- 751 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
YAKILACAK ROMAN!-4-
Mustafa’cığım üzgün görünüyorsun. Yok bir şeyim dese de, Murat anlamıştı elindeki ipin durumundan. İp, aşağıya doğru sallanıyordu. Uçurtma nerede diye sormadı. Duygusal yanının ağır bastığını biliyordu. Üstelersem belki ağlar diye suskun kaldı.
“Hadi Melikgazi tarafından dolaşalım biraz.” Kale kapısından çıktılar, mahallenin üst tarafındaki yola sapmadan patika yoldan Melikgazi’nin mezarına kadar yaklaştılar. Gelip gidenlerin, mezardan şifa arayanların etkisiyle türbeye dönmüştü, etrafı ağaçlarla muhafaza altına alınan kale komutanın mezarı.
“ Uçurtmamı da aldı gitti ama çok mutlu oldum.”
Konuşması demek, yaşama geri dönüşü demekti, Mustafa’nın. Biraz neşe katmak istedi Suna.
“ Kocaman ejderha, nasıl da havada taklalar atıyordu, değil mi?” Mustafa’nın neşesi yerine geldi. Bir gün gelecek o da taklalar atacaktı havada. Bu pilot’un yaptığı gibi. Kafasına koymuştu bir kez.
“Ben de onun gibi yapacağım Suna Abla!”
Hadi bakalım görelim seni. Niksar’ımızdan ikinci pilot çıksın.”
Kardeşim hemi de başarır bu işi.” Dedi Murat. Kendisi kaytarmıştı yine. Suna, işin kolayına kaçtığını anladı Murat’ın. Sorumluluğu Mustafa’nın üzerine yıktı vesselam. Niye ben de pilot olmak istiyorum, diyemedi. Kaledeki sarılışı geldi gözlerinin önüne. O kadar candan sarılmıştı ki öpse gözlerini kapatıp mutluluktan uçacaktı. Öpmedi işte. Ani bir refleksle dudaklarını uzaklaştırmıştı. Hâlbuki dudakları ateşten kavrulmuş, Murat’ın kendisini söndürmesini beklemişti. Neyse buna da şükürdü. Gizliden gizliye beslediği aşkı nihayet bugün meyvesini vermişti. Karşıbağın kızları bundan sonra avuçlarını yalayacaklardı. Murat benim sevgilim der işin içinden sıyrılırdı. Onlar da çatlasın patlasınlardı.
“ Çok susadım abi!”
“Melikgazi babanın çeşmesinden içeriz. Dayan, az kaldı.”
Çeşmenin başına geldiklerinde dört yabancı turistle karşılaştılar. Yanlarında da
Tercümanları vardı. Konuştukları dil, ne Fransızca’ya ne de İngilizceye benziyordu. Suna ve Murat’ın yabancı dille hiç araları yoktu zaten. Bu iki dili konuşmadıkları kesindi. Bunda hemfikirdiler. Adamların simaları tam da bizlere benziyor, diye içinden geçirdi Murat.
Tercüman, bir ara türbeden çıkan biriyle Türkçe konuşunca cesaretlendi.
“ Abi, bu arkadaşlar hangi milletten.”
“Anadolu Rumlarından. Yunanlı!”
“Öyle mi?”
“Niye şaşırdın ki?
“Bize çok benziyorlar da…”
Tercüman güldü.
“Hamurumuz aynı kültürde yoğrulmuş da ondan… “
Yunanlılar merak edip sordular. Mustafa’nın başını okşayıp onlar da güldüler.
İçeriye girip çıkan kadınlar eşarplıydılar. Kadınlardan birinin dudakları kımıldarken gözyaşlarına hâkim olamamış ağlıyordu. Bir diğeri derin acılar içerisinde kendinden geçmiş halde iç dünyasında transa geçmişti.
Rumlar, çeşmenin taşındaki yazının resmine kamaralarını yaklaştırıp birkaç poz çektiler.
Mustafa merak etti,” tercümana dönerek burada ne yazılı amca?
“ Su ve hayat” dedi tercüman.
Bu iki kelimeyi yineleyip durdu içinden Mustafa. Su ve hayat! Su ve Hayat!..
“ Çocuk çok meraklı diye içinden geçirdi tercüman. Suna başı açık girdi içeri. Eşarp takmıyordu zaten. Bana zorla taktıramazlar. Ben Cumhuriyet çocuğuyum, diye içinden geçirdi. Neysem o!..Takiye yapmak anlamsız bence…
Kralla baş başa kaldı Mustafa. Yerdeki mezarın baş kısımlarında Arapça yazılı iki taş vardı. Biri sarıklıydı. Mezar yeşil örtülerle yorgan gibi örtülmüştü. Örtülerin üzerlerindeki yazılardan hiçbir şey anlayamadı. Tercümana sordu.
“Bilmiyorum, Arapça pek anlamam,” dedi.
Etrafındaki insanlar, örtüye ellerini sürerek ve öperek dualar eşliğinde dönüyorlardı.
Mustafa, abisine bakıp;
“ Bizim dualarımızı duyuyor mu kral babamız?”
Murat, işaret parmağını dudaklarına götürüp sus dedi. Niye o işareti yaptığını da anlayamadı Mustafa. İçinden çözülmemiş binbir sorularak bırakarak sustu. Dışarıya çıktıklarında su ve hayat yazılı çeşmeden kaybolmasın diye zincirle tutturulmuş tastan su içtiler..
“Canına değsin kralımızın, günahlarımızı afetsin,” dedi Suna.
Mustafa, çocuk duyarlılığı ile “ne günahın var senin Suna abla?
“Lafın gelişi Mustafa’m.” Suna’yı ablası Güllü kadar seviyordu. Dobra dobra konuşması bazen el şakası yapması bile hoşuna gidiyordu. Keşke Güllü ablam da Suna abla gibi okusaydı.
Evlerine yaklaşırken “ gezmeye değdi, diye içinden geçiriyordu Suna. Kaledeyken Murat’ın sarılması gözlerinin önünden gitmiyordu. İlk kez erkek kokusuyla burun buruna kalıyordu. Nefis bir kokuydu erkek kokusu. Bu koku Murat’ın olunca zevkine doyum olmazdı.
Bir ara dar sokaklardan sinema tellalının bağırtısı gelmeye başladı. Bağırtı gittikçe yaklaşıyor, ne dediği ayan beyan belli oluyordu.
Bu Cumartesi ve Pazar günleri şenlik var, şenlik. Başrolleri Fatma Girik, Orhan Günşiray’ın paylaştıkları “Bir Hizmetçi Kızın Hatıra Defteri” filmi sinemalarımızda…
Yavaşladılar, tellalı beklediler. Az sonra evlerin aralarından çıktı tellal. Kocaman düz bir tahta, ayaklanmış yürüyordu sanki. Arkadan bakıldığında tahta canlanmış görüntüsü veriyordu.
Yaptığı işten oldukça memnun görünen orta yaşlı sarışın adam, tahtayı sırtından indirip düşmemesi için elleriyle dayandı. Etrafı kolaçan etti, bağırtısına pencerelerden bakan var mı diye. Kendisini takip eden çocukların curcunalarından oldukça hoşnuttu. Çocuklar bir nevi reklam aracıydı onun için. Kulaktan kulağa dolaşıp duracaktı hangi filmin oynanacağı. Çocuklardan birine “ oğlum şu tahtayı tut bakalım, ben şu karşıki çeşmeden su içem. “
Tamam amca, dedi içlerinden güçlü kuvvetli olanı.
“Yorulduysan ben taşıyayım”
“Biraz taşı da hevesini al bari.”
Tellal çeşmenin başındayken çocuk, çığırtkanlığını göstermişti bile.
“ Dikkat dikkat! Bir Hizmetçi Kızın Hatıra Defteri….. Fatma Girik…Orhan Günşiray…” Bir süre sonra tahtayı tekrar sırtladı sarışın adam. Yaktığı sigaranın dumanını havaya savururken bağırmaya başladı… Dikkat dikkat! Bu hafta bay ve bayanlara…
Suna, tahtaya boydan boya yapıştırılmış filmin afişini görünce; Fatma Girik’in hastasıyım…Bu film kaçmaz bence. Gidelim mi Murat?
“Gidelim!”
Yaşasın diye çığlık attı Mustafa.
” Ben de gelecem!”