eskici dükkânı
fırçayla yeterince karıştırılmadığı için; rengini dış cepheye tam oturtamamış, gölgeli pembe badanası ile birçok bölmesinde çatlakları hemen göze çarpan dikdörtgen okulun; içine kırk dokuz kişinin sanki aceleyle öylesine çarpık yerleştirildiği ve senelerce yan cephelerle göçebe hayatı sürmesinde sakınca bulunmadığı; nefes almanın bir hayli zorlaştığı havasız sınıflarından birindeyiz...öğretmenlerin bir an önce dinlenmeye çekilmek ve her hâlükârda tedbiri elden bırakmak istemediği emektâr odanın direkt karşısında kalıyoruz...buna rağmen kapatıldığımız hücre hem kalabalık hem de doğal olarak gürültü çıkarıyordu biraz...sivrisinek enselerine yapışıp kanlarını emecek olsa bizden bilecekler o derece yakın markajda tutuluyor ve tehdit altında hissediyoruz kendimizi...küçükken olduğu gibi belki ayak uçlarımızla basmayı becerebilseydik zemine ve dengeyi ayakta tutabilseydik, farkına varılmayacaktık kimsenin...ama komşu sınıflarla bir olup, hocaların gözüne batmak için göstermiş olduğumuz üstün performans göz yaşartacak cinstendi gerçekten...sınıfta kimler yoktu ki...her kafadan, her kutuptan farklı çıkan ve ses uyumunu bir türlü yakalamayan veya kıl payıyla yandan ıskalayan biz gençler...
Bora vardı örneğin... çok severdi Metallica’yı dinlemeyi...teneffüs oldu mu kulaklığını takıp, dış dünyayla olan bağlantısını hemen koparma isteğini duyar ve herkese de öyle tıkardı kulağını...anlamazdık onun dünyasını ve içindekileri...ama ingilizcesi çok iyiydi...başı sıkışan Bora’nın yanında bulurdu hemen kendini...bir-iki kez bana da dinletmek istedi...birkaç dakika zor dayandım..."nasıl dinliyorsun bu gürültüyü ?" diye sordum..."bu belki senin kulağını tıkamak istediğin sesli thrash metal, benim ise bastırmaya çalıştığım sessizliğim" dedi...sonra kafama takıldı...içimden "deli bu çocuk!" dedim...yıllar sonra Bora’nın ne demek istediğini anlayacaktım...eskiden renkli düşünen, renkli konuşan, çok renkli bir sınıfımız vardı bizim...birgün Dilo ile Zafer’in çok heyecanlı bir şekilde tartıştıklarını gördüm...yanlarına gittim...Zafer el kol işaretleriyle birşeyler anlatıyordu...en son "ülkücülerin de işareti var" dediğini duydum ama ne yazık ki ilk heceyi kaçırmışım...meraklı meraklı "türkücülerin de mi işareti varmış ?" dedim..."sağır duymaz uydurur" o mesele...yerlere yattı ikisi...hiç unutmam hâlâ gülerim aklıma geldikçe...
o zamanlar sağlı-sollu ayaklanmaları olurdu gençlerin...okul koridorlarında ana avrat sövüp birbirlerini kovalar, okul çıkışında da yumruk gösterileri yapılırdı...biz nereli olduğumuzu söylemiyoruz, korkak davranıyoruz...bu korkaklığımız da dayatmadan geliyor...aile baskısı-çevre baskısı-itiliş-dışlanma ve yargılanma korkusu v.s...çok uzun bir süre bu işkence sürdü...aslında bütün dünyaya haykırmak istiyorsun ama okul çıkışında evin yolunu gitmek var...o eve sağ-selim varır mıyım endişesini taşıyor ayakların...epey uzun bir yol üstelik...hem bu korkaklığımı kendime yediremiyorum hem de içimden herkese küfür ediyorum..."beni olduğum gibi sevsinler...dilimin...dinimin ve tenimin rengini bilmeseler de olur...olur ama ötekiler köklerine varana kadar soy kütüğünden girip çıkıyorlar rahat rahat...bi endişeleri yok...sansür uygulamıyorlar oynadıkları repliklere..biz ise her şeyi ayrıntılı düşünüp, tartarak konuşmak zorundayız...ağzından kaçıracağın en ufak ayrıntı arkadaşlarınla bütün bağlarını koparır düşüncesi, psikolojik travma uyguluyor beynin içine..."yeter ulan yoruldum artık!" diyesin var ama diyemiyorsun...yalnız Dilo ve ben yaşıyoruz bu dramayı ve kendimiz oynuyoruz...öyle sanıyoruz...meğer sayıca fazlaymışız da haberimiz yok birbirimizden...Sinan...Tülay...Ayten...Barış...Alev...Ali ve Vedat bizim gruptan...ama kimseye çaktırıp, köklerimizi dışarıya uzatmıyoruz...sessiz sessiz içimizde suluyoruz geldiğimiz toprağı...
birgün Dilek’le kaptırmışız kendimizi bizim köprüden bahsediyoruz...köprü dediğimiz evimize ana yoldan ikinci kata girişi sağlayan on metrelik garip görüntülü yamuk çıkıntı..."dün akşam köprüye çıktık, çay içtik...amcamlar okey oynadı" filan anlatıyorum böyle...kızlar bilmiyor nerden bilsinler...bizim sıcak evimiz onlara batakhane gibi görünebilir...yanlış izlenim bırakmak da istemiyoruz...birgün evimize davet edemedik ya şu kızları düşündükçe burkulur hâlâ içim...her neyse birgün Ebru bize dönüp sordu "siz hangi köprüden bahsediyorsunuz?"...güler misin ağlar mısın..."Fatih Sultan Mehmet Köprüsü, babamın adı da ordan gelme" diyesin var diyemiyorsun...Dilo ile birbirimize bakıp gülüyoruz...bizim renkli evimiz....yarısı turuncu, diğer yarısı çimen yeşili...bir çeyreği de ziftle kaplanmış...rutubete karşı alınan eski bir yöntemle karşı karşıya kaldığımız bu görüntü aramıza giriyor hep, kızları eve çağırmaya engel oluyor...onlar görkemli sitelerinde oturuyorlar...görseler alay konusu olacağız...belki de olmazdık ama o günkü şartlar elverişli değil...öyle düşünüyoruz..."bir garibanın halini yine bir başka gariban anlar" deyip geçiştiriyoruz...birgün Dilo ile bizim eve geliyoruz...birkaç yüz metreden evimiz öyle iştihamlı çarpıyor ki gözümüze, gözümüzü alamıyoruz üstünden..."düşünsene meral farzedelim kızları davet ettik, ben düşünemiyorum bile, heralde daha görür görmez saklanacak delik ararlardı"...
sonra Sinan arkadaşımız vardı...Sivas’lı...saz çalıyordu, sesi de çok güzeldi...yapılı aynı zamanda sağlam ve iyi yürekli bir çocuktu..bir de Mustafa vardı...bodygard vücudunu kızlara göstermekten hoşlanırdı...ilk başlarda çok itici bulmuştuk kendisini...havalı bişey...bize göre değil yani...bir türlü sırrını çözemediğimiz ve çıkaramadığımız gizemli bir yanı vardı sanki delikanlının...ilginç görüntüsü ve aynı zamanda tuhaf hareketleriyle kısa zamanda büyük bir hayran kitlesine sahip oldu sonunda...çok sonra bizim de...birgün Dilo ile ben Musto’yu ziyarete gittik...okuldan arkadaşlardan bahsettik...o dönemde biz mezun olmuşuz...eskileri yadediyoruz...dedim ki "musto ulan sen tuhaf adamdın...kapıyı sert açar, sert kapatır ve bunu sanki orta merkezde durmak için kasıtlı yapardın...sana kızlarla aramızda bir lakap takmıştık"...baktım musto kulaklarını dört açmış ve belki kendisini havalara sokacak sihirli sözcüğü duymayı bekliyordu birazdan...o hali gözümün önünden hiç gitmiyor...Dilo karşımda sert ve şaşkın hareketleriyle göz-kaş işareti yapıyor "meral sakın, sakın ha!" der gibi beni uyarmaya çalışıyor...
"ee meral söyle bakalım ne derdiniz bana?"
-spastik derdik...manyak manyak hareketlerin vardı be oğlum...ne denirdi ki sana başka?-
Dilo’dan çıt yok..musto şaşkın, beklemediği bir cevap vermişim çünkü...ben de şaşkınım işin gerçeği...bi pot kırmışım ama geri dönüş yok...delikanlı kızız...sözümüzün arkasındayız...
"eeee meral!!! başka ? başka ne derdiniz arkamdan?"
-yok valla başka kötü bişey düşünmezdik senin için!-
sıkıysa söyle musto istese beni dilim dilim doğrar oraya indirir...zaten kereste malzemelerinin arasındayız...marangoz dükkanına oturmaya gitmişiz üstelik:)))))))))
bir de ayten ile tülay vardı...ayrılmaz ikili...sınıfın iyi notlarıyla hocaların gözüne girmek için çırpınan şu kızlar...huylanırdık biraz..."ama hocam derse dönsek?" nakaratlarıyla dersi hiç kaynatmayan akıllı kızlar...biz de yarış halindeyiz onlarla ama hem matrak grubuz hem de inek grubuna giriyoruz...iyi notları onlardan kapalım diye sürekli karşı taarruzdayız...okulun son dönemi yaklaştıkça sınıf daha da kaynaşıyor birbiriyle...buna ayten ve tülay da dahil...bir de resimleriyle herkesi büyüleyen bir kız daha vardı...adını unuttum...ben de güzel çiziyorum ama bu kızın elinde bi hüner var...dokunduğu herşey anlam kazanıyor sanki...kendisine hem hayranım hem de gıcık oluyorum benden daha güzel yapıp gözümüze soktuğu için...
sonra bir de Rıfat vardı..sınıfın felsefe hocası...sayısal derslerde arka sıralarda kestirir, sözel derslerde ise can kulağıyla dinlerdi...tartışmayı severdi...sık sık hocaları çileden çıkardığı olurdu...sorgulayan-düşündüren karizmatik bir yapısı vardı bu çocuğun...onun sırrını da hiç çözemedik...yeni yeni anlıyorum Rıfat’ı şimdi...hep aynı kahverengi kadife pantalonunu giyer ve aynı ceketle sezonu kapatırdı delikanlı...cesur ve yürekliydi arkadaşımız!..birgün okul gezisindeyiz...otobüste ayakta şiir okuyor bağıra bağıra...o günü de hiç unutmuyorum...bir insan bu kadar kaptırır mı kendini...edebiyatı iyiydi...şiirleri güzel okur, kendi de amatörce karalardı bişeyler...bunu da çok sonra çıkardığımız yıllıktan öğrenecektim...işte onlardan bize uyarlanmış Rıfat versiyonu şiirler:
"yalvarsam kopya verir misin yazılılarda
cevapları yazar mısın kağıdıma ellerinle
bilmezdim senin bu kadar bencil
sorularınsa bu denli kazık olduğunu
yazılıya girmeden önce
bakıyorum. görüyorum
fakat hiçbir sorunun cevabını bilemiyorum
evet kitap altımda
yavaşça elimi uzatıyorum
YAKALANIYORUM!"
gezide güzel sesiyle okuduğu o efsane şiir ise Osman’dı...
"Osman bir deli oğlan 17 ’sinde
bir tek iyi notu yoktu ilk dönemde
Osman tembel, Osman garip
Osman bir deli oğlan
Osman sahipsiz, Osman kafasız oğlan
Şerife bir çalışkan kız 15 ’inde
Şerife ay parçası
Şerife elma yarısı
Şerife müdürün kızı
Şerife hoca kızı
Şerife kim kopya vermek kim derler
derler de araya girer sınıftaki inekler
sana geçemez dediler Osman
salak, ahmak dediler Osman
kopya çekmek neye gerek
seni oyuna getirdiler Osman
gel büyük sözü dinle Osman
hani kan kardeştik Osman
o kız sana kopya vermez
yazılı vakti dellenme Osman
yakalanırsan ayvayı yersin Osman
koca sınıfta kopya çekecek
bir kız mı kaldı Osman
destur de tövbe de Osman
yüz bin kere tövbe de Osman
hoca bu tarafa geliyor aman Osman
dur Osman....
durrr çekmeee!
Osmannn!"
bunlar esinlenerek yazılmış şiirler tabi...kendi şiirleri de var yıllıkta Rıfat’ın..."bir kağıt...bir kalem...bir çift sevda sözü...sonra gözlerin...özgürlüğün yeni şekli"...
Cem vardı bir de...gözleri hep buğulu -gözlükleri demek daha doğru- başkalarıyla sürekli maytap geçer, sınıfta da böyle otlanıp geçimini sağlardı deli çocuk!..çileden çıkardığı olurdu bazılarını...az da olsa kendine çeken bişeyleri de vardı yine...vardı da korkuturdu başına buyruk bu hareketleri...o yüzden gözleriyle buluştuğunuz vakit, aranızdaki mesafeyi koruma mekanizması hemen çalışır; güldüğünde de kısa devrede kopan hatlardan ötürü, ne yapar eder yüzünüze de bulaştırırdı yağlı boya tebessümünü...hani tel örgülü bir sınırla yerinizi sağlamlaştırıp, kendinizi çembere almak da isteseniz veya önünüze tertipli yüksek duvarlar da örseniz; o bölgeye izinsiz dalmayı bilir, elini kolunu sallaya sallaya koğuş ağası gibi girerdi yine o kapıdan içeri...öyle gözü kara...vurdumduymaz ve rahatın teki...dünya bana mısın demiyor arkadaş!..
-her sene ağustos’ un ikinci pazar günü buluşmak dileğiyle- iyi huylu birkaç temenni ile vedalaştık arkadaşlarla o gün...o gün son gün oldu gerçekten...bir daha ne birbirimizin yüzünü gördük, ne de bir haber alabildik!..
"beşin olmadığı karnede, dörde abdurrahman çelebi derler"
"müzik ruhun gıdası, fizik allah’ın belası"
"kopyasız öğrenci olmaz, kopyamla sev beni"
"birlik olmayan sınıfta, hakim hocadır"
"öğrencinin boyu kara tahtada belli olur"
"küçük iple kuyuya inme, kopyasız yazılıya girme"
"yazılılarda boş kalkan, eylülde tekrar oturur"
son sözlerimiz oldu... kıçı kırık sıralarda karşılıklı oturup güldüğümüz...
mer@lgül...
YORUMLAR
Burada anlatılanlar, gerçek kişilerle hiçbir bağlantısı yoktur.
Bu sefer başka bir açıdan bakmışsın, yani birçok duyguyu içinde barındırıyor yazı.
Bizim sınıfta…diye cümleye başlamak istiyorum, bir de kopya çekmeyen bir öğrenci mi olur Allah aşkına. Olur olmasına da. Ben kopya verenin, çekenden daha kötü not almasına şaşırıyorum. Şimdi eski defteri açmak olmaz. Arada böyle de yaz ki, tebessüm eksik olmasın etrafımızda. Şiirler de iyiydi.
İyiydiniz. İyiymişsiniz.