- 387 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Gerçeğin Konuşması (Gerçek Ardılı Gerçek): Gerçeğin Kavramsal Yönü, Dille İfadesi ve Tasarımı Üzerine
Yazıyı Blogumda Görmek İçin:
necdetersozfelsefe.blogspot.com.tr/2014/10/gercegin-konusmas-gercek-ardl-gercek.html
Gerçeğin Konuşması (Gerçek Ardılı Gerçek):
Gerçeğin Kavramsal Yönü, Dille İfadesi ve Tasarımı Üzerine
Gerçek Bir Kez Kendiliğinden Konuşsa
Hepimiz Susmak Zorundaydık
Ama Konuşmadı Hiç
Onu Biz Konuşturduk ve Onu Biz Yarattık
Kahretsin ki
Artık Yarattığımız Gerçeklerin
Kölesiyiz
“Yaratılan” gerçeklik nedir? Bizler neler yarattık? Şuradan başlayalım öyleyse, en baştan: Yaşamımızı mümkün kılan, “tasarlanmış” gibi görünen ve hatta kendi bünyesinde kendisine dair “Her şey ne için?”, “Başlangıçta ne vardı?”, “Şeyler neden olmadıkları gibi değil de oldukları gibi?” ve “Madde neden var?” gibi felsefe tarihinin en can alıcı sorularını sordurmaya müsait bir evrende yaşamakta ve bu tip soruları evrene yöneltmekteyiz. İnsanın varoluşu açısından bu tip soruların, beşeriyetin tarih içerisinde ve sosyokültürel perspektifteki rolü ele alındığında, soruların yaşantıyı şekillendirme özelliği bir kenara bırakılacak olursa esas temsil ettiği olgunun, içlerinde barındırdığı bir “gerçeğe kavuşma arzusu”, “hakiki bilgiye adanma isteği” ya da doğrudan sonuca binaen bir “bilge hayatı” yaşama gayesi olduğunu belirtmek isterim. Gerçeğe bakış açılarını, gerçeğin tarihî perspektiflerini, nihaî bilgiyi elde etmeye duyulan istencin tüm dönem ve medeniyetlerde ortaya çıkışını ve en nihayetinde neye dair neyi aracısız, saf ve kendisinden “şüphe edilemeyecek” derecede bilebileceğimizi eleştirmenin önemini bu tarihsel perspektiften anlamak zor olmasa gerek.
Düşünce tarihinde bu nedenle gerçeğe dair birçok keskin yaklaşım olmasına rağmen, çok az düşünür gerçeğe, kendisini anlatma, yani, gerçeğe “kendisi hakkında konuşma” olanağını vermiştir. Bunun anlamı şudur ki, hangi dönem ve hangi uygarlığa gidilirse gidilsin, o çağ filozoflarının gerçeğe yaklaşımları genel itibariyle o çağ ile sınırlı kalmış, filozofun şahsî ya da çevresinin toplumsal yaşantısının duvarlarını aşamamış, çoğu kez de sürekli gelişmekte olan olgusal etmenlerin ve devinimlerin tahribatına maruz kalıp çağları delememiştir. Yani, tabiri caizse gerçek, gerek birey tarafından içsel süreçlerle gerekse bir toplum organizması tarafından yapay vaziyette “yaratılmıştır”. Bizzat bizler tarafından. O halde, yalnızca ilgili dönem ve bölgenin sorunları veya fikriyatı üzerine şekillenen bir gerçek anlayışı ne derece tüm insanlığa hitap edip evrensel bir nitelik kazanabilir, hatta insanlık tarihinden de öte büsbütün bir evren hakkında bize katıksız doğrular sunabilir? Sunamaz.
Öyleyse evrenüstü veya gerçek ardılı gerçek ne olabilir? Gerçek soyut bir kavram mıdır yoksa işaret ettiği oluşların özelliğini kendinde barındırarak somut özellik mi kazanır? Oluşlar ve devinimler nedeniyle var olan “gerçek” algısının dille ifadesi, terimselleştirilmesi ve aktarılması, söz konusu gerçeği ne derece doğru tanımlayabilir? Gerçek, onu algılayan zihnin tasarımından ibaret midir ya da tek başına var olması ve zamandan, mekândan ve özneden sıyrılıp bir varoluş kazanması mümkün müdür? Bir an gerçek hakkında düşündüğümde zihnime gelen sorular bunlar oluyor. Yine de, sorulara cevap bulma bakımından bir çalışma bize gerçek hakkında bir fikir kazandırabilir, ancak onu benimsemek ve anlamak için bu yeterli olmayacak diye düşünüyorum. Onu anlamanın yegâne yolu olarak, ona kendisi hakkında konuşma olanağını tanımak olduğunu belirtmek gerekliliği duymakla beraber, bunun metodu olarak neyi ortaya atmak hususunda dizi dizi yanılgılarımız, noksanlıklarımız, hatta inanç sistemlerimiz bile var!
O yüzden gerçeğin dili olsaydı da keşke konuşsaydı! Ya da anahtara sahip olan bir kapının ardında… Şüphesiz ki bu gerçek dediğimiz şey, ya “gerçekten” yok ya da anahtarı olmayan bir kapının ardında bizim kendisi hakkında kestiğimiz ahkâmları sayarak bizle alay ediyor. Zaten yeryüzünü doldurmaya henüz başlayan atalarımızın dış dünya hakkındaki çaresizliğini şu an dahi üzerimizde hissetmek mümkün değil midir? Öyleyse ne değişti? Dış dünya algılarımızın ve gerçek üzerine yorumlarımızın değişmesinden başka hiçbir şey. Hâlâ bundan binlerce yıl önceki atalarımızın sahip olduğu safsatalara, inançlara, ritüellere sahip ve bunları korumaya meyilliyiz. Safsatalar, inanç ve ritüeller form değiştirse de nüvesini koruyor. Kökenini doğaya duyulan merak ve korkudan, aynı zamanda onun hakkındaki gerçekliğe ulaşma arzusundan, belki de bunun ıstırabından alan bir nüve, öz bu. Nasıl ki, eski İskandinav yerlileri bir İskandinav mitolojisi yaratmışlardı, Güneş ve Ay tutulmalarını “Gökyüzündeki Tanrıların Mücadelesi” olarak niteleyen ve onların dikkatini çekmek adına garip sesler çıkarıp danslar etmişlerdi. Antik Yunan’da da Olympos tanrılarını ve Titanlarla savaşımlarını kendileri gibi bir gerçeklik olarak kabul eden Yunanlıların mitolojik inanışları onlar için çoğu kez vazgeçilmezdi. Bir gerçeklikti. Böylesi mitolojik tasarımlar meydana getiren insanın, eski çağlarda da animist kökenli, doğaya çeşitli ruhlar atfetme özelliği bir tesadüf müdür? Veya daha sonraki dönemlerde birbiriyle çelişen, geçmişte sahip olduğu büyü, sihir, doğaya ruh yükleme, mitolojik karakterler yaratma ve politeistik inanışların bir devamı olarak tarihsel süreçte evrimleştirdiği monoteistik inanışların varlığı, toplumların bu nüveyi koruduğunu, sadece inanışların form değiştirdiğini göstermez mi? Nüve aynı fakat gerçekliğe dair sunduğumuz formlar birbiriyle acımasızca çelişiyor. İlginç olan, yarattığımız bu gerçekliklerin, bireysel hayatımızda davranışları etkiler biçimde ciddi karşılık bulması ve fenomenal dünyada da aynen karşılık bulacağına yönelik sahip olduğumuz bir safsata. Adeta kölesi olduğumuz irrasyonalizme dönük gerçeklikler, mit ve inancalar, gerçeklik kavramı üzerine yaptığımız reel ve sanal perspektifli tartışmalar boyutunda düşünsel süreçte aktarılıyor ve kalıcı olarak yeni nesil insanının sahip olduğu aynı nüveden ötürü onda bu çeşit safsataların tekrar vuku bulmasına neden oluyor. Bu ise rasyonalizme bir hakaret olsa gerek.
Kavramsal açıdan gerçeği değerlendirmek noktasında da, ona dair tanımlamaların sınırlılığının ve yetersizliğinin ayırdına varabilmek her zaman mümkün olmaz. Var olan geleneksel tanımlamaların aksine, gerçekliğe ilişkin bilgimizin hiçbir şekilde yanlış olmamasını destekler nitelikte bir mantıksal zorunluluk bulunmamaktadır. Yaygın ontolojik (varlıkbilimsel), bilimsel ve realist tanımlamaya göre zihin dışında salt olgusal açıdan denetlenebilen, diğer bir deyişle sübjektif değer ve yargıların ötesinde veya çoğunlukla ondan bağımsız, nesnel ve maddî bir niteliğe sahip olmak şeklinde tanımlanan gerçek, realist yaklaşımların esas tanımlamalarındandır. Son dönemde Michael Devitt tarafından bilimsel realizm perspektifinde de sunulan bir yaklaşım olarak görüyoruz bunu. Elbette bu yaklaşımı eleştirebiliriz. Örneğin Kantçı felsefeye göre zihinsel süreçlerimiz, duyusal kabiliyetlerimiz ve varlıktan ne anladığımız da oluşturduğumuz bu bağımsız gerçeklikte pay sahibidir. Nesneleri Bilgiye Uydurma olarak tanımladığı bu fikir çerçevesinde kendine ait, kritik bir gerçekçilik anlayışı geliştirmiştir. Realistik fikirleri eleştirmesiyle bilinen Kant’ı buna rağmen Anti-realist çerçevede değerlendirmek de zordur. Öte yandan, Berkeley idealizminin karşı gerçekçilik açısından önemli olduğunu da söyleyebiliriz.
Kognitif (bilişsel) süreçlerimizin işlerlik kazanmasında pay sahibi olan dilin, gerçek hakkında düşünebilme ve onu ifade etme konusunda bize yarar sağladığı ortadadır. Birer zihin tasarımları olarak isimlendirilen kavramlar içerisinde bir kavram olan gerçeğin ifade ettiği anlamın semantik açıdan incelenmesi, onu ortaya koyan dile bağımlıdır. Salt fenomenal dünyada, Kantçı yaklaşımdaki Numenlerin zıddı olan olguları-olayları bilebilen bizler, bunu dille ifade edebiliyoruz. Bir de şu var evet: sahiden de Kant’taki anlamıyla Numenleri de bu şekilde bilebilir ve dille ifade edebilir miyiz? Kant buna şiddetle karşı çıkıyor ve –hüsranla belirtmeliyim ki- “yarattığı” Numenleri kimsenin bilemeyeceğini söylerken çok da ciddidir. Kimsenin bilemediği, o nihaî ve bağımsız gerçeklikler olan Numenler hakkında her nasılsa kendisi fikir sahibidir. Üstelik Numenleri, adeta kendisi “yaratmışçasına” tarif etmektedir. Yalnızca bu bile, ortaya koyulan bu belli sınırlarla çevrelenmiş gerçeklik anlayışının hiçbir şekilde gerçek ardılı bir gerçeğe sahip olamayacağını, onun bir zihin ürünü olup dille ifade biçiminin kişiyle sınırlandırıldığını kanıtlamaktadır. Gördük ki, gerçek yalnızca bir tasarımdan ibarettir. Bizim dille ifade ettiğimiz, sübjektif yargılarla taçlandırdığımız, ancak bizden ayrı ve bizim üzerimizde olan bir nesne değil. Nietzsche “Benim bir gerçeğim var, şimdi sizinkini söyleyin!” derken, aslında sahip olduğumuz gerçeklik tanımlarını, yarattığımız gerçeklikleri ve şüpheci olmayan tavrımızı alaya alıyordu. Aynı şekilde Descartes’in “Hayatında en az bir kere her şeyden şüphe et!” diyerek ortaya koyduğu metodik şüpheci anlayışı bir hayat tavrı olarak sergileyen bireyler olmak zorundayız. En azından bilim faaliyetleriyle uğraşan ussal bireyler olarak.
Şimdi -gerçekleri- söyleyeceğim; gerçek, gerçeğin tüm perspektiflerine hâkim olmadıkça zuhur etmeyen ya da düşünülmüşün aksine düşten ve akıldan bağımsız bir “var olan” değil, fakat doğalcılığın prensiplerini yadsır biçimde birey odaklı, Berkeleyci bir kavram da değildir. Sübjektif idealizme atıf yapar görünen bu perspektif, ondan farklı olarak materyalizmin temelindeki olguları da içinde barındırarak Kant’ın sistemine yaklaşır gibi de gözükse, akıldan bağımsız bir var olan olmayan ve nesnel varlığın insanın bilincinin ürünü saymayan yaklaşımları birlikte barındırmasıyla, esasında evrenüstü bir gerçeklik konusunda bizlere net bir yanıt vermemektedir. Belki de hiçbir şeydir. Belki de Tanrı’ydı ve zamanın bir noktasında kayboldu. Çünkü gerçek, kendisi hakkında (artık) konuşmamaktadır. Gerçeğin ketumluğunu, gerçeklik hakkında sahip olduğumuz metodik şüphe sayesinde anlıyoruz. Ona kendisi hakkında konuşma olanağını veren bu tavra rağmen, gerçek, kendisi hakkında konuşmamış ve bizler onun adına “gerçekliğin” birer sadık temsilcileri olmuşuz. Tasarladığımız gerçeklikleri, onu tasarlayan zihinden öne koyarak kendimize ihanet etmişiz ve sahte gerçekliklere köle konumuna düşmüşüz. İnsanoğlunun bu “gerçekliklere” karşı metodik şüphe ve bilim faaliyetleriyle başlattığı savaş, ne yazık ki henüz kazanılmamıştır.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.