- 754 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
SIDDIKLARIN EN BÜYÜĞÜNE
Ey aşk ikliminin sultanı…
Ey Sıddıkların hakanı…
Sen ne büyük bir aşkın sahibiydin!
Hani bir gün talihsiz kalplerin kirli elleri sana dokunmuştu. Bir hayli zulüm görmüştün. Öyle ki, günlerce açamamıştın gözlerini. Annen bir elinde bir tas çorba, diğer elinde bir kaşık senin ayılmanı bekliyordu. Bu uzun bekleyişin ardından nihayet açmıştın gözlerini. Ardından dudaklarının kıpırdayışı ile çıkan ses gök ehlini dahi sana hayran bırakacak mahiyetteydi;
‘Resulullah (s.a.v.) nerede? Beni O’na (s.a.v.) götürün.’
Hani yine bir gün talihsizler senin kapında bitmişti. Sen, ‘Ne istiyorsunuz? Ne var?’ diyince açmışlardı yine o şom ağızlarını;
‘Senin Efendin (s.a.v.) var ya, O, bir gecede Kudüs’e gidip geldiğini söylüyor. Buna da mı inanacaksın ey ibn Ebu Kuhafe?
Sense, aklı gözüne inmiş, bu banal materyalistler karşısında hiç istifini bozmadan;
‘O (s.a.v.) söylüyorsa doğrudur! Bu da ne ki? Ben O’na (s.a.v.) her gün göklerin verasından nurlu mesajlar geldiğine inanıyorum. Buna mı inanmayacağım?’
Bir gün baban Ebu Kuhafe’nin elinden tutmuş ve Allahresulü’nün (s.a.v.) huzuruna getirmiştin. Allah’ın Resul’ü (s.a.v.) sizi görünce;
‘İhtiyarı yormuşsun buraya kadar. Biz onu ziyaret ederdik.’ buyurmuştu.
Sen gözleri görmeyen babanı Habib’inin (s.a.v.) dizleri dibine oturtmuştun. Uzun bir sohbetin ardından Ebu Kuhafe ‘La ilahe illallah, Muhammede’r Resulullah’ diyerek kalbindeki şirk kalesini yıkmış, yerle bir etmişti. Sense bir köşeye çekilmiş ağlamaktaydın. Allahresulü (s.a.v.) yanına gelmiş ve;
‘Neden ağlıyorsun ey Ebu Bekir, bu durumda sevinmen gerekmez mi?’ demişti.
Sense;
‘Anam babam tatlı canım sana feda olsun ya Resulullah (s.a.v.). Şurada Müslüman olan adamın babam değil, amcan Ebu Talib olmasını çok isterdim.’
Ah! Efendim. Senin Allah’a ve Resulü’ne (s.a.v.) olan aşkının sınırları kainatın sınırlarının çok üstündedir.
Hicret yolcusu iki dost. Biri sensin biri kainatın özü, nuru... Beraber yürüyordunuz. Sen kah Fahr-i Kainat’ın (s.a.v.) önünde, kah arkasında, kah sağında, kah solundaydın. Bu durumu fark edince;
‘Neden böyle yapıyorsun?’ diye sormuştu.
‘Ya Resulullah! (s.a.v.) Sana arkadan bir tehlike geleceğini düşündüğüm zaman arkana, önden bir tehlike geleceğini düşündüğüm zaman önüne, sağdan bir tehlike geleceğini düşündüğüm zaman sağına, soldan bir tehlike geleceğini sezdiğim zaman soluna geçiyorum.’ Demiştin sende.
Yine bu yolculukta bir mağaraya sığınmıştınız. Önce sen girmiş bir tehlike olup olmadığını kontrol etmiştin. Zira ödün kopuyordu O’na(s.a.v.) bir diken batacak diye. Sonra elbisenden yırtarak mağaradaki delikleri kapatmıştın. Bir delik kalmıştı sadece. Fakat elbisenden daha fazla yırtarsan haram olan yerlerin görünecekti. Ayaklarınla kapatmıştın orayı da. Sonra Kainatın İftihar Tablosu’nu (s.a.v.) çağırmıştın. O da (s.a.v.) senin dizlerinin üzerine başını koymuş ve uyumuştunuz. Derken büyük bir acıyla uyandın. Bir yılan ısırmıştı mübarek ayağını. O’nu rahatsız etmemek için hiç sesini çıkarmamıştın. Fakat gözlerinden iki damla yaş düşmüştü, Allah resulünün mübarek yanağına. Uyanmış ve durumu anlamış, ayağındaki yaraya mübarek tükürüğünü sürmüştü. Sen de şifa bulmuştun.
Daha sonra talihsiz ayaklar ardınızdan koşarak gelmişlerdi. Sen Emanet’e sahip çıkamayacağını düşünerek çok hüzünlenmiştin. O da sana dönmüş;
‘Üzülme dostum! Allah bizimle beraberdir.’ Demişti. Bu olay üzerine sen Allah tarafından ikinin ikincisi olarak tebcil edilecektin.
Tebük seferi yapılacaktı. Allah Resulü (s.a.v.) himmete müracaat etmişti. Herkes malından bir şeyler getirmiş. Sen de bir şeyler getirmiştin. Allah resulü Hz. Faruk-u Azam’a (r.a) sormuştu;
‘Ailene ne bıraktın ya Ömer?’
‘Aileme malımın yarısını bıraktım Ya Resulullah!’ (s.a.v.) demişti. Bu kez Allahresulü (s.a.v.) sana dönmüş ve;
‘Sen ailene ne bıraktın ya Eba Bekr?’ demiş, sense;
‘Onlara Allah ve Resulü’nü (s.a.v.) bıraktım.’ demiştin.
Evet peygamberlikten sonra bir makam varsa orayı ilk sen, sonra Faruk-u azam ihraz etmiştiniz.
Bir gün sen huzur-u risaletpenahi’ye elbisenin yakalarını bir dikenle tutturarak gelmiştin. sonra Cibril-i Emin gelmişti Allah resulü’ne;
‘Allah’ın sıdık-ı ekber’e selamı var. Buyuruyor ki; ‘ben ebu bekir’den razıyım. Sorun ona. O da benden razı mı?’ demişti. Allah resulü durumu sana anlatınca;
‘nasıl olur da bir kul Rabb’isinden razı olmaz.’ Demiştin.
Hani Allah resulü son demlerini yaşamaktaydı. Ağaç gölgesinde dinlenmiş, şimdi de yoluna devam ediyordu. Öğle namazının vakti geçmek üzereydi. Ashab O’nsuz namaz kılmaya alışık olmadıkları için O’nun gelmesini bekliyordu. O, hz. aişe’ye; ebu bekre söylyin namazı o kıldırsın!’ demişti. Hz. Aişe ise şöyle mukabelede bulunmuştu. Senin yerine dersek kur’an okuyamaz sadece ağlar o.’
Hani sen Allah resulünün halifesi olmuştun. Sıcak bir yaz ramazanında iftar açacaktın. Soğuk bir taş su ikram etmişlerdi sana. Sen dudaklarına götürmüştün ama daha bir yudum almadan hıçkırıklara boğulmuştun. Kendine gelince sormuşlardı; ‘niçin ağladın ey mü’minlerin emiri?’
‘’ bir gün Allah resulünün yanındaydım. bir şeyleri iter gibi yapıyordu. Ben sordum; ‘ya resulullah neydi bu hailiniz?’ ‘dünya karşımda temessül etti. Kendini bana kabul ettirmek istedi. Ebn kabul etmeyince dönüp gitti. Giderken; sana kendimi kabul ettiremedim. Ama sensen sonrakilere kabul ettireceğim.’ Dedi. ‘ buyurdu. Korkarım onların ilki ben oldum’’ demiştin.
Hani sen dünyaya gözlerini yummuş, Allaha ve resulüne kavuşmuştun. Kendinden sonraki halifeye bir küp bırakmıştın. Hz. Faruk-u Azam da halife seçildikten sonra o küpü kırmış ve etrafa içinden paralar saçılmıştı. Paraların arasında bir de mektup vardı. Mektupta, iki buçuk yıllık halifelik hayatında devletten aldığın maaşın, ihtiyacın olan kadarını harcamış geri kalanını bu küpe attığın ve bu paraların devletin olduğu yazıyordu.
Hz. Faruk-u Azam kendini tutamamış, ağlamış ve şöyle demişti; ‘’öyle bir hayat yaşadın ki; bize yaşamayı çok zorlaştırdın.’
Çok aşıklar anlattı bizlere tarih. Leyla ile mecnun’u, kerem ile aslı’yı, Ferhat ile şirin’i… onlarınkinin adı aşk ise seninki neydi efendim? Söyler misin?
AKİF ÇALDIRAN
2013 ÇORUM
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.