan eşiyle geçirdiği o günleri arıyordu. Eski zaman yaşanmışlıklarının izini sürmeyi, o günlere geri gidebilmeyi istiyordu aslında…
Eski evlerin arasından yavaş yavaş ilerliyor, ara sokakların tenhalığı O’na huzur veriyordu. Artık sesler ve telaşlar kesilmiş, sadece uzaklardan yankılanan sokak köpeklerinin havlamaları, kamyon klaksonları ve sanki kar tanelerinin umarsız süzülüşlerinin sesleri duyuluyordu. Lapa lapa yağan karın üstünde az önce buralardan geçmiş olan insanların ayak izleri seçiliyordu. Bir an durdu ve arkasına baktı; tarihi kent artık aşağıdaydı ve ışıl ışıl ışık saçıyordu. Kar tanelerinin arasından kenti seyretti bir süre. Kentin tam ortasından geçen ana caddeye baktı. Yolda kalmış arabaların ışıkları ve ilerleyemeyen kamyon trafiği dikkatini çekmişti. Bu cadde, Anadolu’nun birçok şehrini İstanbul’a bağlayan önemli bir yol üzerindeydi. Normal günlerde Anadolu’dan İstanbul’a sebze, meyve, canlı hayvan ve diğer birçok şeyi taşıyan kamyonlar bu caddeden gürültüyle ve klakson çalarak geçerler, peşlerinde toz ve dumanlarını bırakırlardı. Kent sakinleri bundan rahatsız olurlardı ama esnaf memnundu. İşte o kamyonlardan bazıları kar nedeniyle bu cadde üzerinde kalmışlar, ilerleyemiyorlardı. Sıra sıra dizilmişler ve ara ara o gürültülü klaksonları duyuluyordu. Kamyoncuları düşündü; onlar da evsizdi bu gece kendisi gibi… Bu işe tebessüm etti nedense! Keyif almıştı tüm bu olan bitenden. Gece boyunca bindirecek olan kar yağışı sabah olduğunda aşağıdaki kargaşayı daha da arttıracaktı. “Yarın herkes burada, kimse biryere gidemez, ben de öyle!” diye düşündü.
Sonra kentin dışında, uzaktaki üniversitenin kampüsünü aradı gözleri. Sadece ışıklarını görüyor, kar tanelerinden pek bir şey seçemiyordu. Yıllar önce, her sabah oraya gidişlerini hatırladı bir an! Sayısız kere! Sahi, kaç yıl olmuştu mezun olalı? 14 sene olmuştu ve bu sürede buraya hiç gelmemişti! Oysa ki eşiyle hep tekrar gelmeyi planlamışlardı kaç sefer. Hep bir takım engeller çıkmış, bir şeyler mani olmuştu buna! Olmamıştı, kısacası!
Döndü ve yürümeye devam etti. Birkaç sokak daha ilerledi ve kenti çevreleyen tepenin sonuna geldiğini gördü. Artık evler seyrelmeye başlamış ve karşı dağın yamacındaki Abbaslık Köyü’nün ışıkları görünmeye başlamıştı. Sağına soluna baktı. Karar veremedi nereden gideceğine. Ancak cılız sokak lambasının ışığıyla okunabilen eski, paslanmış, küçük bir sokak tabelası dikkatini çekti: Terakki Çıkmazı!
Terakki Çıkmazı’nda ilerlemeye karar verdi! Ne de olsa terakki, ilerleme demekti! Düşündü; bir çıkmaz sokağa verilecek son isim, bu olabilirdi! Bu memleket ne garipliklere sahipti böyle; her sokağı her mahallesi ayrı bir öykü...
Eski, kerpiçten örülmüş, kireçle boyanmış, sıra sıra, adeta bir kent dokusu oluşturan evleri seyrederek ilerlemeye başladı. Birkaç metre sonra bacası homur homur tüten, geniş ve ahşap pencereli bir evin önünde durdu! İçeriden sarı bir ışık süzülüyor, beyaz perdenin arkasında gölgeler hareket ediyordu. Gölgeler hareket ettikçe de çanak çömlek sesleri duyuluyordu. Bir ara:
-Hadi Hanım! Nerede kaldı çorba? Diyen bir ses duydu belli belirsiz!
Kadının cevap vermesini bekledi ama duymadı bir şey! Yağan karın altında öylece duruyordu şimdi. Bir süre böyle dikildi, evdeki sesleri dinlemeye koyuldu: Televizyonda haberleri, çocukların yaramazlıklarını ve babanın yemek, annenin sofra telaşını… Sanki içlerindeydi, onlarla beraberdi, bir tabak çorba da O’na doldurmuşlardı… Birden, eşi düştü içine! O; sevdiği tek insan, ilk ve son aşkı, umudu, mutluluğu, her şeyi olan! O da, burada olmalıydı bu gece; yıllar önceki gibi kimselere görünmemek için bu kenar ve tenha sokaklarda elele yürümeli ve gelecek planları yapmalıydılar. Eşi mühendis, kendisi de psikolog olduktan sonra evlenmeliydiler… O zamanlar henüz sokakta satılan bozayı, “bouzaa” diye bağırarak satan bozacıdan yine içmeli ve dudaklarda bıraktığı o tarçınlı, ekşimsi tadı, tatlı bir öpücükle tamamlamalıydılar… Ama O, yoktu! Olamazdı da! Artık sadece -işte bu geceki gibi- anılarıyla hayattaydı. Bedeni ise iki sene önce böyle soğuk bir kış günü kimselerin bilemediği uzaklara kanatlanıp gitmişti… Çiçekler ve ışıklar içindeydi ama, ne de olsa O…
Hüzün tam içindeki fırtınayı koparacak, tam dolu dolu olan gözlerini akışına bırakacaktı ki, o sırada sokağa bir adam girdi. Ağzında sigarası, kardan bembeyaz olmuş siyah boy paltosunun cebinde elleri ve hızlı adımlarla O’na doğru yaklaşıyordu! Sonra, adam karşısında durunca göz göze geldiler! İkisi de tedirgin olmuştu! Sessizliği bozan boy paltolu adam oldu:
-Bayan!
-!!!
-Ne dikiliyorsunuz burada Bayan? Bir şey mi arıyorsunuz?
O, bu sorunun geleceğini tahmin etmişti! Evin penceresine döndü ve gözyaşlarını özgür bırakarak:
-Evet! Eskilerimi ve burada bıraktıklarımı arıyorum!
Dedi…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.