- 482 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Usul Usul Isıtmalı
Hava kapalı… Bir kuş cıvıldamalı şimdi… Sen ordasın, bunu anlatmalı söylediği güneşli şarkı… Sen orda mısın sahi?! Ben hep burda, sensizliğin olduğu bu yerde, üşümelerde… Balkonu yıkıyor yine Semiha Hanım. Öğle saatlerinin sessizliğinde nasıl da şarıl şarıl bir gümbürtüyle akıyor kovadan döktüğü sular... Şelaleler akıtıyor sanki içime doğru.
İyi biri Semiha Hanım… Yüzü güneşli, elleri sıcacık kadınlardan… Kızı okuldan döndüğünde kurabiye kokularıyla buyur eden içeri; sevgiyi, aşinalığı laçkalaştırmadan, karşısındakini her neyse o olarak görebilmesini sağlayan o bakışı hep aynı şekilde koruyan büyük bir titizlikle… Kızı ortaokula bu yıl başladı daha. İki yandan örgülü saçlarını savurup duruyor her tür rüzgâra karşı. Biraz büyüyünce ona çok daha fazla lazım olacak bu saçlar, daha doğrusu onlar aracılığıyla ifade ettiği şey: Hayata karşı bu güçlü duruş…
Ben hiç iki yandan örmedim saçlarımı. Daha doğrusu ören bir annem olmadı. O yaşlarda kızların saçlarını ne yapacağına daha çok anneler karar verir çünkü. Belki annem o zamanlardan biliyordu: Saçımın şekli onun bana giydirdiği kimliği ele veren en baş şeylerden biri… O bir ukalalık, bir çeşit büyüklenme gördü belki de iki yana salınmasında saçların. Hanım hanımcık, tatlı kız imgesine ters bir görünüm gördü onlarda.
Annem de iyi biri… Altın bir kalbi var. Ama biraz da güçlü olsaydı keşke… Bana güçlü durmayı öğretebilecek bir dolu sahne olsaydı belleğinde… Bana anlatmayı çok sevdiği “geçmiş”iyle benim şimdime dokunabilse, yaralarımı onarıp “düşmekten korkma, ben varım” diyebilseydi…
Nazlı nazenin yetişmişti o da benim gibi. Rüzgârsız, emin bir yerde bir koza örmüştü kendine. Dışarıdaki çığlıkları duyamayacak kadar uzun zaman içeride kalmıştı. Sigara böreği kızartıyor, ev denen evrenin bitmeyen işleriyle duvarını bir kat daha kalınlaştırıyordu dışarıdaki rüzgâra karşı. Belki de en doğrusunu yapıyordu bu şekilde. Eğer içeride mutluysa ne gereği vardı ki ait olmadığı bir yere –dışarıya- ilişkin şeylere kulak kabartmasının?! Ama bu bakış açısını yanlış hale getiren bir şey vardı maalesef: Kızı, yani ben…
Ben dışarı çıkmak zorundaydım maalesef. Hiç tanımadığım, bana varlığından hiç söz edilmeyen o sert rüzgârlarla tüm acemiliğimle cebelleşip duruyordum. Sudan çıkmış balığa dönmüş, güç bela atıyordum kendimi evimin kapısından içeri. Dışarıyı def eden her ne varsa tutunuyordum ona. Poğaça kokusuna sığınıyordum o alaylı kahkahalar atan kız aklıma gelince.
Yavaş yürüyordum ben. Adımlarına yetişemiyordum bir türlü okuldaki kızların. Bu özelliğimin uzun süre rüzgârsız kalmamla bir ilgisi olduğuna dair bir sezgi vardı içimde. Okula başlamadan önceki evrede o kadar az dışarı çıkmış, içeride o kadar çok kalmıştım ki börek kokuları sinmişti üzerime. Yaşıtlarımla bir arada vakit geçirmeme yönelik sahnelerse o kadar azdı ki! Annemin adımlarına uydurmaya alışmıştım adımlarımı. Bu yüzden hep geride kalıyordum arkadaşlarımdan.
Belki sen de bu yüzden bıraktın beni. Hayatı koklamak istedin üzerimde, yemek kokuları değil. Başta bu farklılığım, hayatın dokunmadığı insanlara mahsus bakışlarım, ürkekliğim sana sevimli geldi. Yeni bir şeyler buldun bende. Ama her yeni şey gibi o da (yani ben) çok geçmeden eskidi. Üstelik hayatında tutmak isteyeceğin kadar güçlü bir bağ da kuramamıştın onla. Bu yüzden sen de atılması gereken eskiler arasına koydun. Suçlamak için söylemiyorum bunları.
Bir serçe cıvıldamaya başladı az önce. Sen ordasın, bunu söylüyor şarkısıyla. Güneş de orda… Az önce aralandı bulutlar. Zihnimdekiler de öyle… Şimdi ordaki şeyleri çok net görebiliyorum. Çok yorulduğumu görüyorum mesela. Aylardır sana yetişmeye çalışan adımlarımı… Yüzümü görüyorum sonra. Sana ayak uydurayım derken ne hallere soktuğumu kendimi… O yüz hiçbir şey söylemiyor bana dair. Öyle bir hengâmeye kaptırmış ki kendini, sana yetişmek, senin dünyandan biri olmak onun için o kadar önemli ki; ben diye bir şey kalmamış hiçbir noktasında. Aylar önce almayı düşündüğüm bir kitap vardı, adını bir kez bile hatırlamak gümbürtülere boğardı kalbimi. O kitap yok şimdi o yüzün hiçbir yerinde. Kalabalık meydanlar yok, yerde yürüyen güvercinlere ekmek atan çocuklar, gölde süzülen kuğular… Yüzüme güneş getiren her ne varsa silinmiş gitmiş.
Sen de onlardan birisin. Serçenin söylediği şarkıda var olanlardan… Orda kalmalısın bu yüzden. Çünkü yanımdayken onlardan biri olmaktan çıkıyor, bambaşka bir şeye dönüşüyorsun. Hayatın sert rüzgârlarından biri oluyorsun sen de okuldaki o kızlar gibi… Adımlarım yavaş diye alay eden benle… Oysa sen onlar gibi değilsin, bunu çok iyi biliyorum ben. Sadece yadırgıyorsun hayata uymayan yanlarımı. İkide bir ayağı sürçen birinin yere kapaklanmasından korkar gibi, beni hayattan sakınmak zorunda hissediyorsun kendini. Sen böyle hayata karşı korumaya çalışırken beni; gözlerinde aradığımdan çok farklı bir duyguyla çarpıyor kalbin. Bu da çok canımı yakıyor benim. Şefkatin o kızların alaylı kahkahalarından çok daha sert bir rüzgâr oluyor bana. Âşık değilim sana diyor gözlerindeki o duygu.
Bu yüzden hep uzakta kalmalısın sen. Sensizlik şimdiki gibi hafif hafif esmeli üzerime… Tatlı bir üşüme gelmeli içime, belli belirsiz… Seni hatırlatan bir ürperiş, orda olduğunu söyleyen… Güneşi getiren yüzüme, gölde süzülen kuğular gibi… Bir yandan üşütürken bir yandan da usul usul ısıtan bir rüzgâr…