- 752 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ATATÜRK DE İSTESEYDİ!..
Siz, evet siz!..
Varsa şayet tarih bilginiz, şöyle bir anımsayınız…
Ardından da Venizelos’u hatırlayınız
(23 Ağustos 1864 - 18 Mart 1936) Yunanistan’ın eski başbakanı, Megali İdea: Büyük Fikrin (Anadolu ile Yunanistan’ı birleştirmek, büyük Yunanistan’ı kurmak) mimarı ve modern Yunanistan’ın en önemli siyasetçilerinden biriydi.
1864 yılında o zamanlar bir Osmanlı toprağı olan Girit adasındaki Hanya şehrinde doğdu. Hukuk öğrenimi gördü. Girit’in Yunanistan’a katılmasını amaçlayan ayaklanmaları düzenledi. 1898 yılında Girit komiserliğine atanan Prens Georgios’u düşürdükten sonra, yüksek komiser yardımcılığını elde etti.
1910’da Yunanistan’daki askeri yönetimin başkanlığına getirilen Venizelos, Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ ile kurduğu Balkan Birliğinin desteğiyle, Osmanlı İmparatorluğu’na açtığı savaşta, Girit’in 1913’de Yunanistan’a bağlanmasını sağladı. Osmanlıdan aldığı toprakları kaybetme korkusuyla, I. Dünya Savaşı’nda tarafsız kalmayı tercih etti. Ancak, İtilâf Devletleri’nin verdiği teminatla, Çanakkale’ye kuvvet göndermeye kalkışınca, Kral Konstantinos tarafından istifaya zorlandı (1915).
Aynı yıl yapılan seçimlerle tekrar iktidara geldi. Fakat Sırbistan’ın yanında savaşa girme kararı, ikinci kez görevinden uzaklaştırılmasına sebep oldu. 1916 yılında Selanik’te muhalif bir hükümet kurdu ve ancak 1917 yılında Konstantinos’un tahtı bırakmasından sonra Yunanistan’a dönebildi. I. Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan Nöyyi ve Sevr Antlaşmaları’yla sağladığı topraklarla, 1918 muhtırasında belirttiği Megali Idea’yı gerçekleştiremeyince, İngilizlerin desteğiyle 1920 yılında Türkiye ile savaşa girdi… Bizans adeta yarım kalan bir kavgayı tamamlamak üzere asırlar öncesinden çıkıp gelmiş, Osmanlı’nın taht şehrini sanki altı yüz sene öncesine dönüştürmüştü…
Haziran 1920’de başlayan büyük taarruzla birlikte 8 Temmuz’da Yunan askerleri Bursa’ya girdiklerinde başlarında bulunan, bu Venizelos’un oğlu Sofokles, yanına bir fotoğrafçı da alarak, bir manga askerle birlikte Osman Gazi’nin türbesine yöneldi. Saldırırcasına türbe kapısına yüklenmiş ve tahta kapının devrilmesiyle birlikte Sofokles önde, fotoğrafçı arkada türbeye girmişlerdi.
Sofokles, sandukanın yanına gelerek önce askeriyle beraber bir içki âlemi tertiplemiş, sonra da iyice kendinden geçtiği bir esnada, sandukaya üst üste üç tekme savurmuştu.
Ardından kılıcını, düşmanına doğru hamle yapar gibi sallayarak küfürle karışık şu narayı atmıştı: Kalk ey koca sarıklı, koca Osman! Kalk da torunlarının halini gör! Kurduğun devleti yıktık. Seni öldürmeye geldim.
Bir müddet daha türbenin içinde kılıcını sallayarak dolaştıktan sonra, ayağını sandukanın üzerine koyup kılıcına dayanarak fotoğrafçıya şöyle seslenmişti: Çek bakalım bir Bursa hatırası…
Sofokles, fotoğrafı Atina’ya gönderirken arkasına ise şu satırları yazmıştı: Ordularımız Bursa’ya hâkimdir. Şu anda Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman, ayaklarımın altındadır. Bizans’ın intikamını aldım.
Bir Ramazan günü gönderilen bu mesaj, daha sonraları Anadolu’nun “Kuvayımilliye Ruhu” ile donanmış sinesinde coşkun bir sele dönüşüp onu ve beraberindekileri Ege’nin serin sularına dökecekti.
Bu haberler Türk basınında da yankı buluyordu. Bütün ülke kan ağlıyordu. Artık Yunan orduları Ankara üzerine saldırıya geçmişlerdi. Şehirlerimiz birer birer el değiştiriyordu. Ordularımız Sakarya’nın doğusuna çekilmeye başlamışlardı. Yunan yanlısı Batı basınında, hemen her gün manşetten verilen savaş haberleri ile bütün dünyanın gözü Ankara’ya çevrilmişti.
Bu acı olayların haberi bütün vatan sathına dalga dalga ulaştığında, Burdur mebusu olan Mehmet Akif Ersoy’un oğlu Emin Ersoy, çekilen çileleri, sonraları yayınlanan hatıralarında çarpıcı bir şekilde naklederken, babasının Bülbül isimli şiiri bir gecede, sabaha kadar ağlayarak yazdığını söyler.
İşte Akif’in tarihimize yapılan bu hain saldırıya karşı, gözyaşlarıyla yazdığı, Osman Gazi’nin kabrine yapılan saygısızlığı da anlatan dizeleri şöyledir:
Eşin var, aşiyanın var, baharın var ki beklerdin;
Kıyametler koparmak neydi ey bülbül, nedir derdin?
O Zümrüt tahta kondun, bir semavi saltanat kurdun;
Cihanın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun,
Bugün bir yemyeşil vadi, yarın bir kıpkızıl Gülşen,
Gezersin, hanümanın şen, için şen, kâinatın şen.
Hazansız bir zemin isterse, şayet ruh-i ser-bazı,
Ufuklar, bu’d-i mutlaklar bütün mahkûm-i pervazın.
Değil bir kayda sığmazsın, kanatlandın mı, eb’ada;
Hayatın en muhayyel gayedir ahrara dünyada,
Neden öyleyse matemlerle eyyamın perişandır?
Niçin bir damlacık göğsünde bir umman huruşandır?
Hayır, matem senin hakkın değil… Matem benim hakkım;
Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez afakım!
Teselliden nasibim yok, hazan ağlar baharımda;
Bugün bir hanümansız serseriyim öz diyarımda!
Ne hüsrandır ki: Şark’ın ben vefasız, kansız evladı,
Serapa Garba çiğnettim de çıktım hak-i ecdadı!
Hayalimden geçerken şimdi, fikrim herc-ü merc oldu,
Selahaddin-i Eyyubi’lerin, Fatih’lerin yurdu.
Ne zillettir ki Nakus inlesin beyninde Osman’ın;
Ezan sussun, fezalardan silinsin yâdı Mevla’nın!
Ne hicrandır ki: en şevketli bir mazi serap olsun;
O kudretler, o satvetler harap olsun, türap olsun!
Çökük bir kubbe kalsın mabedinden Yıldırım Han’ın;
Şenaatlerle çiğnensin muazzam kabri Orhan’ın!
Ne haybettir ki vahdetgahı dinin devrilip, taş taş,
Sürünsün şimdi milyonlarca me’vasız kalan dindaş!
Yıkılmış hanümanlar yerde işkenceler altında kıvransın;
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce doğransın!
Dolaşsın, sonra, İslam’ın haremgahında na-mahrem…
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil matem!
Bunca acı gerçeğe rağmen, ülkenin pek çok yerinin işgal edilmiş olduğunu unutup sanki o günlerde Osmanlı halen eski görkemli günleri ve hâkimiyetindeymiş, düşmanları adından bile tir tir titrermiş de, Atatürk’ün önderliğinde devrilmiş, onca toprak düşmanlara karış karış sunularak kaybedilip bu günkü sınırlarımız içine hapsolunmak zorunda kalmışız gibi göstermeye çalışıyorsunuz!..
Tarih okumadınız, araştırmadıysanız bile, büyükanne ve büyükbabalarınızdan da mı dinlemediniz o günlere ait acı anılarını ve yaşadıklarının vahametini, ülkenin halini?!
O kötülediğiniz, o beğenmediğiniz Atatürk’ün, Osman Gazi’nin Bursa’daki sandukasını alıp kaçmak yerine, "Vatan toprağı kutsaldır, kaderine terkedilemez!" diyerek tüm dünyaya meydan okuduğunu unutuyorsunuz! Unutuyorsunuz diyorum, dünyanın bildiğini bilmiyor olmanız mümkün değil çünkü!..
Üstelik sadece meydan okumakla da kalmadı, söylediği her sözün ardında durdu, yerine getirdi, ertesi gün unutmadı, o gün söylediğinin ertesi gün tam tersini söylemedi!.. Vatan toprağını elleriyle karış karış düşmana teslim etmediği gibi, sadece Bursa değil, ele geçirilmiş olan tüm şehirleri işgal kuvvetlerinden temizledi!..
1’inci Dünya Savaşı’nın ardından, önce İngiltere daha sonra da Fransa’nın kontrolüne geçen bölge için Fransa ile Türkiye arasında 1921’de imzalanan Ankara Anlaşması’nın 9’uncu maddesi ile, Osmanlı devletinin kurucusu Sultan Osman’ın dedesi Süleyman Şah’ın Caber kalesinde bulunan ve Türk mezarı ismiyle belirli türbesi, müştemilatı ile Türkiye’nin malı olacak ve Türkiye oraya muhafızlar koyacak ve Türk bayrağı çekecektir şeklindeki 9. Maddesi kabul ettirilmişti.
1923 yılında imzalanan Lozan Antlaşması’nın 3’üncü maddesiyle, Süleyman Şah Türbesi’nin Türkiye toprağı sayılacağı bir kez daha onaylandı.
Fransa’yla yaptığı, daha sonra Lozan antlaşmasıyla da onanan bu antlaşmayla, Osmanoğulları’nın atası Süleyman Şah’ın kabrinin bulunduğu kalenin Türk toprağı olarak kalmasını sağlayarak, atasına olan vefa borcunu ödeyip saygısını gösterdi!..
İstese sandukayı getirtebilirdi, getirtip ülkenin başköşesine de oturtabilirdi!..
Lakin O, biliyordu ki Süleyman Şah’ın kemikleri sandukada değil, vatan toprağındaydı!!!
p.r.alkan
YORUMLAR
TEBRİK EDERİM.
Esir iken mümkün müdür ibadet?
Yatıp kalkıp Atatürk'e dua et.
Senin gibi dürzülerin yüzünden,
Dininden de soğuyacak bu millet
İşgaldeki hali sakın unutma,
Atatürk'e dil uzatma sebepsiz.
Sen anandan yine çıkardın amma,
Baban kimdi bilemezdin şerefsiz...
NEYZEN TEFİK