- 458 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Susuşlarımızı yıllar süren yaşanmışlıklarımıza sakladık...
Aslında hiç kimse gibi yalnızlığı yaşamak istemiyordum. Ama tam da merkezinde idim bir türbülans sarsıntısı içindeydim. Kollarımı açmış, çaresizliğimi beden dili ile anlatmak istiyordum. Ki birçok beden dili ile bunu anlatanla karşılaştım. Asıl üzüldüğüm seni gerçekten sevdim dediğim de, bu beden dilini kullanıyordu. Oysa bana her zaman sen benim kalabalıklığımsın diyordu. Ki bu yaptığı ve söylediği de yalanmış…
Ne garip değil mi, doğruların içinde kalamadığımızışimdi beden dili ile anlatmak bana düşecek…
Sanki tüm zamanları yalanla yaşamışız yaşamışız gibi hissetmeye başladım, kendimi de…
Oysa nasıl demişti ki yazma heveslisi, o bakışın olmasaydı, kimbilir ben ne zaman ölürdüm…
Kendiliğimden bu soruyu cevaplamak döküldü içimden.
Bakışlarına o an ölürüm ama oysa ben bakışlarınla yaşamak isterdim…
Bakışlarına "o anda ölürüm" ama, der yazma heveslisi, "oysa ben o bakışlarla yaşamak isterdim" diye sessizce devam etmiş, cümlesindeki "ölüm" kelimesinden korktuğu için..
Seni seviyorum çocuk yıl…
Gerçek olamayacağını bile bile uyandı (yazma heveslisi) bu rüyadan da…
Susuşlarımıza saklandık, yıllar süren yaşanmışlıklarımızın gecesinde kalıp, güne devreden acılanmış seslerimizi.
Belki bir yoksunluktu cesaretten. Belki de bir korkunun içimize sinmiş gölgelikleriydi. Ama, gözlerimizden sızıp aşağılara düşen gözyaşlarımız, korkusuzca düşerken göğsümüze, belki de kayıplık düşünceleriydi içimizde sinerek saklanmaya çalışan…
Sevgisiz yaşayamazdık, ama sevgilisiz son nefese kadar saklardık ağlayışlarımızı içimizde…
Aslında biz dünlerin acıları ile ürküntüleri yaşarken, yarınlara korkusuzca atmıştık kendimizi…
Ve yarınlara korkusuzluğa alıştırarak nefesler alıyorduk…
Bu, şu anlarda bana yıllar önce verdiğin mektubunu bilmem bu güne değin kaçıncı kez okuyorum. O kadar uzun yazdıklarının tüm içeriği senle bana ait, tek kelimen çok öne atmış kendini, "bu aşkta az daha cesur olsaydın," diyorsun yaşananlar için.
Evet cesur olduğumu sanıyordum, çünkü ondan sonraki zamanlarda bana hep "sen benim geleceğimsin " derdin, şimdi ilk defa soruyorum, bu kadar yıl bir korkakla yaşarken neden hiç şikayet etmedin...
Geç be sevgili, geç, topraklarda cesurların ölümü ile aşkın kahramanları dolu diyordun ya, şimdi sorgulamasını yaptığım yaşam dönemimizde , nedendi bu tutarsız tavırların ki, aşk riya ve yalandan uzak yaşanır derken bu ne riyalı yaşammış ki hâlâ şaşkınım şu anlarda bile...
Böyledir işte zaman içindeki yolcuğun adı hayattır...Kurulur durur yüreğin bedeninin solunda. Sadece aranır gözler hayat denen vadide yaşamın kesitlerindeki mutlulukları. İçinde parıldayan bir kaç tanesi vardır oyalanıp durduğumuz?
Diğerleri ise bir kanyonun engebeli yolculuğu idi...
Aslıda tek kişilik yolculuktu bu kalabalıklarının arasında. Sadece teklikle bir düşleme...
Aslıda farkında olmadan nefes aldığımız yarınlar vardı. Belki de yarınların azında bir bekleyiş vardı, hayatın girdaplarını.
Oysa hazır değildik yaşamaya hayatın bu kısmını. Ama azında yaşıyorduk sorgusuzca kendimizce...
Bize dünlerin hesabını sordular, utanılacak bir fiilimiz olmadı, dedim. Oysa bu sorgulayanlar, bizim yarınlarımıza gölge düşürdüler. Nefeslerimizin yarılarını kestiler. Sinir haline soktukları bedenimizde.
Kutsal bildiğimiz bir tek doğruluğumuzla ayakta kaldık. Ki çelmelenip yine düştük dizkapaklarımızın üstüne. Alt çenemi iki elimle yukarı bastırdım, avaz avaz ağlamamak için. Bu sefer bizim ağlamalarımızla göbek kaşıdılar, gözümüzün önünde sana mustahaktı diyerek. Sindiler, sinsice etrafımızda kaldılar.
Yıllara sarkan acılanmalarımıza, bağrınmalarımıza inanmazlıkla bastılar yaralarımızın kabuklarına.
Ve ben ona sevgili dedim. Ve ben ona can dedim. Candaş bildim.
Ve yanıldım. Can yakanların yalancı gülüşlerine. Ki hayatı def ettim başımdan.
Ve terki hayat yaşadım yıllarca… Tüm isteklerime boş verip sadece nefes almaya çalıştım…
Şimdi mi, canları hükümsüzdür…
Sabahın tanı, balkon demirlerine ve etrafına tünemiş onlarca güvercinsesisyle karışık sabahın kısık gürültüsü ve uykunun uzaklaştığı gözlerimizden aşağıya doğru akan özlem ve hasret ve de kulaklarda beklemiş ama duyulmamış özlemin sesi…
Belki de dünden kalmışlıkla bir beklenti yoksunluğunun hasrete vurmuş damgası…
Özlüyorum geceden güne sarkan sesleri, sevgili sesini, sözünü, utangaç gülüşünü, karıştırıyorum acılarımın arasına, küçük bir nokta ışık sevgili gözleri, bakışları, ürküntüleri ve avuç açmış elleri ile haz duyulacak sesi…
Geceden veya gecelerden kalma bir özleyiş bu, duru yüzünün meraklı bakışı, meraklı içten yakarışları, kısık sesli şarkı mırıldanışları ve bende seni çok sevdim cümlesi ile karşımdaki çiçeği ellerindeki sesi…
Çocuk düşlerim depreşti yılları yıllara ekleyerek geriye doğru gitti tüm düşüncelerim, özlemklerim, kaybettiğim her şey, art ardasıralandı. Gözlerimden topçuklar başladı göğsümden patlayarak düşenler…
Her şey ne kolay gelmiş, bir o kadar kolay gitmiş…
Çocuktuk, her kazandığımız gülüşe sevinir, her kaybettiğimiz gülüşle çılgınca ağlardık… Her sevgili sözü mıhlanırdı baynimize, o da sevmiş diyerek toprağı ayak tabanlarımızla döverdik toprağı sevinçten zıplayışlarımızla, her şey güzel, her şey çocuktu, acılar bile çocuk çocuk ağlatırdı bizi. Sonra bir ses ile kahkaha atmaya başlardık çocuk gülüşlerimizle…
O gülüşler şimdi toprağın derininde. O sesler şimdi tepelerde uğultu, o yüz şimdi puslu bakışların ardında düşünceli, sadece zaman zaman çocuk gülüşlerimizin sesleri kulaklarımızda patlarcasına akisle zonkluyor…
Çocuk gülüşlerimi özledim. Çocuksu seslerimi özledim. Ağlayışlarımı, koşuşlarımı, özledim. Onun yerine hepsinin yerine, sen bakışı gelip oturdu gözlerimin dibine. Şimdi anladım ki sen benim çocuksu sevgimdin…
Sen benim çocukluğumdaki tüm hislerimle benle idin…
Şimdilerde içimizde kopuşan fırtınaları sindirme ve geçiştirme çabaları ile verilen savaşın tam da ortasında uğraştayım…
Sevgi adına, sevmek adına, gölgeler savaşı yaparken, sanki savaşın çocuklarının bakışlarını yapıştırmıştık yüzümüze…
Her şeye rağmen sevdanın savaşlarının galibi olacağız bir gün sen ve ben sevgili…
Öyle güzel, öyle hoş cümle ki seni çok seviyorum demek…
Tüm yaşamın kahır islerini siliyor içimizden…
Bazen doğrular içimi acıtır sadece yetiksizlik duygusudur iç sese hükmeden... Buna etkenler nelerdir diye düşününce sadece imkânsızlıklarındır veya duygusallığımız. Aslında çok şey istemeyiz , küçük bir el sallayış, çok küçük bir merhaba veya bir nasılsın bu sabah sorusu... İşte müdafasız olduğumuz duruşumuz bu, çoğu zaman vurulduğumuz yerimiz, insancıl tarafımız..
Hani acıyan yanımızı görmeze gelen gözler vardır, yaramızın kabuğunu koparırcasına basarlar parmağı üstlerine. Aslında acımasızlıklarından ziyade duyguları kendi yönlerine çevrilmiştir. İnanmazlar canımızın acıdığına.
Hatta çok acıdığına, işte o anlardır ki yanan canın acımasını hissetmeyiz. Üst üste gelir her şey ve sadece dişlerimizi sıkar acının köküne dalarız tüm can yanışlarımızla...
Bu anlardır acının pasifize olduğu ve sadece ruhsal dönüşe başladığı.
Yani acıları arkada bırakarak, hak etmedim ki diye avuturuz kendimizi…
Aslında artık vazgeçemediğimiz sözlerimiz ve de iç yapımız vardır.
Bunun içinde de sadakat gelir içinden köklenerek…
İnkârcılık yoktur yapımızda, sözde kalmaz düşüncelerimiz…
Dediklerimizi inkâr etsek ki o zaman da ruhsal çöküntü çıkar karşımıza.
Ki artık baş edilmez yaşam kesiti sağlıksız yapıya dönüşür ve çevrede artık inanılmaz insan damgası yapışır bedenimize...
İşte aslında hüzün bizim yaşamımızdaki vazgeçilmez bilinç altı nefeslerimizdir...
Artık yaşamımızdaki düşüncelerimizi anlatamaz hâle dönüşürüz ki bundan sonrası koyu hüzündür artık...
Bu sıkıntılara düşmemizin sebebini ararken onlar hep birikimdir…
Oturup bütün gece seni ve senin ardında kalan beni düşündüm kaç saat bilmiyorum…
Ardında gidişleri düşündüm, neresinden başlanır, nereye gidilir . bvVe nasıl gidilir diye yoldum saçlarımı parmak aralarımda…
Aslında bilmezdim ben gidişleri, sadece kalan olurdum hep, ya yolun ortasında gidişinin arkasından bakarak, ya da bir dalganın gürültü sesine karışan sessizliğin, elvedasızlığın, arkana bile dönüp bakamayışın, sessizce hırslı, kınından çıkan bir kılıç sessizliği ile, ölümsüzleşerek, unutulmazlara mühür basarak…
Senin gidişindeki boşlukla bırakışın ki artık hazmetmesi imkânsızlaşmış bir dudak büküş ile gözlerimdeki koyulaşan karanlık ile sokaklarda nefessiz dolaşışımla gidişinin tarifi yapışır dudaklarıma…
En iyi sen bilirsin ağlamayı…
En iyi sen bilirsin ağlatarak arkana bakmamayı, senin bilgindir yalınızlaşmış seslerin çıkardı öfkeyi ve de sen bilirsin karalıklarda göz saymayı…
Kimin gözü kime karışmıştır, kimin hıçkırığı kimden çıkmıştır en iyi sen bilirsin çünkü sen yalnızlıkları kovaladığın çoğul gecelerde…
En iyi sen bilirsin gidilecek yollardaki toz kokusunu, gözyaşı ıslaklığını ve de yalnızlaşmış sesleri en iyi sen bilirsin ki bana da tanıtan sen olmuştun…
Ellerin hep ellerin, doyumsuz gözlerimdeydi. Şimdi ellerin ellerinde gözlerim açık.
Beklenti sonsuza, tam bir günahlar kervanı, düşünceler isyanla daim devridaim.
Ellerin bakışlarımın yoksunluğunda bitmeyesiye çoğalan özlem gözlerimde…
Ve sen. Ve de her adımımda ellerin ellerimde sanki sıcak sanki buz kesmiş,
kararsız bir yaşam, ellerin bakışlarımda…
Belki de günahlarım senle sarmaş dolaş acılanmalarda ellerinde, gözlerinde, yüreğinde, yüreğimde ellerin son bakışlarıma sarkacak sessizliğinde.
Şimdi yaşamımın, sessizliğinde nefeslerimin özleminde, şimdi ellerinin sıcaklığı tutuşlarının…
Eskimiş bir boşluk, şimdi ellerinle adımladığım, geç kalmış acıların üşüştüğü bir serzeniş şimdi yaşamla bu boşluktaki ellerin…
Hayâl… Veya gerçek…
Eskimiş ellerimde şimdi sanki o günkü ellerinin sıcaklığı…
Eskimiş bir yüze, çok eskilerden gelen bir rüzgârın taşıdığı bir kokuda olmalıydı ellerin, ki yüzüm eskimişlik hissinden kurtulsun o kokunun altında kalarak…
Buna ben eskiden beri var olan özlem diyorum ki bunun tarifi hiçbir resimde yok sanırım…
Yaşattıklarındı şimdi çektiğimiz özlemin anlamı şüphesiz…
Bazen insan ne yazacağını, kime yazacağını bilemez, başlar ilk cümleden… Ve sonra hayatı serilir göz önlerine ki işte o zaman döküntüye dönüşür kalemden akanlar…
Ve hep bir şeyler ve de birileri vardır her cümlenin içinde. Ama öyle biri vardır ki o kalemin vazgeçilmezidir her kelimeden, her cümleden döküldükçe...
Hayat bizi düşüncelerimize tutsaklaştırırken, kelimeleri kuşanmamızı sağladı galiba...
Ve her cümle sonrası kelimelerin döküldüğünü gördükçe yeni yeni cümleler doğar ki hayat sanki kelimelerin arasına düşmüş bir türbülansta birakır bizi...
Bu ismi ve de bu konuyu seviyorum... Yüreğimin eskimeyen yaması, Süveyda…
Şimdilerde her şeyin acısı yavaş yavaş değişyordu…
Belki de çok şey biterek değişime uğruyordu. Belki de her değişim yeni bir düşünce zamanı getiriyordu… Gerçekte vaz geçemediğimiz zamanlar boyu bu değişim devam ettikçe ediyordu…
Artık ardıma bakmakla yaşadığım tüm acılar da belki değişime uğrayacak ve unutmakla acılarla yaşam arasındaki köprüde nefes alma mücadelesini vermenin şekli de değişecekti şüphesiz…
Ama her şeyin gerçekliği öncelik kazanırsa, ki artık unutmanın sonu da uçsuz olacaktır, nedeni ise yaşanmışlıkları düşüncede yok saymak, beden için mümkün değildi. Ve bu hareketin de hızı hiçbir yerde yazılmadı ve o hızla belki de çok az insan yaşadı…Yani sevmeleri unutarak yok saymak kimse için mümkün olmadı ki benim için kolay olsun…
Mustafa yılmaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.